Es deli rüzgar, es deli böğrüme!

İnsanoğlunun dünya üzerindeki başarısının en önemli sebebi, kuşkusuz doğanın güçlerine hakim olma yeteneği. Bu genellikle “ateşin icadı” olarak düşünülür. Ve su ile rüzgarın rolleri hep ikinci plana atılır. Evet, ateş sayesinde sıcak, kolay sindirebildiğimiz yemekler yiyebiliyoruz. Suyu yönlendirerek bir çok alanı tarıma açabiliyor, milyonlarca insanın beraber yaşaması için ortam oluşturabiliyoruz. Peki rüzgar? Rüzgar ne yapar? Rüzgar ateşi söndürür, estiği zaman üşütür. Bunun yanında daha tekerlek bile icat edilmemişken, insanoğlu rüzgar sayesinde uzun mesafeleri kat etmeye başladı. Rüzgar, insanoğlunun “keşfetme arzusunu” gerçeğe dönüştürmesini sağlayan, hatta, belki de ortaya çıkmasını sağlayan en önemli etmenlerden biri.

Sallar ve küvet benzeri deniz araçları ile başlayan “keşfetme” macerası, zaman ilerledikçe kayıklara, gemilere dönüştü. Ve bu araçlar büyüdükçe, daha hızlı gitmeleri için, daha dengeli olmaları için birçok değişim geçirdi. Uçma hayalinin gerçeğe dönüşmesi yolunda da bu yönde birçok gelişme yaşandı. Aşağıda bunlara değineceğim.

Günümüzde aerodinamiğin önemi gittikçe artıyor. En önemli sebeplerinden biri ise küresel ısınma. Yakıt ekonomisi. Tabii aerodinamiğin bu aşamaya gelmesi oldukça uzun bir zaman aldı. Özellikle havacılık alanında önemli olan aerodinamik, havacılığın ilk yıllarında hiç dikkate alınmayan bir olguydu. Sadece daha kuvvetli motorlar ile daha hafif uçaklar yapılarak performans arttırılmaya çalışıyordu. Gelişmekte olan otomobil sanayisi içinse durum çok basitti; 4 tekerlek ve motoru bir araya getirip, çalışmasını ummak. Elbette biraz abarttım. Denizcilik alanında da çalışmalar genellikle, mantıkları rüzgar tünelleriyle aynı olan ve hala kullanılan, ufak havuzlarda gerçekleştiriliyordu.

Fakat aerodinamik ve hidrodinamik tasarımların olgunlaşması için rüzgar tünellerinin ortaya çıkması ve olgunlaşması gerekiyordu. Rüzgar Tünelinin geçmişi 18. Yüzyıla kadar dayanıyor. Günümüzde topçuluk ve yivli namlulu silahlar üzerine yaptığı çalışmalarla hatırlanan İngiliz matematikçi Benjamin Robins elle çalışan bir pervane ile cisimlerin rüzgara karşı dirençlerini karşılaştırmaya başlamasıyla rüzgar tüneli fikri ortaya çıktı.

Sir George Cayley
1804 yılında Sir George Cayley, 6metre/saniye rüzgar üretebilen bir “araç” yardımı ile ürettiği ufak bir planör imal etmiş, ve planör “havadan ağır uçabilen ilk cisim” olarak tarihe geçmiştir. Cayley, hala uçmanın en temel kuralı olan “kalkma (lift)” ve “forward motion (ileri, hareket)” un tek bir kaynak ile, itici güç yani, tek bir kaynaktan sağlanabileceği fikrini ortaya atmıştır. Roket biliminin babası sayılan Konstantin Tsiolkovsky’de 1897 yılında elektrikli süpürgelerdekine benzer bir üfleme sistemiyle rüzgar tüneli yapmıştır.

Ancak, bu “tüneller” şimdikiler gibi büyük makineler ve pratik kullanıma uygun olmaktan ziyade, ufak, prototip ve deneysel araçlardı.

Birinci dünya savaşının başlaması ile birlikte uçakların savaşlarda yer almaya başlaması ve savaş ilerledikçe uçakların rolünün artması ile, uçma konusunda araştırmalara önem verilmeye başlandı. 1916 yılında İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri’nde ilk rüzgar tünelleri açıldı.

Özellikle 1950’li yıllarda rüzgar tünellerinin önemi yüksek yapıların inşa edilmesi ve jet motorunun yaygınlaşmaya başlaması ile oldukça arttı. Jet motorlu uçaklar, aerodinamik olarak pervaneli kardeşlerinden büyük farklılıklar gösteriyordu. Pervaneli uçakların kanatları genelde düz, çubuk benzeri bir tasarıma sahipken, jet motorlu uçaklarda kanatlar geriye doğru eğime sahiptir. Bu eğimin hesaplanması, uçağın performansı, yakıt tüketimi ve güvenliği konusunda ölümcül öneme sahiptir.

Burada bir bilgi eklemek istiyorum. Temelleri 1950’lerin sonlarında atılan SR-71’in tasarımının tamamı elle, hiçbir bilgisayar programı yardımı olmadan yapılmış. Gerçekten büyük bir başarı. Bu uçağın görevden kaldırılmasının en büyük sebebi, uydu teknolojisindeki gelişmeler. Aynı zamanda da savunma sistemlerindeki tabii ki. 1990’larda İsveç hava kuvvetlerine ait Saab JA-37 Viggen modeli bir uçak, görev sırasında kendisinden çok daha yüksek irtifada seyreden SR-71’e radar kilitlenmesinde bulunmuş. Olayın yaşandığı bölge hakkında kesin bir bilgi verilmiyor elbette. Ancak bu kadarı bile tabuta çakılan çivilerden olması için yeterli.

Hele ki Çin’in birkaç yıl önce bir gemiden attığı füze ile yörüngedeki bir uyduyu vurduğunu düşünürsek, uçaklar artık radarlara ve füzelerin menzillerine karşı çok daha korumasızlar.

Bu yüzden en iyi savunma şekli olarak “görünmezlik” olarak adlandırılan, “stealth” özelliği ön plana çıkmaya başladı.

1960’lı yıllar iki dev, Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği arasında uzay yarışının teknoloji ve tekniğin sınırladığı yıllar oldu. Uzay çalışmaları, özellikle dönüş kapsülünün, aerodinamik konusunda mühendislere büyük sorunlar çıkardı. Daha sonraları ABD’nin Shuttle (uzay mekiği) ve Sovyetlerin “Buran” programlarında gördüğümüz üzere, bir cismin aerodinamik olması, sadece onun hız ve manevra kabiliyeti ile ilgili değil. Bu iki araç, yüksek hızlarda atmosfere giriş yapmak üzere tasarlanmıştı. Ve bu yüzden çok yüksek ısılara dayanmalara gerekiyordu. Bu yüzden, gövdeleri atmosferin sürtünme kuvvetiyle ısınmaması için, burunları ve alt yüzeyleri, bana kamyonları andıran bir şekilde dizayn edildi. Maalesef bu araçların ömürleri çok uzun olmadı. ABD’nin mekik programı Columbia faciasından sonra iptal edildi. Kalan 4 mekik NASA tarafından çeşitli müzelere satıldı. Bir tanesi testlerde ve acil durumlarda kullanılmak üzere yedeğe ayrıldı.

