gelecek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
gelecek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

"Şimdi ben bununla aynı havayı mı soluyorum??" sorusunun cevabı burada;



Nefes al. Nefes ver. Nefes al. Nefes ver. Az önce, bu cümleleri okuyan bir çok insan gibi, istemsizce nefes alıp verdiniz ve şimdi reflex olarak nefes almadığınız için bana kızgınsınız belki. İnsan olarak, homo sapiens, bir kara canlısıyız ve otomatik olarak nefes alıyoruz.

Bir kara canlısı olarak nefesimizi en fazla yaklaşık 5dk kadar tutabiliyoruz. O da özel durumlarda. Bir çok sıradan insan için 45 saniye oldukça iyi bir süre.

Sadece bulunduğunuz coğrafya ya da yükseklik değil, yılın hatta günün belli zamanlarına göre nefes aldığınız zaman akciğerlerinize çektiğiniz oksijen miktarı değişiklik gösterebiliyor. Örnek olarak Everest, K2 gibi zirvelere tırmanacak dağcılar bir noktadan sonra oksijen miktarı düştüğü için yanlarına oksijen tüpü alarak tırmanmaya başlar. Bunun yanında deniz seviyesindeki yerler oksijen bakımından daha doygundur. İnsan vücudu %19’un altında oksijen olan ortamlarda hayatta kalamaz. Bilinç kapanır, beyin vücut fonksiyonlarını idare edemez hale gelir ve vücut ölür.

Peki nedir bu oksijen? Oksijen, hidrojen ve helyumdan sonra evrende en fazla bulunan ve bildiğimiz anlamda canlı yaşamı için olmazsa olmaz bir elementtir. 8 elektron ve 8 protondan oluşur. Dünya kabuğunda diğer maddelere bağlı olarak çok miktarda bulunmasının yanı sıra atmosferde gaz olarak yaklaşık %21 oranında bulunur. Yakıcı ve aşındırıcı bir gazdır. Ancak aklınıza hemen asit ve benzeri maddeler gelmesin.

Az önce oksijenin bildiğimiz anlamda canlı yaşamı için şart olduğunu söylemiştim. Enteresan bir biçimde atmosferde oksijenin artması gezegenimizdeki ilk “çevre felaketlerinden” biri. Bilim insanlarının “Büyük Oksijen Yayılımı” (Great Oxygenation Event) olarak adlandırdıkları oluşumun yaklaşık 2.4 milyar yıl önce atmosfere yüklü miktarda oksijen salınmasıyla sonuçlandığı düşünülüyor. Peki ne idi bu olay, ne yol açtı? Bitkiler. Dünya üzerinde su içerisinde yaşayan bitkilerin aşırı derecede oksijen üretmesi ile oluşan olay. Bunun neticesinde atmosferdeki oksijen miktarı ciddi bir oranda artmış ve bunun yanında karbondioksit oranı düşmüştü.

Dünya oluştuktan sonra atmosferindeki CO2 (karbondioksit) oranı oldukça yüksek olduğu düşünülüyor. Bu dönemde dünyanın bu günkü güzel yeşil-mavi renginden oldukça uzak olan, mor renkte bir yapısı olduğu düşünülüyor.

Neden bitkiler yeşil?



“Purple Earth” yani “Mor Dünya” ilk oluşan okyanuslarda yaşayan, archaea olarak adlandırılan mikroplar mor renkte idi. Fotosentez için kullandığı düşünülen “retinol” ismi verilen moleküller yeşil ışığı emip, kırmızı ve bordo ışığı yansıtıyor, böylece mikropların mor gözükmesini sağlıyordu. Peki neden mor?

Bunu basitleştirerek anlatmak benim için biraz güç olacak. Güneş ışınları çok geniş bir spektruma sahiptir. Gama, Beta, Alfa, mikrodalga, UV ışınları da spektrumun içinde yer alıyor. Ve spektrumun içindeki her renk yani dalga boyu, farklı enerjiye sahiptir. Ve cisimler, bu dalga boylarını yansıttıkları renklerde gözükürler. Mesela, bütün dalga boyunu yansıtan bir cisim beyaz renkte, hiçbir ışını yansıtmayan bir cisim ise siyah renkte görünür. Mavi ve Yeşil rengi yansıtan bir cisim sarı renkte gözükecektir.

Archaea olarak adlandırılan mikropların o dönemde güneş ışınlarından daha etkin yararlanabilmek adına mor oldukları düşünülüyor. Unutulmaması gereken 2 şey var bu noktada. İlki atmosferin bugünkü yapısından farklı olması. Güneş ışınlarının hangi aralıklarının rahatlıkla yeryüzüne, Archaea’lara ulaştığını net olarak bilmiyoruz. İkinci olarakta Archaea’ların ilkel oldukları gerçeği. Kömür dağının üzerinde outran ancak ateş yakmak için çalı çırpı toplayan atalarımız gibi düşünebilirsiniz.

Günümüzde dominant olan klorofil ise kırmızı ve mavi ışığı emiyor, geriye kalan yeşil ışığı yansıttığı için yeşil gözüküyor. Daha fazla ışığı kullanabilen klorofil, rentolden daha verimli olduğu için, zamanla dünya günümüzdeki “yeşil” görünümüne kavuştu.Bu değişimle beraber atmosferdeki oksijen miktarı büyük miktarda arttı. Aslında, öyle ki, bitkilerin yaydıkları yüklü miktardaki oksijen, dünya tarihindeki en büyük çevre kirlenmesi olarak kabul ediliyor.

Atmosferdeki bu yüklü oksijen artışı zaman içerisinde dinazorların evrimleşmesine izin verecekti. Peki oksijen büyük çaptaki etkisini nasıl yaptı? En ufak parçalardan, hücrelerden başlayarak elbette. Oksijenin hücresel açıdan önemi, yiyecekleri okside etmesi, yani “paslandırması” ve bu şekilde dağılmalarını sağlayarak hücrelerin mitokondide ATP, stiplazmada ise şeker  yani enerji üretebilmesini sağlamak. Sonrasında ise enerjinin yakılarak kullanılmasını sağlamak.

