mitoloji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
mitoloji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Homo floresiensis (yani Homo Hobbits)



Dikkat, bu yazı evrim içerir.

Okuduğum ilk roman sanırım J.R.R. Tolkien’in Hobbit eseriyle. Bilbo isminde bir buçukluğun, bir büyücü ve birkaç cüce ile maceraya atılmasını anlatıyordu. Hedeflerinde ise Smaug isminde bir ejderha ve onun ele geçirdiği Erebor isminde bir şehir vardı. Henüz ortasona gidiyordum. Elfler, Orklar, cüceler ve niceleri ile tanışmam bu kitapla olmuştu. Hemen arkasından okuduğum Yüzüklerin Efendisi serisi ile, bu ırklara karşı olan tavrım biraz daha değişmişti. Elf ve hobbitlerden nefret etmiş, Orklara çok haksızlık yapıldığını düşünmüştüm. Bunun yanında, gerçek olup olmadıklarını da merak etmeye başlamıştım. Bazı hikayeler tamamen uydurma olamayacak kadar güzel oluyorlar. Yüzüklerin Efendisi’de bunlardan biriydi.

2003 yılında Filipinler’e bağlı Flores adasında yapılan arkeolojik kazılarda 9 adet “küçük” humanoid iskeleti tespit edildi. Bu keşifle ortaya çıkartılan atalarımıza, J.R.R. Tolkien’in Hobbit adlı eserine istinaden aynı isimle anılmaya başlandı. Çünkü, bu kalıntılar , Hobbit’ler gibi oldukça küçük, çocukları andıran, ortalama 110cm boya sahiptiler. Şimdi aranızda “bulunanların çocuk kemiği olmadığı ne malum?” diye düşünenler olabilir. Detaya çok girmeyeceğim ancak, kemiklerin yapıları ve boylarından yararlanılıyor. Mesela, kalça kemiği yapısından cinsiyet tespiti, hatta kadın ise, doğum yapıp yapmadığı bile tespit edilebiliyor. Bu keşifin duyrulmasıyla beraber, en azından Hobbit’lerin varlığı ile ilgili şüphelerim biraz tatmin oldu. Shire’da değil, Flores isminde ufakça bir adada yaşıyorlardı ama, olsun.
 
Flores Adası, güneydoğu asyada yer alan Filipinler’e bağlı bir ada. İsmi Portekizce “çiçek” anlamına geliyor. 13.540km2 büyüklüğü ile Manisa ilimiz ile hemen hemen aynı büyüklükte. Şu anda dünyada ki en büyük kertenkelesi olan ve benim de mantıksızca çok korktuğum, Komodo Ejderhasının (Smaug’un torunları) yaşadığı nadir yerlerden biri Flores adası. Evet, bir Shire değil ama, kitaplarda Shire’ın da aslında bir adadan pek farkı yok. Zira, kimse ilgilenmiyor. Hobbitler de kimseyle ilgilenmiyor.
Komodo Ejderhası


Florensiensis'in kemiklerinden yola çıkarak yapılan bir canlandırma.
“Hobbit”lerin Filipinlerde günümüzden 50.000 – 190.000 yıl önce yaşadıkları tahmin ediliyor. Flores adasına varışları ise günümüzden 1milyon yıl öncesine kadar dayanıyor. Bulunan kemiklerin yaşları, yaşadıkları bölgede ki coğrafi özellikler, kullandıkları araçlar üzerinde yapılan incelemelerde elde edilen tarihlerin birbirleri ile çelişkili olması, araştırmacıların işlerini zorlaştırıyor. Peki bu tarihleri nasıl “tahmin” ediliyor. İki yöntem var. İlk çok basit gibi gözükse de, yıllarca biriktirilen bilgilerin bir araya gelmesiyle oluşuyor; kalıntıların bulundukları derinlik ve bulundukları derinlikteki toprağın/kayaların yapısı. Örneğin, daha önce eğer o bölgede bir tarihte volkan patlaması gerçekleştiği tespit edilmişse, toprakta volkanın atmosfere bıraktığı küle ait izler aranabilir.(Örneğin Pompei felaketi bir çok kaynakta gerçekleştiği tarihle beraber yer almaktadır) İkincisi, çok daha karmaşık olan, ve sadece organik kalıntılarda işe yarayan bir yöntem olan Radyokarbon Tarihleme yani “Carbon-14” yöntemi. Bu yöntemle, kalıntının içerisinde yer alması gereken karbon izotopu ile var olan arasında ki fark tespit edilerek, kalıntının yaşı tespit edilmeye çalışılır. Daha fazla bilgi almak isteyenler, aşağıdaki linki ziyaret edebilirler;