Sovyetlerin Buran’ının akıbeti ise çok daha hüzünlü. Uzay çalışmalarını ekonomik sebeplerle devam ettiremeyen Sovyetler, sonrasında Rusya, Buran’ı Kazakistan’da bulunan Baykonur Uzay Üssünde bir hangara kaldırdı. 2002 yılında çıkan kuvvetli bir fırtınada, bakımsız kalan hangar binası üretilen tek Buran’ın üstüne yıkıldı ve kullanılamaz hale getirdi. Bu olayda 8 kişi hayatını kaybetti.


Günümüzde büyük ölçüde kullanılan “delta kanat” ve “elmas kanat” tasarımları aerodinamik olarak verimliliklerini ispatlanmış durumda. Günümüzde delta kanat tasarımı özellikle nispeten ucuz, üretim için daha düşük savaş uçaklarının üretiminde kullanılıyor. Elmas kanat tasarımı ise, daha karışık, pahalı ve üst düzey uçaklar için kullanılıyor. Bunun sebebi, delta kanat tasarımının pilot tarafından daha rahat kontrol edilebilen bir yapıda olması. Elmas kanat tasarımlarda ise, pilotun uçağı düz uçurması için bile çok kuvvetli bilgisayar sistemlerinden yardım alması gerekiyor. Northrop Grumman tarafından üretilen B-2 bombardıman uçğı ve yeni nesil X-47 drone’da uygulanan “uçak kanat” tasarımı ise, verimlilik açısından diğer tasarımlardan da önde olsa da, kokpitten kontrol edilmeleri bir pilot tarafından oldukça zor. Northrop Grumman yetkilileri yaptıkları açıklamalarda, bilgisayar teknolojilerindeki gelişmeler sayesinde B-2’yi tasarlayabildiklerini ve yine işlem gücündeki artış sayesinde uçağın uçabildiğini söylemişlerdi. Ve bu uçak 1980’lerde geliştirildi. Şaşkınlık verici.

Özellikle radarda görünmez bir tasarım için bilgisayar şart olsa da, bu tasarımın uygunluğu için rüzgar tünelleri şart. Simülasyonlarımız, bilgisayar sistemlerimiz ne kadar yetenekli, güçlü olsa da, henüz gerçek hayatı kopyalamayacak kadar gelişmedi. Bunun yanında, uçakların, arabaların, gemileri, binaların, gerçek boyutlarıyla doğa koşullarıyla çarpıştırmadan önce bir kez daha deneme alanında yer bulmaları gerekiyor.

Motor sporları, özellikle Formula 1, genel kitlelere hitap eden, aerodinamiğin ön plana çıktığı alanlardan. Motorsporlarında aerodinamiğin önemi, aracın yol tutuşu noktasında önem kazanıyor. Aracın hareketiyle oluşan hava akımının mümkün olduğunca aracın üstünden geçirilerek hem aracın altında hava boşluklarının oluşmasının önlenmesi, hem de araç üzerinde basınç alanı oluşturarak aracın “aerodinamik ağırlığının” arttırılması önem taşıyor. Bunun yanında, motora soğutma için yeteri kadar hava girmesi, motordan çıkan sıcak havanın aracın arkasında istenmeyen türbülanslara girmemesini de sağlamak gerekiyor. Üstelik bunları araçları her sene daha da yavaşlatmaya çalışan bir otorite altında yarışmak için yapmaları gerekiyor üreticilerin.

[embed]https://www.youtube.com/watch?v=L-8HhloJTGY[/embed]

Formula 1’de yapılan kural değişiklikleri beni son yıllarda çok çok rahatsız etmeye başladı ama yazının konusu bu değil.

Binalar ve şehirler konusunda da önemi gittikçe artıyor rüzgar tünellerinin. Özellikle gök delenlerin rüzgarlarla verdikleri tepkiler ve rüzgara verdiği yön gittikçe artan şehirleşmede çok önemli. New York’ta bulunan ve 1902 yılında tamamlanan 87 metre yüksekliğindeki Flatiron binasının rüzgarı yönünü değiştirmesi çevrede yaşayan insanlar için sıkıntılar yaşatmaya başlamış. Bunlardan benim en çok dikkat çeken, binanın yakınında yürüyen kadınların eteklerinin rüzgar sebebiyle uçuşmaya başlaması oldu. Birçok hanımefendinin eteği bileklerinin üzerine kadar yükseliyormuş. Yukarıdan baktığınız zaman üçgen biçiminde olduğunu fark ettiğiniz yapı, köşelerden gelen rüzgarlar çevresinden dolaştırırken, tam cephelerden gelen rüzgarlarda ise, sağ-sol yerine, yukarı-aşağı yönlendirerek buna sebep oluyor.

Günümüzde bu efekt, yukarıdan gelen taze hava ile sokak seviyesindeki havanın kalitesini arttırmak olarak düşünülebilse de, o zamanlar pek hoş karşılanmamış. Çünkü, o yıllarda büyük şehirlerdeki hava kirliliği günümüzdeki kadar ciddi bir konu değildi. Ancak günümüzde bu konu çok ciddiye alınıyor. Hangi canlı olursa olsun, bir bölgedeki birey sayısı arttıkça, o bölgedeki kaynakları daha hızlı tüketmeye başlar. “Kaynak” dendiği zaman ilk akla gelen yiyecek, arazi, yer altı kaynakları olarak algılansa da, “hava” da bunlardan biri. Günümüzde binalarda çalışacak kişi sayısına göre bile belirli hacim, tavan yüksekliği ve pencere sayısı ve ebatları belirlenmeye başladı. Çünkü, temiz, hareket eden hava, kaliteli yaşam için çok önemli bir gereklilik. İşte, Flatiron binası gibi yüksek binaların sayıları arttıkça, şehirlerdeki hava akımı daha hızlı değişmeye başlıyor. Yani, binalar açısından rüzgar tünelleri ile yapılan çalışmalar sadece binaları rüzgarın etkilerinden korumak değil, şehiri ve çevresindeki kendisi gibi yüksek binaları da rüzgarda yaratacağı etkiden korumak içinde kullanılıyor.