Gezegenimizde üretilen oksijenin sadece %28’i ağaçlar tarafından üretiliyor. Kalan kısmın %70’i ise deniz bitkileri tarafından üretiliyor. Yine fotosentez ile. Deniz bitkilerinin güneş ışığına erişiminde fazla bir sıkıntı olmasa da, karbon konusunda karadaki kardeşleri kadar şanslı gözükmüyorlar. Fakat, oksijenin zaman içerisinde toprak içerisindeki demiri okside etmesi, yani paslandırması sebebiyle, denizlerde de bitkiler için yeteri kadar karbon bulunuyor. Bunun yanında başta balinalar tarafından da tüketilen Planktonlarda öldükten sonra çözünerek karbon döngüsüne geri dönüyor. Fakat, karbon döngüsündeki en önemli madde jeoloji ile alakalı. Konuyu çok uzatacağı için o kısma girmiyorum ancak, gezegenimizin “kar topu dünya” dan kurtulup bu günkü haline gelmesini sağladı. Deniz bitkilerinin tek farkı oksijen üretirken bir yandan da havayı bizim yerimize temizlememeleri.

Peki bitkiler nasıl oksijen üretiyor?


Burada bir sorun ortaya çıkıyor. Ormanlar arttıkça dünyanın ısısı düşüyor ve bu okyanuslardan üretilen oksijeni azaltıyor. Korunması gereken bir denge var mevcut canlılar için. Okyanus, akıntı sıcaklıklarının korunması basında sadece fırtınalarla ve daha çok balina ve yunuslar kastedilerek “deniz yaşamanın korunması” olarak bahsediliyor. Bunun yanında değişen sıcaklıkla beraber değişen denizin tuzluluk oranı da var. Aşırı veya eksik tuz oranı, deniz bitkilerini de olumsuz etkiliyor. Bu bitkilerin su altındaki yaşayan diğer canlılar içinde bir saklanma ve yaşam alanı oluşturuyor.

Peki bitkiler bu karbondioksiti, güneşi ne yapıyor? Dünya üzerindeki canlıların tamamı karbon bazlı. Ve bitkiler bu karbonu büyümek için kullanıyor. Ağaçları kocaman birer karbon yığını olarak kabul edebilirsiniz yani. Şekeri yakıt olarak kullanan bitkiler, oksijeni ise kendilerine zararlı olduğu için kendilerinden uzaklaştırıyorlar.

Peki o zaman bitkiler neden oksijen üretirken, gece oksijen tüketiyorlar? Sorunun cevabı yanma ve yangın üçgeni. Oksijen olmadan ürettikleri enerjiyi yakamazlar ve harcayamazlar. Gündüzleri çalışan bitkiler karınlarını geceleri doyuruyor yani. Gündüz ürettikleri oksijen miktarı gece tükettiklerinden fazla olduğu için, kendi hayatlarımız için korkacak bir şey yok.

Fotosentez doğanın “mucizelerinden” biri insan oğlu elbette bu kimyasal olayı çözüp, faklı şekillerde yararlanmak istiyor. Aklıma gelen ilk uygulama alanı, geleceğimizin yattığı yer olan uzay. Uzay araçlarına herşey gibi oksijende dünyadan taşınmak zorunda. Oksijen dünyada bol miktarda bulunsa da, sadece gaz formunda değil, CO2, CO vs diğer şekillerde de, uzayda bu kaynakları kullanabilecek seviyeye gelemedik henüz. İşte bu durumda uzayda gerçekte ciddi anlamda bolca bulunan suyu kullanarak üretilebilecek oksijen, uzayda insan yaşamanın sürekliliği için büyük önem taşıyor.

Biliminsanları fotosentezi laboratuvar ortamında gerçekleştirebilmek için güneş ışığı yerine lazer kullanmayı denemişler ve başarılı da olmuşlar.

Fotosentezi anlamak


Bitkilerin nasıl büyüdüğü ile ilgili tarih boyunca bir çok araştırma yapıldı. Ancak yakın zamana , elektron mikroskopunun icadına kadar, tam işleyişin nasıl olduğunu kestirmek mümkün olmamıştı. Mesela antik yunanlılar bitkilerin sadece topraktan beslendiğini düşünüyorlarmış. 1580 – 1644 yılları arasında yaşamış olan Jan Baptist Van Helmont, yunanlıların bu fikrini 5 yıl süren bir deneyle ispatlamaya çalışmış ancak deney ağacının 5 yıl içerisinde 74kg ağırlık kazanmasına ragmen diktiği toprağın ağırlığının neredeyse hiç değişmediğini tespit etmiş. Aradaki farkın tamamen sudan kaynaklandığını düşünmüş.

1733 – 1804 yılları arasında yaşamış olan Joseph Priestley, bitkilerin oksijen ürettiğini kapalı bir fanusta yaptığı deney ile ispatlamış. Priestley, fanus içinde bitki ile beraber bir mum yakmış. Fanus içerisindeki hava tükenince mum sönmüş. 27 gün sonra ise, Priestley mum tekrar yakmayı başarmış.

Uydu görüntüleri kullanılarak yapılan araştırmalara göre, bir bölgede üretilen oksijen veya diğer gazlar, şiddetli bir rüzgar akımı olmazsa o bölgeyi terk etmiyor. Biz buna daha çok hava kirliliği konusunda alışığız. Ancak “Dünyanın Akciğerleri” Amazon Ormanlarında üretilen oksijenin bölgeyi terk etmemesi, bizim gibi oksijene bağımlı canlılar için büyük bir handikap. Tabii bu olgu bazı bölgelerin neden oksijen zenginiyken diğer bölgelerin sadece “nefes alınabilir” olduğunu da açıklıyor.

Hava kirliliği bu konuda bazı noktalarda yararlı olabiliyor. Hawai’de yapılan bir araştırmada, fosil kaynaklı karbondioksit yayılımının yüksek olduğu dönemlerde ağaçların da daha fazla oksijen ürettiği tespit edilmiş. (Scripps O2 programı, 2000-2012 arasında yapılan araştırma). Fakat burada unutmamamız gereken bir şey var, araştırmanın yapıldığı yer, Manua Loa, Hawai’nin en büyük adası, okyanusun ortasında, diğer kıtaların, şehirlerin etkilerinden uzakta ve doğal güzellikleri korunmakla kalmayıp, sürekli geliştirilen bir yer. Aynı etkiyi betonarme şehirlerimiz İstanbul, Ankara ve İzmir için beklememiz hayalperestlik olur maalesef.

Mevsimsel olarak ele alındığı zaman ilk bahar bitkilerin en çok oksijen ürettikleri dilim. Bir insan dakikada 7-8litre oksijen solurken, gün sonunda bu rakam 570lt ulaşır. Fakat, solunurken alınan “havanın” tamamı akciğerlere ulaşmaz. Nefes alınırken ciğerlere varan havanın %21’i oksijen iken, nefes verirken ciğerlerimizi terk eden “hava”nın %16’sı oksijendir. Bu sayede sunni solunum yapılırken yapılan kişinin ciğerlerine oksijen ulaşır.

Ciğerlerimize giren havanın bir kısmının tekrar dışarı çıkması ile etrafımızdaki insanlarla “aynı havayı” soluyabiliriz ancak, bir sokak ötedeki veya başka bir şehirdeki insanlarda bu pek mümkün değil. 25.000.000.000.000.000.000.000. Bu her nefes aldığınızda ciğerlerinize çektiğiniz molekül sayısı yaklaşık olarak. 25 sekstilyon (evet, bu 10 üzeri 21 demek oluyor). Bu şekilde düşünürseniz, bu moleküllerden bir kısmının rüzgarın etkisi ile dağıldığını ve Donald Trump, Vladimir Putin ve Adriana Lima ile aynı havayı soluduğunuzu düşünebilirsiniz. Veya geçmişten birileriyle, Adolf Hitler, Ronald Reagan, Atatürk, Marlon Brando.

Rakamlara istediğinizi söyletebiliyorsunuz neticede. Ancak çok büyük sayılar olsa bile biraz mantıklı düşünmekte fayda var diye düşünüyorum.

Birkaç yıl önce oluşmuş veya birkaç km ilerideki birinin soluduğu, sonra kalan %5'lik kısımla vücudunu terk edip size ulaşması olasılığı çok düşük.

Ancak, eğer bu kişi ile aynı ortama girerseniz, oda, sınıf vs. o zaman bu ihtimal çok yükseliyor. Zaten hava yoluyla yayılan hastalıkların yayılma yollarından önemli biri de bu.

Nasa bir kişi için ortalama 422 ağacın oksijen ürettiğini hesaplamış (2013). Tabii bu sayıya gezegenimizdeki diğer canlılar dahil değil. Ancak Nasa bu sayılara bir şeyi daha katmamış; denizde üretilen oksijen.

Deniz içerisinde üretilen bu oksijen daha sonra suyun güneş ısısıyla buharlaşmasıyla beraber atmosfere karışıyor.

Oksijenle ilgili bir diğer önemli nokta, vücudumuzun su olarak ihtiyaç duyduğu formu. Bildiğiniz gibi vücudumuzun %70’i sudan oluşuyor. Hücre bazında düşününce, bu oran bazı hücrelerde %90’a kadar çıkıyor. Ve bu hücrelerin hayatlarını sürdürüp, işlevlerini düzgün sürdürebilmesi için suya daha çok ihtiyaçları var.

Ayrıca bir çok zararlı bakteri için oksijen zehirli bir ortam oluşturur ve ölmelerine yol açar. Peki bitkiler gündüz CO2 solurken gündüzleri neden oksijen solumaya başlarlar?

Cevap çok basit; YANGIN ÜÇGENİ

Ürettikleri şekeri yakıp enerji elde edebilmeleri için oksijene ihtiyaçları vardır. Oksijen olmadan hiç birşeyi yakamazsınız. İşte bu yüzden bitkiler gündüzleri oksijen, geceleri karbondioksit üretir.







6. toplu yokoluş (veya 7. hiç birinde orada yoktum, o yüzden sayamadım)

Soy tükenme başlıklarının reklam yüzü Kutup Ayısı


* Bu yazının herhangi bir amacı yoktur.



                       Yaklaşık 4 milyar yıldır dünyada hayat olduğu tahmin ediliyor. Tahmin ediliyor derken, sürekli yeni fosiller bulunuyor, yeni canlılar bulunuyor, yeni fikirler ortaya çıkıyor. Bunlar üstüne çok fazla yazmak istemiyorum, zira tamamen farklı bir konu. Bunun yanında altı ayda bir büyük keşifler olabilen bir alan hakkında yazı yazmak gözümü de korkutuyor.

                    Son bir kaç yıldır küresel ısınma ve soyu tükenen hayvanlar oldukça fazla konuşulan konulardan biri haline geldi. Bu elbette güzel bir şey. Ancak keşke dönüp dolaşıp "kendimizi yok ediyoruz" noktasına gelmese. İnsanlık olarak keşke bir işi de bencilleşmeden yapmaya çalışsak.


                   Çok bencil canlılar olarak, gelişmemizi de, gezegenimizin nefes alış verişlerini de hep "acaba hayatımızı nasıl etkilecek" şeklinde yorumluyoruz. Aklımıza hep ilk o soru geliyor;" bize ne olacak?". Sorunlarımızın çözümü için hep "daha önce olmadığımız yerlere gitmeye" çalışıyoruz. Bu önceden yemeğin, suyun bol olduğu, sıcaklığın uygun olduğu yerlerken, sonra tarıma uygun yerlere yönelinmeye başlandı. Şimdi ise özellikle yer altı kaynaklarına yakın yerlere gitmeye çalışıyoruz. Eğer gidemeyeceğimiz bir yerdeyse bu kaynaklar, en kolay bir araya getireceğimiz yerlere gidiyoruz. Kocaman kocaman, yolların kesişme noktalarında ki şehirlere.

                   İnsanların bu hareket biçimi hiç değişmedi. Hep bir şeyleri aradık. Yakmak için, yemek için, bükmek için, kesmek için. Ve yaralarımızı iyileştirmek için. İnsanoğlu bunun için önce doğaya, sonra bilime yöneldi. Şimdi tekrar doğaya, bilimin ışığında yöneliyor. Dediğim gibi, gelişiyoruz. Ama nasıl...

                  Bu biraz arı kovanına çomak sokmak gibi oldu. Bilmeyenler için söyleyeyim, bir çok hastalık için üretilen ilaçlar, doğadaki hayvanların, bitkilerin zehirlerinden üretiliyor. "Neden?" diye soracak olursanız, zehirlerin her biri vücut üzerinde farklı bir veya daha fazla noktaya etki eder. Çalışmasını engelleyerek veya daha fazla çalışmasını sağlayarak, vücut dengesinin bozulmasına sebep olur. Kullandığımız ilaçlarında yan etkilerinin olması bundandır.

                   Şu anki teknoloji seviyemiz, bilindiği kadarıyla tabii ki, insanlığa yeni hastalıklar üretme kapasitesini kazandırmış durumda. Elbette, teoride, bunlar için gerekli ilaçları, aşıları da. Ama, konumuz aslında bu değil. İlk paragrafta bahsettiğim küresel ısınma gerçeği maalesef gezegen üzerinde ki hemen bütün canlıları tehdit ediyor. Ancak bir tanesi var ki, onlar için tek tehdit, kendini gezegenin apex türü zanneden insan.

             Biraz dağınık ve karışık giriş kısmında sonra, konuya gireyim artık.