Bu etkilerin binalar tarafından da yaratıldığını ve etkilendiklerini az önce söylemiştim. Yazıyı yazarken yaptığım araştırmalar sırasında, 11 Eylül saldırılarıyla yıkılan Dünya Ticaret Merkezi kulelerinin çabuk yıkılmasına neden olan etkenlerden birinin, kulelerin zaman içerisinde rüzgar sebebiyle zayıflamış olmasını savunan birkaç yazı gördüm. Özellikle 11 Eylül Saldırıları konusunda üretilen komplo teorilerine meraklıların ilgisini çekebilecek bir konu. Ama benim teknik bilgimi fersah fersah aşan bir konu olduğu için bilmediğim sularda yüzmek istemiyorum.

Gemilerin tasarımında da rüzgar tünellerinin kullanıldığını söyledim ancak pek bahsetmedim. Rüzgar tünelleri genel olarak bütün geminin tasarımında kullanılmıyor. En önemli kullanım alanı, özellikle askeri denizaltılar için, pervanelerin tasarımı. Deniz araçlarında, özellikle askeri deniz altılarda pervane çok önemli. Pervanenin hem sessiz olması, hem de verimli olması gerekiyor.

Bot, gemi ve uçak pervaneleri.
Peki, pervane neden bu kadar önemli? Önce, uçak ve gemi pervaneleri arasında tasarım olarak çok büyük bir fark yok. En azından prensipte. Denizaltı pervanelerini özel kılan, düşman sonarlarından saklanabilmek için sessiz olmaları gerekliliği. Peki, pervaneler dönerken neden ses çıkartıyor, en önemli konu bu. Pervane su altında dönerken, pervanenin uç noktalarında su, oluşan basınç ile kaynamaya başlıyor. Ve sonra bu baloncuklar patlıyor. Gazlı içeceklerdeki balonların dipten yükselip, yüzeye çıkınca patlaması gibi düşünebilirsiniz. Ama denizaltılarda kaynayan su miktarı çok daha fazla olduğu için, ortaya çıkan seste fazla oluyor tabii. Denizaltı pervanelerinin tasarımları ülkeler tarafından sıkı biçimde korunan sırlardan bu yüzden. Yeni denizaltıların kuru havuzlarda çekilen fotoğraflarında hepsinin pervanelerinin örtülü olması da bu yüzden.



Yukarıda anlattığım amaçlar için farklı rüzgar tünelleri kullanılıyor. Ana olarak açık ve kapalı olarak ikiye ayrılıyor tüneller. Kapalı tüneller, boru şeklinde inşa edilmişlerdir. Hava akımı kapalı ortamda gerçekleştiği için daha yüksek hızlara, daha verimli bir biçimde çıkabiliyor. Yine kapalı olmasından dolayı dışarıya çıkan gürültü de daha düşük oluyor.
Hidden Figures (Gizli Sayılar) filminden bir kare. Rüzgar Tüneli içerisinde, dönüş kapsülü üzerinde çalışıyor.


Açık sistemler ise çalışma sırasında insanların aktif olarak müdahele edebildiği tüneller. Yukarıdaki videoda buna örnek bir tünel görebilirsiniz. Videoda araca doğru püskürtülen "gaz" ile dizaynın hava akımına tam olarak nasıl tepki verdiğini gözle görülebiliyor.
Hız konusunda da tüneller üçe ayrılıyor. Ses altı, ses hızına geçiş ve ses üstü

Ülkemizde rüzgar tünellerinin geçmişi, cumhuriyet sonrasında başlıyor. 1941 yılında dönemin başbakanı Şükrü Saraçoğlu’nun talimatıyla hazırlıklarına başlanan ART, “Aerodinamik Araştırma Merkezi”, 1944 yılında İngilizlerle ortaklık kurularak inşaasına başlanmış, 1950 yılında işler hale gelse de, o dönemde birçok uçak fabrikasının kapanmasıyla maalesef atıl hale gelmiş. 1956 yılında Milli Savunma Bakanlığına devredilen ART, 1993’e kadar hiçbir faaliyette bulunmamış. Yapılan temizlik, bakım, yenileme çalışmalarının ardından 1998 yılında ART dünya standartlarında hizmet verebilecek kapasiteye ulaşmış.

ART, ses hızından düşük hıza sahip, kapalı sistem bir rüzgar tüneli. Tünel genişliği 3 metre, yüksekliği 2.44metre ve uzunluğu 6 metre ve ulaşabildiği en yüksek hız saniyede 100m/s. Bu hıza çıkmak için 1000 beygir gücünde motor kullanıyor.

Beşevler’de, Ankara Üniversite Dişçilik Fakültesinin yanında bulunan ART’ın 2015 yılında yapılacak yeni hastane için yıkılmak istenmiş ancak akıbeti henüz belirli değil.

Büyük umutlarla inşa edilmiş bu yapının, yaşanan onlarca talihsizlik neticesinde atıl kalması, “metruk yapı” olarak anılmaya başlanması çok üzücü. Ülkemiz için hem kültür, hem sanayi mirası olabilecek bir yapının kaderi umarım dozerlerin kepçeleri önünde kalmak olmaz.
Mimarlar Odasının hazırladığı ayrıntılı rapora aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz;

http://www.mimarlarodasiankara.org/download/artTesOneri.pdf
http://www.mimarlarodasiankara.org/?Did=6894

Bazı web sitelerinde yer alan ve ODTÜ'de yapılan yeni rüzgar tünelinin ise "Türkiye'nin ilk rüzgar tüneli" olarak adlandırılması maalesef büyük bir hata.

https://www.finansgundem.com/haber/turkiyenin-ilk-ruzgar-tuneli/1412966



Radyoaktif Yemek Takımı

Çernobil, Fukuşhima, Hiroşima ve Nagazaki kurbanlarına saygılarımla.

Trifoli, yani "iyonlaştırıcı radyasyon" uyarı işareti.



Geçtiğimiz senelerde eski bir Rus ajanının, Alexander Litvinenko’nun, polonyum ile zehirlenmesinin yarattığı sansasyonu hatırlarsınız sanırım. Londra’da gerçekleşen saldırıdan sonra hastaneye kaldırılan Litvinenko, radyasyon zehirlenmesi sonucu hayatını kaybetmişti. Yaşanabilecek en feci ölüm biçimlerinden biri.

Litvienko zehirlenmeden önce ve sonra.


Doktorlar ilk zamanlar sayın Litvinenko’nun neden öldüğünü açıklayamamışlardı. Bir şeylerden zehirlendiği ortadaydı ancak ne olduğunu tespit edememişlerdi. Vücudunda gamma radyasyonu yoktu. Bu yüzden radyasyon zehirlenmesi gibi durmuyordu. Kan tahlillerinden de kesin bir sonuç çıkmıyordu. Cevap, çok geç geldi. 1898 yılında Marie- Pierre Curie tarafından keşfedilen Polonyum.