              







                       Virüslere karşı verdiğimiz amansız bir mücadele var. Çünkü virüsler "kötü". Ancak, virüslerin soylarının tükenmesi konusunda hiç bir sıkıntımız olmadığı gibi, bu konuda ki mücadeleyi de eleştiren hiç bir kısım bulunmuyor. Çeşitli sebeplerle ilaç kullanmayı reddeden kişiler dışında. Bunu da anlamıyorum. Farklı sebeplerle, dini, felsefi, korku bunun gibi ilaçları reddediyorsun ama, insan üretimi, yapay olan bir çok şeyi de kullanmaya devam ediyorsun. İnsan olmak "yaratıcı" olmaktır. Bunun bir parçasını kabul edip, bir parçasını reddedemezsiniz.

                   Virüslerin doğada, kendilerinde başka bir düşmanı yoktu. Ta ki insanlar küflerden, bitkilerden virüslerin "tedavisi" için gerekli "ilaçları", yani zehirleri temin etmeye başlayana kadar.

                   Virüs nedir?Virüsleri memeliler veya kertenkeleler gibi tanımlamak maalesef mümkün değildir. Bunun sebebi ise hem onlar hakkında çok az şey bilmemiz, hem de diğer canlı
Az önce dünya üzerinde 4 milyar yıldır hayat olduğu tahmin edildiğini yazmıştım. Bu hayat ne maymun, ne dinazor, ne insan ne de bakterilerden oluşuyor. Virüsler. Gezegenimizde en uzun süredir yaşayan "canlılar" virüsler. Ve gezegenlerini kimseyle paylaşmak istemiyorlar! Sadece ihtiyaçları olduğu kadar "kaynağın" hayatta kalmasına izin veriyorlar. Virüslerin çoğalması için diğer canlılara ihtiyacı var. Eğer, bulundukları ortamda yerleşebilecekleri, üreyecekleri canlılar olmazsa, onlar da varlıklarına devam edemiyorlar. Matrix filminden şu sahne, konuyu çok güzel özetliyor; formlarından çok farklı bir yapıya sahip olmalarıdır. Şöyle ki, virüslerin diğer canlılardan, özellikle bakteri ve mikroplardan çok çok daha basit bir yapıya sahip olmaları sebebiyle, "canlı" olup olmadıkları konusunda bile bir çok tartışma mevcuttur. Bazı tanımlarda "yaşamın kıyısındaki organizmalar" olarak geçerler. "Hayatta kalmak için", tıpkı "asalak" canlılar gibi bir konağa ihtiyaç duyan virüsler, konak olmadan çoğalamadıkları için asalak, yani "parazit" canlılar arasında da yer almıyorlar. Virüslerin yol açtığı hastalıkların başında AİDS, kabakulak, suçiçeği, kızamık, kuduz, sarıhumma, grip, çocuk felçi ve soğuk algınlığı gelir. Evrimin en önemli araçlarından biridir.

Virüsler hakkında daha fazla bilgi sahibi olmak için;

https://tr.0wikipedia.org/wiki/Virüs

adresini ziyaret edebilirsiniz.

              Virüsler ve diğer canlılar, virüslerin bencil davranış biçimlerinden dolayı pek iyi anlaşamıyor. Fakat, doğal hayatta birbirine düşman, av - avcı olan bir çok canlı gibi, virüslerin de doğa da kendine has, başka bir faktör tarafından doldurulamayacak rolleri var. Mesela evrimde ki rolleri sadece "zayıf olanı" veya şanssız olanı öldürmek değil. Hücre içinde ki DNA'nın değişmesini sağlayarak, evrime de katkı sağlıyorlar.

                Şu ana kadar yaşanmış olan bütün kütlesel yokoluşlardan kurtulan virüslerle olan mücadelemizin, insanlığın kendi sonunu getirebileceği konusunda neredeyse hiç düşünülmüyor. Kamusal alanda konuşulan tek şey "süper grip" korkusu ve antibiyotik kullanımının önlenemez yükselişi. Özellikle "Board Spectrum Antibiotics", yani "geniş yelpazede etkili antibiotikler", hastalığın sebebinin tespit edilemediği durumlarda doktorlar tarafından bütün dünyada sıklıkla kullanılıyor. 


   Şimdi, burada bir noktaya değinmek istiyorum. "Tıpta çok ilerlemiş" olabiliriz. Özellikle son 50 yılda. 50 yıl önce de, bir önce ki 50 yıla göre "tıpta çok ilerlemiş"tik. Tıpta sürekli ilerliyoruz. Fakat, doktorlarımız (cerrahlar değil) hala "diplomalı ilaç tedarikçisi" olmanın önüne geçebilmiş değiller. Hastaneye gittiğiniz zaman, rahatsızlığınızın vücudunuza etkisine göre (beyin, kol, kemik, mide vb.) bir bölüme gidiyorsunuz, yapılan kan testlerinin sonucuna göre size bir ilaç veriliyor. Fakat bu ilaçların uzun dönemli etkisini çoğu zaman bilmiyoruz. Düşünün, belki 100 yıldır kullanılan Aspirin'in bile hala yeni yeni etkileri tespit ediliyor. Bunun yanında şu anda kullanımda olan bir çok ilacın test süresi 5 yılı geçmiyor.

             İlaçların prospektüsünde yazan bir çok şey, tıbbi terimler sağolsun, ilaçların bütün etkilerinin tespit edildiği izlenimi veriyor. Ancak, dikkat edin, en altta yazan cümle her zaman aynı; "Beklenmedik bir etkisi olması durumunda doktorunuza danışınız.

            İlaçların vücudumuza ne yaptığını, bu ilaçları geliştiren bilim adamları da, bunları kullanmamızı tavsiye eden doktorlar da bilmiyorlar. Eğer ilaç beklenmedik bir etki yaratırsa, doktorun tavsiyesi ise ya ilacı bırakmak ya da dozajını düşürmek.

            Peki ilaçlarımızı almamalı mıyız? Kesinlikle hayır. Ben de günde en az 2 ilaç kullanan bir insanım (maalesef). İlaçlarımı almadığım zaman yaşadıklarımı biliyorum. Ancak, ihtiyacımız olmadıkça ilaç almamalıyız. "Hastalıklara savaş açmamalıyız".

             Hastalıklar kitlesel evirm yanında, bireysel evrim ve gelişme açısından çok önemli. Yine kendimden örnek vereceğim, eğer ortasonda iki kolumu kırıp 3 hafta okula gidememiş olsaydım, belki de asla okuma alışkanlığım olmayacaktı.

              Virüsler konusunda... Virüslere karşı kazanılan her "zaferin" ileri de çok daha büyük yenilgiye dönüşebileceğini unutmayın. Bu dünyanın 2 milyar yıldır bize değil, aslında onlara ait olduğunu unutmayın.


                İnsanoğlu sadece daha büyük, o kadar.










Ya Mars'ta hayat varsa?

Mars'ın Hubble ile çekilen fotoğraflarından biri.
         Yazıya başlarken öncelikle belirtmek istiyorum ki, yazının sonucunu "Mars'a değil, Venüs'e ilerlemek daha mantıklı" düşüncesine getirmeyeceğim. 
Son zamanlarda çok konuşulan konulardan ikisi Dünya dışında yaşayan canlılar ve Mars'ın kolonileştirilmesi. Özellikle, Mars'ta hayat olabileceği ihtimali üzerinde çok duruluyor. Üstelik büyük bir heyecanla. Bence, insanlar bu konuda haksız sayılmaz. Henüz Mars hakkında bu kadar çok şey bilmezken bile, diğer gezegenlerin aksine, hep bir "Marslı" düşüncesi hakimdi insanlarda. Hiç "Venüslü" veya "Satürnlü" diye bir şey duydunuz mu?
       Henüz 1897 yılında H.G. Wells tarafından yazılan "War of the Worlds" (Dünyalar Savaşı) kitabı, 1938 yılında Orson Wells tarafından haber bülteniymişçesine radyodan yayınlanıp Amerikalıların gönüllerine korku salmadan önce bile bir "Marslı" düşüncesi ve korkusu mevcuttu. Mars'ın Ares ismiyle, Yunanlılar tarafından "savaş tanrısı" olarak görülmesi aklıma gelen en eski bilgi bu konuyla ilgili. Karışıklığa mahal vermeyeyim, Mars ismini Romalılar vermiştir. Ares ismi Mars'tan daha eskidir ve Yunanlılar tarafından verilmiştir..
         Mars, mitolojide Romus ve Romulus kardeşlerin babası olarak görür. Romus ve Romulus ise Roma şehrinin mitolojik kurucusu kardeşlerdir. Star Trek hayranları, Romulanların Roma benzeri hiyerarşisine şimdi bir nebze daha fazla anlam yükleyebilirler. Bunun yanında "Martius" ayı, günümüz Türkiye'sinde ki ismiyle, benim de doğduğum ay olan, eskiden yıl başı olarak kabul edilen "Mart" ismi de Romalıların Mars'ın onuruna verdikleri isim olarak günümüze ulaşmış. Ancak, benim favorim hala "Thor's day" yani Thursday". Yunan mitolojisine daha fazla girmek istemiyorum. Sanırım insanlık Mars'ın sadece gökyüzünde ki "kırmızı nokta" olmaktan ileri gittiğini anlatmayı başardım.
Peki, neden kırmızı?
Mars'ın, çok sevdiğim bir program olan World Wide Telescope'dan alınan bir görüntüsü
          Mars'ın toprağı, tıpkı kardeşi Dünya gibi, büyük oranda demirden oluşuyor. Ancak, yüzeyde çok daha fazla ve oksitlenmesi çok daha yoğun. Evet, oksitlenme. Oksijen. Mars atmosferinde oksijen mevcut. Ancak hemen heyecanlanmayın. Oksijen miktarı, bizim bildiğimiz ve istediğimiz anlamda yaşama izin verecek kadar fazla değil. Bunun yanında hava basıncının aşırı düşük olması da çok büyük bir handikap. Koruyucu giyisiler olmadan Mars'ın kızıl toprağında gezemezsiniz. Tabii, ertesinde hayatta kalmak istiyorsanız.
         "Toprak" burada teknik olarak uygun ve doğru kelime olmadı ama, kulağa güzel geldiği için değiştirmedim.
         Mars'ta hayat bulma çabaları Nasa tarafından büyük bir umutla devam ettiriliyor. Ve yakın zamana kadar bu arayışın olumlu sonuçlanacağı tahmin ediliyor. Peki Mars'ta nasıl bir canlı hayatta kalabilir? Sıcaklık farkının yüksek olduğu, manyetik alanı olmayan, Güneğin bütün radyasyonuna karşı savunmasız, sıvı halde suyun bulunmadığı, aslında sıvı halde hiçbir maddenin bulunmadığı ortamda nasıl bir canlı hayatta kalabilir? Cevap basit; mikrop ve bakteri benzeri, tek veya birkaç hücreden oluşan canlılar.
       Google'dan "Protistler" aratırsanız, benim burada anlatabileceğimden çok daha fazla ve doğru bilgi edinebilirsiniz. Ancak, Wikipedia makale girişi;
"Protistler, ayrışık bir canlı grubudur ve hayvan, bitki ya da mantar olarak değerlendirilemeyen ökaryot canlılardan oluşur. Protistler bilimsel sınıflandırma açısından âlem olarak değerlendirilse de tek soylu değil, kısmi soylu bir gruptur. Vikipedi"
        Büyük ihtimalle bulacağımız canlılar tek hücreli veya mikroskobik canlılar olacak. Bunun sebebi, bir canlının "basitleştikçe", o kadar dayanıklı olması. Tamam, bunu ben uydurdum. Ancak, dünya çevresinde birçok "aşırı" ortamda yaşayan bir çok mikroskobik canlı mevcut. Ph oranı yüksek göllerde, aşırı sıcaklığa ve basınca sahip yer altı sıcak su bacaları etrafında, çok soğuk ortamlarda yıllarca "uyuyarak" hayatta kalabilen, hatta, uzay şartlarında 3 ay hayatta kalabilen canlılar var. İşte, bu sebeplerden dolayı, Mars'ta "küçük gri adamlardan" ziyade, bu çok daha küçük ve diğer canlılar için potansiyel tehlikeli, canlıların olması daha akla uygun. Tabii ki Ay'ın diğer yüzünü göremediğimiz için orada gizli uzaylı üsleri, ABD ve "Sovyet" üsleri olduğunu, Ay'ın aslında hologram olduğu düşünenlerden değilseniz.