Radyasyon zehirlenmesi tedavisi olmayan, maruz kalındığı andan itibaren öldüren bir zehirlenme türü. Henüz bilinen bir tedavisi yok. En tehlikeli biçimi ise radyoaktif maddenin kana karışmasıyla oluşuyor. Bu şekilde kurbanın kendisi radyoaktif hale geldiği için, kendi kendini zehirliyor.

Behzat Ç. dizisinde de vardı bununla ilgili bir bölüm. Yaşlıca bir adam cinayet büroya gelip, kendi cinayetini ihbar ediyordu. Bürodakiler “nasıl lağ?” diye bakarken, sonradan bir üniversitede öğretim üyesi olan şahıs durumu anlatıyordu Behzat ve bürodakilere.

Litvinenko’nun durumunda doktorların gözden kaçırdıkları şey, Polonyumun gamma veya beta ışımasından ziyade, çok daha güçsüz Alfa ışını yayması. Alfa ışınları o kadar zayıf ki, insan derisi, bir kağıt parçası bile bu ışınları engelleyebiliyor. Ancak, vücut içine girdikten sonra yapacak hiçbir şey yok. Radyasyon zehirlenmesi konusundan bahsetmeyeceğim, çünkü gerçekten çok kötü bir ölüm şekli. Bir çok filmde bu şekilde ölenler için “kafalarına bir kurşun sıkmak daha insancıl” şeklinde replikler geçer ve maalesef ben de buna katılıyorum.

Radyason zehirlenmesi sonucu hayatını kaybeden en şanssız kişi şüphesiz Hisashi Ouchi. 30 Eylül 1999 günü Tokaimura Nükleer Santralinde yaşanan bir kaza sebebiyle 17 sievert, ölümcül doz olarak kabul edilen 8 sievertin 2 katından fazlasına maruz kaldı ve hemen hastaneye kaldırıldı. Japon doktorlar Ouchi'yi 83 gün hayatta tutmayı başardılar. 83 gün. Bu süre içerisinde bütün vücudu radyasyon sebebiyle yanmıştı. Vücudundaki bütün beyaz kan hücrelerinin (bağışıklıktan sorumlu hücreler) yok olmuş olmasının yanında kromozları bile o kadar çok zarar görmüş ki, artık "insan hücresi" olarak işlev gösteremez hale gelmişler. Tokyo Üniversite doktorları kan nakli, plasma nakli, kök hücre tedavisi, deri nakli ve ilaçlarla hayatta tutmaya devam etmişler. İlk haftanın sonunda Ouchi "lütfen ölmeme izin verin, ben deney faresi değilim" diyerek "merhamet" dilenmiş.
Doktorlar ve Japon hükümeti burada "sadist kötü olarak" gibi gözükse de, amaçları kök hücre tedavisi ile Ouchi'nin vücudunun tekrar beyaz kan hücresi üretmesini sağlamak ve bu şekilde vücudunun kendini yenileyebileceğini ummalarıymış. Benzer kazalar günümüzde, ne mutlu ki, pek yaşanmadığı için tedavileri konusunda bilgimiz de maalesef oldukça yetersiz. 21 Aralık 1999 günü çoklu organ yetmezliği neticesinden Ouchi nihayet acılarından azad oldu.

Kaza olduğu sırada onunla aynı odada bulunan ama daha düşük radyasyona maruz kalan iki arkadaşından biri 6 aylık bir tedavinin ardından evine dönebilirken, Masato Shinohara maalesef 27 Nisan 2000 tarihinde çoklu organ yetmezliğinden hayatını kaybetti. Onun ölümü de maalesef Ouchi gibi acılarla dolu bir süreç sonrası geldi.
Hisashi Ouchi


Geçenlerde bir belgesel izlerken uranyum ile işlenmiş cam eşyalar gördüm bunu ve neredeyse şaşkınlıktan küçük dilimi yutuyordum. Yeniçağ zamanında Çekya’da, eski ismiyle Çek Cumhuriyeti’nde, günümüzde nükleer santrallerde yakıt ve nükleer bombalar yapımında kullanılan, doğadaki en tehlikeli maddelerden biri olan uranyum ile bardak, kase, vazo ve bunun gibi ev eşyaları yapılıyormuş.

Küçüklüğümden beri radyasyondan ve asbestten mantıksız seviyede korkan biri olarak, zaman içerisinde haklarında bir çok şey öğrenip korkumu dizginlemeyi başarsam da, uranyumdan bardağı görmek beni şoka uğrattı. Nasıl bir insan böyle bir bardaktan bir şey içerdi?

Sonra bilgilerim, şaşkınlığımın önüne geçti. Öncelikle, geçmişte yaşayan insanlar bizim bilgimize sahip değillerdi.

Sonra, doğal halde bulunan uranyum aslında çok radyoaktif bir madde değil. Günümüzde kullanılan haline getirmek için çok ciddi saflaştırma işlemlerinden geçiriliyor. Uranyumu canlılar için esas tehlikeli kılan özelliği, kimyasal olarak çok tehlikeli olması. Doğada işlenmemiş uranyum ile karşılaşmanız durumunda elinize almanızda hiçbir sakınca yok. Sadece üstündeki tozların soluma veya deri yoluyla vücudunuza girmemesine dikkat etmeniz yeterli. Neticede uranyum dünya üzerinde en çok bulunan 51. Metal ve hemen hemen her yerde, kayaların, toprağın içinde eser miktarda yer alıyor. Zaten “background radiation” yani “arka plan radyasyonu” da buradan geliyor. Hepimiz, dünyadaki her şey, güneşten gelen ve atmosferin soğuramadığı ve topraktan gelen radyasyona sürekli olarak maruz kalıyoruz. Neyse ki, toprakta bulunan uranyum, silah yapmak için kullanılan uranyum 235 değil, daha zararsız uranyum 238.

Yani, uranyumdan yapılan bir eşyayı kullanmak, bütün ön yargılarımıza rağmen, en azından kısa vadede zararlı değil.

Tabii, burada çok önemli bir şey daha var. “Neden” birileri böyle bir maddeden tabak çanak yapmak ister? Ve nasıl.

İnsan ve uranyumun ilişkisine dair en eski bilgiler, milattan önce 79 yılına dayanıyor. Roma kalıntılarından öğrenildiği kadarıyla uranyumun doğal rengi olan sarı sebebiyle seramikleri renklendirmek için kullanılıyormuş. “Uranyum camı” olarak tasvir edilen camlar ve ürünlerde aynı şekilde uranyumun rengi sebebiyle ortaya çıkmış. Çok karanlık ortamlarda hafif parlıyor olmasının bunda çok büyük etkisi de var tabii. Bizler şimdi o parlamayı çok iğrenç ve tok şiddetli yeşil bir parlaklık olarak biliyoruz ve aklımıza hemen radyasyon ve ölüm geliyor tabii.