Sol tarafta Ay'ın Dünya'dan görünen, sağda ise görünmeyen yüzü


 Ben uzaylı olsam, Jupiter'in uydularından birinde üs kurardım. Zira, Jupiter'in, Güneş'in kendisinden bile daha büyük olan, manyetik alanının oluşturduğu radyasyon, insanların, robotlar aracılığı ile bile olsa, Jupiter'i ve uydularını detaylı incelemelerini uzun bir süre engelleyecek. Nasa'nın son Jupiter görevi Juno ile ilgili;
https://tr.wikipedia.org/wiki/Juno_(uzay_arac%C4%B1)
adresine bakabilirsiniz. Türkçe pek fazla kaynak yok maalesef.
Burada ufak bir bilgi eklemek istiyorum. "Neden robotlar yüksek radyasyon bölgelerinde çalışamıyorlar?" sorusunun cevabı. İki sebebi var, kullanılan kablolar erimeye başlıyor ve kameralar kör olmaya başlıyor. Radyasyon, kameraların CCD'lerini (görüntü işlemcilerini, gözlerimizde ki retina gibi işlev görüyorlar) bozuyor. Bu sebeplerden dolayı Fukushima'da reaktörlerin içine robotlar gönderilemiyor. Robot ustası Japonlar bile henüz bu sorunları aşamadılar.
       Radyasyon, Mars yolculuğu ve Mars'ta yaşam konusunda da oldukça önemli bir etmen. İlk olarak uzaya çıkan her nesne, dünyada olduğundan daha fazla radyasyona maruz kalmaya başlar. Özellikle, dünyanın gölgesinde çıkıp, güneşe direk olarak maruz kalın nesnelerde radyasyona maruziyette artar. Yörüngede ki uydular bu durumlara göre üretilsede, canlıların, ürettiğimiz makinelere göre çok daha hassas olduğunu unutmamamız gerekiyor.
        Bu yazıyı okuyanlar şimdi Fukushima bilgilerinden sonra, yörüngemizde ki uyduların yıllarca maruz kaldıkları radyasyon ile Juno ve Mars görevinde maruz kalınan radyasyon miktarları konusunda hata yapmış olabileceğimi düşünüyor olabilirler. Bu noktada konu, bu yazının biraz dışına çıkıyor ancak şu kadarını söyleyebilirim; radyasyon koruması, 1kg malzemenin uzaya çıkarılma maliyeti ve üretim maliyeti.
        
Merak edip araştırdıysanız veya bir yerlerde denk geldiyseniz eğer, uydu ve diğer uzay araçlarının üretildiği yerlerin genelde "steril" yani, "temiz" ortamlardır. Bu ortamların tek özelliği orada çalışanların en azından saçlarını kapatan galoşlar takması değildir. Bu ortamların özel havalandırması sayesinde, ortamda toz oluşması da engellenir. Evlerde ki temizliğin en önemli sebeplerinden biri olan tozun aslında ne olduğunu hiç merak etmiş miydiz? Çoğunluk olarak duvar boyası ve evde yaşayanların ölü derileri. Evet, çok iğrenç. Temizliğe devam.
         Fakat, uzay aracı üretirken, durum biraz daha farklı hale geliyor. Olay iğrençlikten çıkıp, uzay aracını "kendimizden korumamız" gereken bir duruma geliyor. Bir saç telinin yol açabileceği kısa devre veya enstüramanların yerine oturmasını engellemesi belki size çok basit gelebilir. Ancak, bunlar yaşanmış olaylar. Aynı şekilde, insan dokusu da iletkendir, yani elektriği iletir. Bu da çok çeşitli sorunlara yol açabilir.
            Fakat, benim en çok sevdiğim sebep; hijyen. Nasıl Apollo görevleriyle dünyamıza getirilen kaya örnekleri asla atmosferimizle temas ettirilip kirletilmediyse, bizim de uzaya ne gönderdiğimiz çok önemli. Çünkü asla orada ne ile karşılaşabileceğimizi bilmiyoruz. Özellikle mikro seviyelerde.
           Biz insanlar, bütün dünyanın bizim olduğunu düşünüyoruz. Kendimizi "hayvan" olarak kabul etmememizin bir sonucu sanırım. İşte, Mars'a gidip gitmememiz konusunda sorun buradan başlıyor bence. Bizler "dünyalıyız". Ve eğer Mars'ta mikroskobik bile canlılar, yani "Marslılar" varsa, kesinlikle Mars'tan uzak durmamız gerektiği kanısındayım. Milyonlarca yıl sonra belki Mars'ın kendi florası, belki "akıllı canlılar" olacak. Evet, şu anda Mars ölü bir gezegen. Geçen zamanla beraber bunun değiceğini gösteren hiçbir şey yok. En azından bildiğimiz kadarıyla.
          Mars'ın "kolonileştirilmesi" ile ilgili yapımları takip ettiniz mi bilmiyorum, o yüzden bunlardan kısa bir özet geçeceğim. Eğer, Mars insan yaşamına uygun hale getirilmek isteniyorsa yapılması gereken şeyler aslında çok basit.
Gezegeni ısıtmak.
Atmosferi kalınlaştırmak.
Atmosferi solunabilir hale getirmek.

          İlk madde aslında en kolayı. Zira kendi gezegenimizde bunu çok başarılı şekilde yapıyoruz maalesef. "Küresel Isınma" insanlığın önündeki en büyük felaket olarak görülüyor. Atmosferi kalınlaştırmak ve solunabilir hale getirmek ise tamamen farklı konular.
         Bu konularla ilgili sayfalarca şey yazıldı, çizildi. Tekrar etmeyeceğim. En azından şimdilik, bu yazıda. Şimdi, biraz geriye döneceğim.
         Uzaya gönderdiğimiz araçları inşa ederken hijyen konusunda çok dikkatli oluyoruz. Bunun sebeplerinden biri, uzayda ki diğer gezegenleri "kirletmemek". Öne çıkan konu aslında nükleer reaktörler oluyor böyle konularda. Mesela, son olarak, Juno'nun nükleer reaktörü Jupiter'e düşürüldü. Bunun sebebi bu reaktörün hayat olabileceği veya ileride yerleşilebilecek uydular olan Ganymede, Europa, İo gibi uyduları kirletmemek.
A SNAP-27 RTG, Apollo 14  astronotları tarafından kullanıldı. - Wikipedia
https://en.wikipedia.org/wiki/Radioisotope_thermoelectric_generator

       Başlığın türkçe çevirisi olsa da, hiç tatmin edici değil. Ben kısa bir açıklamada bulunayım. RTG'ler çoğunlukla ulaşılması zor olan deniz fenerleri ve uydularda kullanılan güç kaynakları. Uranyum ve Plutonyum kadar aktif olmayan izotoplar yakıt olarak kullanılıyor. Hemen hiç hareketli parçaları bulunmuyor ve ürettikleri elektrikte kocaman kardeşlerine nazaran oldukça düşük. Fakat, ufak olmaları, bakım gerektirmemeleri çok soğuk ortamlarda çalışabilmeleri onları özellikle uzay görevleri için ideal yapıyor. Güneş enerjisinin verimliliğinin, güneşten uzaklaştıkça çok hızlı bir biçimde düşmesi, araçların elektronik donanımlarının sıcak tutulması gerekliliği, uzun soluklu görevlerde bu cihazları zorunlu kılıyor. Aşağıdaki sahne, The Martian (Marslı) filminden. Matt Damon, RTG'yi gömdükleri yerden çıkartıyor.

Evet, garip bir biçimde, Dünya'mıza göstermediğimiz özeni Nasa uzayda ki diğer gökcisimlerine gösteriyor. Doğrusunu yapıyor bence de. Çünkü, bir yere ait olmayan,orada yetişmemiş, gelişmemiş bir şeyi, her ne olursa olsun, mikrop, canlı, insan, fikir, ürünü, bir ortama sokmanın çok tehlikeli sonuçları olabilir. Hastalıklar mesela. İspanyollar Azteklerle karşılaştıkları zaman, onlara karşı zaferlerini sadece üstün silahları ve Azteklerin zafer için gitgide artan sayıda insan kurban etmelerine değil, yanlarında getirdikleri ve Azteklerin bağışıklığı olmayan hastalıklara da borçular. Aynı şey, kuzeyde İngilizler ve yerliler arasında da yaşandı. Yani Amerikalılar ve Kızılderililer. Bu tip olaylar, doğada daha da sık meydaha geliyor. Eğer bir canlının doğal bir düşmanı yoksa, o canlı bulunduğu ortamda apex predator haline gelebiliyor. Mesela Homo Sapiens. Yani insan. Zaman içerisinde doğada ki bütün rakiplerini defetti ve şu anda gezegenin hemen her noktasında yaşayan tek tür. Yani insan, doğanın dengesini, kendi lehine, değiştirdi.
         İşte, başka bir gezegene veya gökcismine gönderdiğimiz her araçla beraber, bunun aynı yerlerde tekrarlanmasını risk ediyoruz.
         Bir uzay aracında yer alabilecek mikrop vs. canlıların miktar ve çeşitliliği belki göze "dikkate alınmayacak kadar az" geliyor olabilir. Özellikle de -260 derecede, radyasyonla yıkanan bir aracın içinde. Ancak, ben ikna olamıyorum.
           Ve insanlı yolculuklar... İnsan hiçbir yere yalnız seyahat etmez. Ne Mars'a, ne de mezara. Vücudumuzda bizimle beraber yaşayan milyarlarca bakteri var. Bir kısmı hayatımızı kolaylaştırırken, bir kısmı hastalanmamıza sebep oluyor. Bunlardan tamamen kurtulmamız mümkün değil. Ayrıca, yanımızda onlarca bitki de taşıyacağız. Bize oksijen ve yemek üretmeleri için. Onların taşıdığı bakteriler de cabası.
       Kısacası, hayat olma ihtimali olan bir gezegene robotikte olsa, temasta bulunduğumuz anda, oranın habitatına müdahele etmiş oluyoruz.
        Bizim merakımız ve kendimizi beğenmişliğimiz yüzünden belki ileride "Venüslü" ve "Marslıların" olmayacağını düşünün.
        Evren çok büyük ve bu konuda çok dikkatli olmamız geerekiyor.









Kırmızı + Yeşil? Hiroşima ;(



                Bu sorunun kafamı bu kadar patlatacağını hiç düşünmezdim. Durun, size uzun versiyonunu anlatayım;
                Evvelsi gün, yani Cuma, maaşımı almak için Kızılay’a gittim. 2 aydır alamadığım maaşımı yani. Nihayet maaşımı aldım, bir kısmını kredi kartıma yatırdım, bir kısmıyla içtim ve tabii ki kendime bir maket aldım. Maket Comanche maketi. Amerikan filmlerinde sanki ABD ordusu başka bir şey kullanmıyormuş gibi gösterilen, ama sadece 2 tane prototipi üretilen bir savaş helikopteri. 6 milyar doların üstünde para harcanıp, soğuk savaşın bitmesi sebebiyle iptal edilmiş bir proje. İnternette nasıl boyayacağıma dair bir şeyler aradım. Zira, maketin kılavuzunda bir kamuflaj düzeni yok. Zaten yapılan bir desende yok. Kendim bir şeyler üreteceğim artık. Su-50’ye yaptığım gibi köşeli bir şey yapabilirim.
                Tabii burada kilit noktalardan biri desenin renkleri. Elimde siyah, beyaz, kırmıza ve yeşil renkler var. Benim ihtiyacım olan iki renk daha var ama; sarı ve kahverengi. Kırmızı ve yeşil karışınca hangi renk ortaya çıkıyordu sorusunu kendime çok sordum. Kime sorsam kilitlendi:) Çok enteresan muhabbetler çıktı hatta ortaya. Koca koca, üniversite mezunu insanlar çıkamadık içinden:)
                Şu aralar canımı sıkan şeylerden biri, keşke bütün sorunlarım böyle olsa, tripodumun kaybettiğim kafası. Kesin kaybetmeyeyim diye acayip bir yere koydum, şimdi bulamıyorum. Bazen fotoğraf makinesinde takılı unutuyordum, hep ondan oldu işte. Odamda fotoğraf makinemi ve malzemelerimi koyabileceğim düzgün bir yer ayarlayamadım hala maalesef.
                Dün fotoğraf makinemin objektifinin canına okudum. Kullandığım süper adi UV filtresi sıkıştı objektifte. Vida kısmından kaldı. Youtube dan birkaç arama yaptım, ilk bulduğumu denedim ve durum daha da kötü oldu… Birkaç yöntem daha var, birini denedim, yine biraz hasar verebilecek bir yöntemdi ama pek işe yaramadı galiba. Gerçi, biraz döndürmeyi becerdim ama… Şu satırları yazarken henüz kahvaltı etmemiştim, ettikten sonra saç kurutma makinesi ile ısıtıp öyle deneyeceğim bir de…
Temsili fotoğraf, internette buldum öyle
                Bir kız arkadaşım olsun istiyorum. Az bir şey ilgi alanlarımı paylaşsın istiyorum. Tabii, Excel vs. gibi şeylerle uğraşmasa da olur, anlamamasını anlarım. Ama ne bileyim, beraber fotoğraf çekebilelim… Hatta hoş bir kız olsun, onun güzel güzel fotoğraflarını çekeyim. Bu satırları yazarken aklım öyle yerlere gidiyor ki… Vay be diyorum kendi kendime. Ne bileyim, kıpır kıpır olsun, heyecanlı olsun, mutlu olsun… Bana da bulaştırsın o heyecanını, mutluluğu. O benim yanımda güvende hissetsin kendini, ben onun yanında mutlu olayım, huzurlu olayım. Şiir yazabilsem tekrar, bir şeyler karalayabilsem keşke…
                İlaçlarımı almaya devam ediyorum. Hala yarım doz. Doktor “3-4 gün” demişti ama, ben süreyi uzattım biraz. 1 ay ilaç almayınca, zaten ilaçları almaya başlayınca tam doktorun tam doz almamı söylediği aralıkta çok sıkıntı yaşamaya başladım yine. Sıkıntımı katlamaya gerek yok. Yarın son kez yarım doz alacağım. Ondan sonra tam doza geçiş… Hayatımda değişen bir şey olmayacak işe girene kadar.
                İş arama çabalarımı son 2 gündür çok salladım. Gerçi, tamamen bırakmadım ama, sıfıra yakın oldu. Yaptığım tek olumlu hareket Sera’nın danışmanlık şirketine mail göndermem oldu. Oranın sahibi beni tanıyor. Konuşmuşluğumuz var en azından. Denemekten zarar gelmez. 2 aydır adamın tam adını bulmaya çalışıyordum. İlk adını bilip, yaptığı işi bilip, şirketini bulmak pek kolay olmadı. Aslında kolaydı ama, nasıl yapacağımı düşünemedim. Her şey tecrübe.
                Yıllarca tuttuğum günlüğümü askere gitmeden önce atmıştım. Defterlerimi, her şeyi, neredeyse. Bir tek fotoğraflardan bir kısmı kaldı. İnsan bir şeyi neden atar? Hele ki anılarını? Şimdi o kadar pişmanım ki… Hatırladığım bazı şeyler var. Olaylar var, kişiler var. Anlar var, günler var… Nasıl hissettiğimi hatırlıyorum, her birinde. Ama hatırladığım şeyin sadece bir gölge olduğunu da biliyorum. Acının büyüklüğünü, keskinliğini, mutluluğun, çoşkunun dalgalarının büyüklüğünü, hayal kırıklıklarının soğukluğunu… Hepsini hatırlıyorum. Ama kafama düşen o balyoz hissinin sadece gölgesi var anılarımda. Özellikle şiir defterimi attığım için çok pişmanım. Her ne kadar pek bir şeye benzemese de  yazdıklarım, arada her bozuk saat gibi düzgün şeyler çıkıyordu kalemimden;
                “Gelsen geri, öpsen beni… Tüm sıkıntılar bu iki dudak için değilmiş gibi sanki”
Yazmıştım mesela. Ama harika hafızam gerisini hatırlayamıyor işte. Bu sebepten dolayı da üzülüyorum tabii. İnsan kızıyor kendine…
               