Uranyumun bir element olarak ortaya çıkması 1789 yılında alman kimyager Martin Heinrich Klapoth’un çalışmaları ile oluyor. Elementin ismini 1781 yılında William Herschel tarafından keşfedilen Yunanlıların Göklerin Tanrısı olan Uranüs’e ithafen “uranium” koyuyor.

Radyoaktivitenin keşfi ise 1896 yılında Henri Becquerel tarafından gerçekleştiriliyor. Çok güzel bir hikayedir. Bilimde şansın ve kazaların ne kadar önemli olduğunu bir kez daha ispatlar. Araştırmanızı tavsiye ederim.

Büyük bilim insanı, farklı dallarda Nobel almayı başaran ilk ve çok az insandan biri olan Marie Curie’nin uranyum ile ilişkisi, onu işleyip, içinden çok daha radyoaktif ve zehirli “radium” elementini çıkarması (elementi keşfeden kişi aslında kocası Pierre Curie idi) ve kullanımı üzerine  çalışmalar yapmıştı. Madam Curie, 1gr Radium elde etmek için 3 ton uranyum işlemiştir. Sanırım Madam Curie’nin neden kanserden vefat ettiğini şimdi anladınız. Kendisinin kullandığı kitap, defter vb. ürünlerin bazıları bugün hala radyoaktif haldedir ve bazıları kurşun kutular içinde muhafaza edilmektedir.

Yani, 1896 yılına kadar bilinmeyen radyasyon sebebiyle, insanlar çok uzun süre boyunca uranyumu cam ve seramik ürünlerde renklendirici olarak kullanmaya devam ettiler. Şaşırtıcı olan, hala devam edenler var.

Peki nasıl? Camın tamamı uranyumdan yapılmıyor. Uranyum cevheri ezilerek toz haline getiriliyor, ki bu formunu solumak radyasyon zehirlenmesine sebep olabilir, sonra cam eriyik haldeyken içine katılıp homojen şekilde karışana kadar karıştırılıyor. Nihayetinde ise normal bir cam gibi işleniyor. Tabii bu dumanları da solumamak oldukça önemli.

Alfa ışınları kağıdı bile geçemezken, Beta ışınlarını durdurmak için aluminyum levha yeterli oluyor. Gama ışınları ise kurşun levha ile durdurulabiliyor ancak.

Sürekli ev içerisinde, özel saklama kapları olmadan, hatta değişik renkleri sebebiyle sergilenen bu eşyaların yaydığı radyasyonun çok düşük olduğunu daha önce söylemiştim. Bu eşyalar, en tehlikeli ışınım türü olan Gamma değil, etkisi çok daha zayıf olan Beta ışını salıyorlar. Beta ışınlarının güçleri Gammaya göre oldukça düşük. Gamma ışınlarını engellemek için kalın kurşun levhalar gerekirken, beta ışınları için kağıt kalınlığında bakır levhalar bile yeterli olabiliyor. Fakat, vücut dokularına etki edebildikleri zaman bütün ışınların etkisi aynı oluyor.

Sonuç olarak, bu takımlarla yemek yemenin bir sakıncası yok. Ancak, takımın bir parçası, ufacık olsa bile, kırılıp yanlışlıkla yutulursa, o zaman ölümle sonuçlanacak rahatsızlıklarla karşılaşmak çok mümkün. Kısa vadede ölümcül olmasa bile, vücuda önemli derecede zarar verecektir ve

Radyasyon hayatımıza nispeten çok yeni girmiş bir olgu. Vücudumuza neler yaptığını bilsek dahi, hakkında öğreneceğimiz çok fazla şey var. Umarım bir gün radyasyon kaynaklı rahatsızlıkların tedavi edilmeye başlandığını da görebiliriz.

Ebay'den "uranium glass" araması yaptırınca karşınıza çıkan sonuçlardan çok kısa bir kesit. Görseldeki vazo kızılötesi ışıkla aydınlatıldığı için parlıyor.

Van Gogh müzesi soygunu.

“Resim” denince akla gelen birkaç ikonik isim var. Bu isimleri resim sanatıyla hiç ilgilisi olmayan insanlar bile bir biçimde duymuşlardır. Rembrandt, Da Vinci, Frida Kahlo, Picasso, Van Gogh ilk anda hiç düşünmeden hemen herkesin sayabileceği isimler. Sanatta sadece yapıtları değil, kişilikleri ile de iz bırakmış, yeri gelmiş çok geniş kitleleri yönlendirmiş kişiler bunlar. Bazı insanlar için bu sanatçıların eserlerini izlemek, gözlerine ziyafet çektirmek yetmiyor. Bazı insanlar bu eserlere sahip olmak istiyor. Belki sadece maddi sebeplerle, belki de onlardan bir parçaya sahip olurlarsa kendilerini bu sanatçılara daha yakın hissedebileceklerini düşündükleri için. Veya sadece sahip olabileceklerini diğer insanlara göstermek için. Nedenleri çok önemli değil.

Tarihimiz boyunca sanat hırsızlıkları büyük ses çıkarmıştır. Ama çalınan eser ne kadar değerli ve ünlü, ki biri diğerini izler her zaman, Mona Lisa’da olduğu gibi, o kadar büyük ses getirir halk arasında. Özellikle, çalınan eser o halk için çok şey ifade ediyorsa.

Vincent Van Gogh, Hollanda halkı için çok değerli bir kişi. Sadece ürettiği eserleri ile gurur duydukları bir sanatçı değil, kendisinden sonra gelen ressamlara örnek olmuş, kendisinden önce ortaya çıkan akımlara, kalıplara baş kaldırmıştır. Fakat birçok kişi onu “kulağını kesen ressam” olarak bilir. Benim aklımda ise, madenlerde papazlık yapması ve yaşadığı her aşk acısıyla biraz daha dünyadan uzaklaşan bir insan olarak yer alıyor kendisi.

Hayatı boyunca sadece 1 adet tablosu satılan Van Gogh’un anısına 1973 yılında Hollanda’nın başkenti Amsterdam’da bir müze açıldı.


Daha önce Mona Lisa’nın çalınması ile ilgili bir yazı hazırlamıştım. Geçenlerde benzer bir soygunun çok daha yakın bir tarihte Hollanda’da bulunan Van Gogh Müzesinde de yaşandığını öğrendim. Soygunun basitliği, güvenlik görevlilerinin bir şey yapamaması, modern suçla savaş yöntemlerinin başarısını ve aynı ölçüde başarısız olmalarını görmek, konu hakkında beni heyecanlandırdı. Konu Van Gogh gibi bir sanat devi de olunca, kendimi tutamadım. Araştırdım. Ve sonrada bu yazıyı yazmaya cesaret edebildim.

Octave "Okkie" Durham
Hırsızlığın “kahramanları” Octave Durham nam-ı diğer “The Monkey” yani “maymun” ve ortağı Henk Bieslijn. Van Gogh müzesine girip, 2 tabloyu alarak çıkmaları 3 dakika 40 saniye sürmüş. Yani 220 saniye.

Ekip, ellerindeki merdiveni müzenin duvarına dayayıp, çatıya tırmanıp, camı balyoz ile kırarak müzeye giriyor. Camı kırdıkları anda alarmlar çalmaya başlıyor. İkili, camda açtıkları delikten geçmeden önce, çıkmaları için bir ip bağlamayı ihmal etmiyor. Delikten geçerken kafalarından düşen şapkaları ve kar maskelerini vakit kaybetmemek için umursamıyorlar. Seçtikleri eserler ise ressamın 1882 yılında yaptığı "View of the Sea at Scheveningen" ve 1882-1884 yılları arasında yaptığı “Congregation Leaving the Reformed Church in Nuenen”. Durham ve Biesjin’in bu iki tabloyu seçmesinin sebebini Durham, “müzeye girdikleri noktada, kendilerine yakın olan en ufak 2 tablo” olmaları olarak açıklamış.

Müzenin güvenlik görevlileri, alarmlar çalar çalmaz hırsızların bulunduğu yeri tespit edip hemen ulaşmışlar ama, burayı çok seveceksiniz, müze güvenlik görevlilerinin bu olaylara müdahele etmesi yönetim tarafından yasaklandığı için, hiçbir şey yapamamışlar. İkili, tabloları aldıktan sonra, daha önce sarkıttıkları ipten tırmanıp, merdiveni kullanmayı gerek görmeden atlayarak müzeden çıkıyorlar.

Octave Durham bu anları, “polisler geldiği zaman daha müzeden ayrılmamıştık. Polislerin yanından geçerken, radyo konuşmalarından beni aradıklarını duyabiliyordum. Aradıklarının benim olduğumu bilmiyorlardı. Önlerinden geçerek oradan uzaklaştık” diyerek anlatıyor.

Octave Dunham, eve vardığı zaman deniz manzarası resmini çerçeveye bağlayan klipsleri tuvalete, çerçeveyi ise bir kanala atmış.

Cor van Hout (soldaki)
Octave, eserleri serbest piyasada satamayacağı için, yer altı dünyasından yardım istemiş. 1983’te bira devi Alfred H. Heineken’i kaçırmaktan hüküm giyen Cor van Hout ile anlaşan, Octave’ın şansı yerinde gitmemiş. Satışın gerçekleşeceği gün van Hout vefat etmiş.

Müzenin küratörü Nienke Bakker, soygundan sonra “Gerçekten çok kötü bir gündü. Hırsızlıklar her zaman travmatik olaylar ama, müze ve barındırdığı eserlerin bütün bir topluma hatta dünyaya ait olduğunu düşününce, hele ki böylesine barbarca bir şekilde, travmanın şiddeti daha da artıyor” açıklamasında bulunmuş.

Daha sonra Octave ve Henk, o zamanlar Amsterdan’da marihuana satan Raffaele Imperiale ile bağlantıya geçmiş. İki tablo için 350.000 Euro’ya anlaşılmış. Bugünün kuruyla aşağı yukarı 2milyon 500bin lira yani. (Nisan 2020 kuru) 2 Van Gogh için, bedavadan biraz pahalı. Daha sonra mahkemede Imperiale’nin avukatı savunma olarak, Imperiale’nin tabloları alırken çalındıklarını bildiğini ancak “kendisinin sanata çok önem verdiğini” ve “çok iyi bir anlaşma olduğu” için aldığını belirtmiş.

2002 model Mercedes E320


Hırsızlarımız bu parayı aralarında eşit paylaşmışlar ve 6 hafta gibi bir sürede harcamışlar. Octave Dunham “motorsikletler, Mercedes E320, kız arkadaşım için elbise ve pırlantalar ve elbette New York gezisi” olarak özetlemiş.

Bu harcamalar polisin işini kolaylaştırmış. Zira, ilk günden beri şüpheliler arasında yer alan Octave Dunham’ın telefonları dinlenmeye başlanmış. Hatta, göz altına almak için dairesine bir baskında düzenlenmiş. Ancak Octave Dunham dairesinin diğer tarafından “tırmanarak” kaçmayı başarmış. Lakabının hakkını vermiş yani; Maymun. Ve ilk fırsatta Marbella, İspanya’ya kaçıyor.

Polis yaptığı aramada tabii ki tablolara ait bir iz bulamamış. Tabloları alan Raffaele Imperiale, tabloları İtalya’ya kaçırıp orada gizliyor.

Raffaele İmperiale, Dubai


2003’ün Aralık ayında nihayet polis tarafından yakalanıyor Octave. Ve ceza evine konuyor. Octave ve ortağı müzede bıraktıkları şapka ve kar maskesinden elde edilen DNA delilleri ile 4 yıl ve 4 yıl 6 ay hapse mahkûm ediliyor ama sadece 25 yatıyor. 2006 yılında hapisten çıkan Octave, başarısızlıkla sonuçlanan bir banka soygunu sonrası tekrar demir parmaklıklar arkasında buluyor kendini. Hapisten çıktıktan sonra, 2013 yılında, hala tamamen masum olduğunu iddia etse de, müze yetkililerine tabloları tekrar ele geçirmeleri için yardım edebileceğini, onlar için tabloları satın alabileceğini söylüyor. Tabii müze yetkilileri bu teklifi reddediyorlar.

Tüm bunları dışında, bu iki eser serbest piyasada hiç satışa çıkmadığı için belirli bir değerleri yok, en azından Lidyalıların icadı para bazında. Çalınan tablolar;

View of the Sea at Scheveningen


Congregation Leaving the Reformed Church in Nuenen


2015 yılında Octave, hala tamamen masum olduğunu iddia ederken, bir doküman yapımcısı ile suç hayatından ve bütün borçlarını ödemeye (E320’yi hatırladınız değil mi?) yetecek bir meblağ karşılığında yardım etmeyi teklif ediyor.

Daha sonradan bu belgeseli çekse de, belgesel yapımcısı ücret ödenmediğini açıklamış.

Uzun bir süre hiçbir suçu ve iddiayı kabul etmeyen Octave, yine aynı belgeselde “Müzeye, sanata karşı özel bir ilgim olduğu için girmedim, Sadece yapabildiğim için girdim. Bir hırsız bunu yapar.” açıklamasında bulunuyor.