Fotoğraf… Tarih 24 kasım 2012. Mekan… Ya ben bu yerlerin adlarını niye hiç hatırlamıyorum? Karanfil-2’de, Meksika temalı bir yer var işte, orası. Yıllardan sonra ilk kez bir kadınla beraberim. Ara ara bahsediyorum, internetten tanıştığım bayan. Söylediği bazı şeyler hala aklımda. Mesela o benimle tanışmak istemişti, numaramı istemişti “uyumadan önce sesini duymak istiyorum” diyerek… Sıkılmadan çok uzun telefon konuşmaları yapabildiğim bir kadındı. Tek çıktığımız güne ait bir fotoğraf bu. Ben çektim. Öğretmenler günü olduğu için çok yorgundu. Hatta buluştuğumuzda fenalık geçiriyordu. Bir yerde kısa bir süre nefeslendik.Su içirdim, çikolata yedirdim. Çantasını aldım, ağır taşısın istemedim. Centilmenim ya… Sonra buraya geldik. Çok güzel muhabbet ettik. İlk buluşma için güzeldi. O kola içti, ben soda limon ve bira. Sadece bir bira içtim ama. Bu fotoğrafı o esnada çektim. Makinem ile oynuyordu. Orayı burayı çekiyordu. “Bak öyle yapmayacaksın, böyle yapacaksın” diye, çokta baştan savma bu kareyi çektim… Beğendi. Akşam evinin önüne kadar bıraktım. Şımarmasın diye giderken arkama bakmamam sanırım yaptığım en önemli hata idi. Sonra bir daha yüzyüze görüşemedik. İkimizinde işi ve ailevi durumları yüzünden. Ve bir gün bana çektiği sms herşeyi altüst etti; ev arkadaşım ve eski sevgilim birşeyler çeviriyorlar ve bu çok zoruma gidiyor!
                Bana neden bunu anlatma gereği duydu bilmiyorum. Ondan hoşlanmıştım ama ne tepki vereceğimi bilemedim. Bir yerden sonra kavga etmeye başladık. Daha doğrusu bana durduk yerde atarlanmaya başladı. “Ben seninle kavga etmek istemiyorum, sadece sana destek olmak istiyorum, yanında olmak istiyorum” yazdığım son mesajım son oldu… Bu da hala içimde kalan bir başka hayal kırıklığının hikayesi idi. Ondan gerçekten hoşlanmıştım…
Bombanın düşmesi istenen yer, T şeklinde ki görselin oratasında ki köprü
Bu gün 6 Ağustos. Hiroşima’ya atılan, dünyanın ilk nükleer saldırısının 68.yıl dönümü. Tamamen sivillere yönelik olmasından mütevellit, yapılan en büyük terörist saldırı olarakta adlandırabiliriz. Konu ile ilgili twitter ve facebook hesaplarımda şöyle yazdım; “Hiç bir askeri hedef değeri olmamasına rağmen, sadece bombanın yaratacağı tahribatı görmek için atılan ilk atom bombasının Hiroşima'nın üstünde, tam "Barış Köprüsü" üzerinde, gökyüzünde patlamasının yıl dönümü... Bombanın adı "Little Boy", hayatını kaybeden insan sayısı 140.000...”
ABD’nin bu silahları kullanmasının sebebini “eğer Japonya teslim olmasaydı ve savaş devam etseydi, sırf Japonya’nın işgali sırasında bir milyondan fazla asker hayatını kaybedecekti” olarak açıklıyor. Ancak asla söylenmeyen, söylenemeyen gerçek, Japonların bu saldırılardan çok önce ABD hükümetine gayri resmi yollardan ulaşıp ateş kes için çabaladıklarıdır. Ama kazananın yazdığı tarih tabii ki doğru tarih olmak zorunda değil… Kazanan genelde daha çok kan döken, daha vahşi olan oluyor ve düşmanını böyle yaftalayarak kendini haklı çıkarma çabasına giriyor.
Yazıyı bu saldırıları emreden Truman’ın resmiyle bitirmek istiyorum. Tarih hakkında ki kararı umarım çok ağır verir…