İtalyan finanslar suçlar şubesinin çabaları neticesinde, tablolar Napoli’de, meşhur Pompei yakınlarında ele geçiriliyor. Tablolar Camorra suç örgütünün bir üyesi olan, Raffaele Imperiale’nin annesinin Pompei yakınlarında bulunan evine saklanıyor. İtalyan polisinin yaptığı aramada, duvarlardaki gizli bölmeler ve arazide değeri 20 milyon euro’yu geçen tarihi eser, nakit ve tablolar ve ufak bir uçak ele geçiriliyor. Tarih 30 Eylül 2016.

Polisin buraya odaklanmasının sebebi ise, Raffaele Imperiale’nin Dubai, İspanya ve Man Adalarında uyuşturucu trafiğine karışması. Buralarda yapılan tutuklamalar, bilmecenin parçalarının tamamlayarak, cevabın Pompei’de olduğunu göstermiş polislere. Özellikle Mario Cerrone isimli bir tanık, ifadesinde, tabloların yerini tam olarak anlatmış.

2013-2014’te, Raffaele Imperiale yasal olarak işlettiği inşaat işleri için Dubai’ye gitmek için Hollanda’dan ayrılmış ve burada uyuşturucu ticareti suçundan tutuklanarak yargılanmış, 20 yıl hapis cezasına çarptırılmış.

Bütün bunlar olup biterken, Octave Dunham suç hayatına nokta koymuş, müzisyen olan kızına asistanlık ve şoförlük yapmaya başlamış.

View of the Sea at Scheveningen resminin sol alt köşesindeki ufak hasar dışında, Octave çatıdan atlarken oluşan hasardan, başka bir hasar olmaması, müze yetkilileri tarafından mucize olarak tanımlanmış. Ve nihayet eksik 2 Van Gogh, müze duvarında yerlerini tekrar almış.


Konuyla ilgili internette müze yetkililerinin, polislerin, sanat yorumcularının oldukça fazla yorumu ve açıklaması var. Ancak ben bunların hiçbirine değinmek istemedim. Yazıya sanat ve suç olarak yaklaşmak istedim. Yoksa müze yetkililerinin durumdan hoşnut olmadıklarını, eleştirmenlerin özellikle müze güvenliği sebebiyle yetkilileri eleştirdiğini uzun uzun anlatmaya gerek yok. Sanat eserleri sadece biçilen maddi değerleri kadar değerli değiller. Bunun en güzeli örneği, yapılan onlarca replikaları, çekilen fotoğrafları ve kopyaları.

Eğer yazımı buraya kadar okumuşsanız, sizden Van Gogh’un hayatını şöyle bir yarım saat araştırmanızı rica ediyorum. Türkçe çok güzel kaynaklar var. Bir sanatçının hepimizin yaşadığı şeylere nasıl tepkiler vererek bu kadar güzel eserler ürettiğini anlamanızı rica ediyorum.

Eğer ilgilenirseniz, Mona Lisa’nın çalınması hakkında ki yazımın linkini aşağıda bulabilirsiniz.

Okuduğunuz, vakit ayırdığınız için teşekkür ederim.

https://arasinadasi.blogspot.com/2017/11/mona-lisa-neden-bu-kadar-degerli.html


V for Vendetta maskesi


            Hatırla, hatırla... Kasımın 5'ini hatırla...

            Taksim Gezi Parkında ki ağaçların kesilmesini engellemek için yapılan oturma eyleminde zabıtaların protestoculara saldırmasıyla alevlenen Gezi Parkı olayları hepimizin hafızasında. Saman alevi gibi yayılmıştı olaylar. Ve bir anda hükümetin icraatlarından memnun olmayan her çevreden insan gösterilerde kendilerine yer bulmuştu.

            Gösteriler sırasında yüzlerini kapatmak isteyen birçok protestocu, “V for Vendetta Maskesi” denilen, maskeden takıyorlardı. Beni çok eğlendiren bu tanım hakkında arkadaş ortamlarında çok konuşmuştum, şimdi de yazmaya karar verdim.

            Dünya gündemine 2005 yılında vizyona giren, başrollerinde Natalie Portman ve Hugo Weaving’in bulunduğu V for Vendetta filmi ile oturan bu maske, 1982 yılında yayınlanmaya başlayan aynı isimli çizgi romanla hayat buldu. Yaratıcılık konusunda ciddi sıkıntıları bulunan ve çizgi roman ve (hiç sevmediğim bir tanım olan) video oyunu uyarlamalarıyla seyirci çekmeye Hollywood’un V for Vendetta’yı keşfetmesi de uzun sürmemiş. Ve, ilginç bir biçimde, filmde yaşanan olaylar (çizgi romanı okumadığım için, film üzerinden yorum yapıyorum) geçmişte yaşanan bir olayı, 1605 yılında ortaya çıkartılan “Gunpowder Plot” (Barut Komplosu) sunu işliyor. Maskeye yüzünü işleyen kişi ise, komplonun da yüzü olan, filmde “V” karakteriyle hayat bulan Guy Fawkes. Komplonun temelleri ise özgürlükten ziyade, dine dayanıyordu.



İngiltere tarihinde Katolik ve Protestan inançları arasında yaşanan çekişmenin en önemli sebeplerinden biri siyasi güçtü. Az sonra okuyacaklarınızın hepsi 16yy’da İngiltere Kralı 8.Henry’nin (1491 - 1547) Vatikan’ın İngiltere üzerindeki azaltması ve metresi Anne Boleny ile evlenebilmesi için eşi Aragornlu Catherine’den boşanabilmesi için Angelikan Kilisesini kurmasıyla başlıyor. Bu hareketi aynı zamanda “İngiltere Reformu” olarakta geçer. İçinde hem din, hem siyaset hem de aşk olan bir konu olarak tahmin edebileceğiniz gibi oldukça karmaşık bir konu. Konu ile ilgili Başrolünde Jonathan Rhys Meyers bulunan Tudors dizisini izlerseniz yaşananları, tabii ki ekrana taşınan haliyle, anlayabilirsiniz. Güzel bir dizidir aynı zamanda.

http://www.imdb.com/title/tt0758790/


         
8. Henry’nin beni en çok rahatsız eden davranışı ise, ünlü yazar ve devlet adamı Thomas More’u idam ettirmesidir. Kendisi “Ütopya” kitabının yazarıdır. Şahane bir kitaptır, zamanının çok ötesindedir. Herkesin okuması gereken bir kitaptır. Hakkında konuşmak benim haddime düşmez. O yüzden sadece “okuyun” diyebiliyorum. Özellikle İİBF öğrencileri ve mezunları.

            8.Henry’nin kızı 1.Elizabeth (1533 - 1603) döneminde, özellikle Elizabeth’in 1570 yılında Papa 5. Pius tarafından aforoz edilmesinden sonra katolik kilisesine uygulanan ağır baskının devamında 1604 yılında kilise İngiltere’de tamamen yasaklandı ve rahipler sınır dışı edildi. İşte bütün hikayenin en önemli noktası bu tarih.

            Guy Fawkes. Yeni neslin “V” olarak tanıdığı maskeye yüzünü veren kişi. 1570 yılında York mahkemesinde avukat olan Edward Fawkes ve eşi Edith’in ikinci çocuğu olarak dünyaya geldi. 8 yaşında iken babasını kaybetti, annesinin yaptığı ikinci evlilikle beraber Katolik oldu. Katolik okullarında aldığı eğitim süresince, ileride beraber ölümsüzleşeceği komplo arkadaşlarıyla tanışmaya başladı. 1591 yılında İspanya’ya gitti ve İspanya adına yeni kurulan Hollanda Cumhuriyetine karşı savaştı. İngiltere’ye döndü, İrlandalılar adına Hollandalılar ile savaştı. 1587 yılında İspanya’ya karşı savaşırken bir çok askeri ile taraf değiştirip İspanya tarafında savaşmaya başladı. 1603 yılında İspanya ordusunda yüzbaşı olması için tavsiye verildi. Guy, aynı yıl İngiltere’de Katolik devrim yapmak için İspanya’dan destek arayışına başladı.

           
1604 yılında Fawkes, Robert Catesby liderliğinde ki, amaçları protestan olan Kral 1.James’i (1566 - 1625) öldürüp, yerine Bohemia prensesi Elizabeth Stuart’ı (1596 - 1662) geçirmek isteyen Katolik bir gruba katıldı. Fawkes ve 12 yoldaşı, 1.James’in parlamentoyu açacağı 5 Kasım 1605 tarihinde parlamento binasını havaya uçurmak için çalışmaya başladı. Lordlar Kamarası altına 36 varil barut istifleyen komplocular, parlamentonun açılışından 1 gün önce yakalandılar.

            Yakalanmaları da biraz enteresan. Komploculardan bir tanesinin, bir yakınına 5 Kasım günü “Katolik kardeşlerinden kimsenin” parlamento yakınında olmaması için uyarıda bulunduğu bir mektup gönderiyor. İngiliz istihbaratının eline geçen bu mektup, ilk etapta ciddiye alınmasa da, 1 Kasım günü mektubu gören 1.James, belki de babası da bir patlamayla öldüğü için, konunun üstüne gidilmesini emrediyor. Ve, komplocuların “inine” yapılan ikinci baskında, suçüstü yapılmasıyla, Barut Komplosu sona eriyor.

            Evet, ikinci baskın. Komplonun erken dönemlerinde İngiliz İstihbaratı bir baskın daha yapmış, ancak suç unsuru oluşturacak bir şey bulamamışlardır. Peki bu baskınlar nereye yapılmıştı? Neredeydi bu komplocuların karargâhı? Lordlar Kamarasının sağ çaprazında, sokağın karşısında! Guy Fawkes, o sıralar isim olarak genellikle Guido Fawkes’ı kullanıyordu, 36 varil, 4500kg, barutu bu evin bodrum katında depolamış, “John Johnson” ismiyle Lordlar Kamarasının altında bulunan mahzende bekçi olarak çalışmaya başlamış ve barutu buraya istiflemeye başlamıştı.

            Aradan geçen 400 yıl içerisinde Fawkes, komplonun lideri Robert Catsby’nin önüne geçmiştir. Bunun birçok sebebi olabilir. Robert Catsby zengin bir aileden gelen biriydi. Ailesi ile beraber Katolik inancına bağlılığını korumuş, bunun sonucunda sosyal ve maddi olarak büyük kayıplara uğramış biriydi. Komplonun önemli kısmını sadece planlamamış, finansmanını da sağlamıştı. Bunun yanında Fawkes, pek gösterişli olmayan bir geçmişe sahip, dini için vatanına sırtını dönmüş bir paralı askerdi. Savaş yeteneği ve tecrübelerini İngiltere bayrağı için değil, Katolik inancı için kullanan biriydi. Fawkes’ın bu davranışları bile bazı kesimler tarafından vatana ihanet olarak yorumlanabilirken, onu halka “süper suçlu” olarak daha kolay olabileceğin için Catsby’nin önüne geçtiğini düşünebiliriz. Belki de Catsby’nin İngiliz askerleriyle girdiği silahlı çatışmada ölmesi Fawkes’ı öne çıkardı. Belki de, 4 Kasım günü mahzende 36 varil barutun yanında, cebinde kibritlerle yakalanmış olması.

            Sadece 4 komplocu sağ kurtulabildi. Bu komplocular Kralın emriyle Londra Kulesine götürülüp işkence edildi. Fawkes’a göre komplonun başarısız olması tanrının değil, şeytanın işiydi. Bu 4 komplocu da vatana ihanet iddiası ile yargılandı ve suçlu bulundu. Şubat 1606 tarihinde asılarak, gerilerek ve parçalanarak idam edildiler. 

           
Komplo ortaya çıktıkran sonra Londralıların bunu şenlik ateşleri (bonfire) ile kutlamaları sonucunda, parlamento 5 Kasım tarihini “Guy Fawkes Day” günü ilan etti.
            Bir zamanlar vatan haini olarak simgeleştirilen Guy Fawkes, zaman içerisinde devrimci bir kahramana dönüşmüştür. Bu değişimde ki en büyük adım, 1982 yılında yayınlanmaya başlayan “V for Vendetta” çizgi romanı olmuştur. Bu eserle beraber meşhur maskesine kavuşan Fawkes bir hainden çok, toplumu “zorla iyileştirmeye çalışan bir kahraman” haline gelmiştir. 

            Wikipedia’da ki bir makalede Harry Potter serisinde Dumbledore’un kuşu “Fawkes” ın isminin de Guy Fawkes’tan geldiğine dair bir ibare gördüm. Ancak bana pek mantıklı gelmedi. 

            1847 yılında Lancet gazetesi, gördüğü kırmızı Guy Fawkes maskesi yüzünden korkup ölen 2 yaşında bir çocuktan bahseden yazı yazmış mesela. 

            Tekrar V for Vendetta’ya dönüyorum. Çizgi romandan etkilenilerek hazırlanan maske ilk olarak, 4chan üzerinden organize olmaya başlayan, dünya çapında bir çok bilgisayar korsanının bir araya gelip, doğru olanı yapmak adına hiçbir kanunu tanımayan, ne kadar karmaşaya yol açacağını umursamadan hareket eden Anonymous’un simgesi olarak dikkat çekmeye başladı. Ve “barut” alevi gibi yayıldı…