            Bunun yanın üçüncü bir yöntem daha var ki, aslında yöntem demek ne kadar doğru bilmiyorum. O yüzden ayrı tutma ihtiyacı duydum Bu yöntem yakın coğrafyada ki diğer insan türlerinin hareketlerini incelemek. Şöyle ki Avustralya’ya ulaşan humanoidlerin coğrafi olarak Filipinlerden geçmiş olması en mantıklı yol. Pasifik okyanusunu veya Hint okyanusunu geçmemişlerse eğer. Avustralya’ya ilk gelen veya en geç tarihli humanoid kalıntıları ile, Asya kıtasından ayrılan en erken tarihli humanoid kalıntılarının tespiti de, bir tarih aralığı verebilir. Bu tarihinler ilk iki yöntem ile incelenir.

          
  Aslında evrim ağacımızın ortaya çıkarılması, bu üç yöntemin sürekli olarak beraber uygulanması ile yapılıyor. Ve sürekli yeni kalıntılar ortaya çıktığı için, evrimi reddedenlerin sıkça kullandığı “tutarsızlıklar” ortaya çıkabiliyor. Bu tutarsızlıklar evrim gerçek olmadığı için değil, henüz ve belki asla evrim ağacını tamamlayamayacağımızdan kaynaklanıyor.

            Evet, dünya üzerinde ki canlıların evrimini asla tam olarak ortaya koyamayabiliriz ama, bu, bunun gerçekleşmediği anlamına da gelmiyor.

Peki, Floresiensis neden küçüldü? Veya büyüyemedi? Benim kişisel görüşüm, Hobbit’lerin “ adada yaşıyor olmaları. Evrimin babası Charles Darwin’in Galapagos adalarında yaptığı gözlem gibi, adalarda yaşayan canlılar, kıtalarda yaşayan benzerlerine göre daha ufak olma eğilimde oluyor. Bunun sebebini yaşayacak yerin daha az olması ve hayatta kalmak için gereken kaynakların kısıtlı olması olarak sayabiliriz. Kaynaklar azaldıkça, canlılar hayatta kalmak için farklı stratejiler benimserler. Zaten evrimin ayaklarından biri, bu hayatta kalma çabasının sonucudur. Aynı mantığın bir başka yönü ise Balinaların avcılardan korunmak için zaman içerisinde büyümeyi seçmeleri. 

Ufak kalmalarına sebep olacak bir fiziksel, biyolojik etmen olsaydı eğer, şu an adada yaşayan yaklaşık 2 milyon insanı da etkilerdi. Süslü cümle aramayacağım, böyle bir ilişki yok.

          
Evet, Hobbit’leri dünya üzerinde bulduk, peki J.R.R. Tolkien başka hangi konularda haklıydı? İnsanlar konusuna girmiyorum. Peki Elfler? Orclar? Maia’lar? Hatta Cüceler. Madencilikte, mekanikte üstlerine olmayan, Pamuk Prensesin “koruyucuları”.


            Size, bu anlamda “Cücelerin” gerçek olduğunu söylesem? Tabii ki Pamuk Prenses kısmı hariç. Antik Mısır’da, antik derken Kleopatra, Ramses zamanlarından bahsediyorum, altın madenlerinde ve çıkarılan altınların işlenmesinde özellikle cüceler tercih edilirmiş. Cücelerin tanrılar tarafından kutsandığını da inanılırmış. Cücelerin ufacık maden tünellerinde hareket etmesi, normal bir insana göre çok daha kolay olmasının yanında el ve parmakları da daha ufak olduğu için, detaylı takı işçiliğinde daha başarılı olmamaları için de bir neden yok. (Özürlü doğan çocuklarını öldüren Spartalılara duyrulur. Medeniyet budur işte)

           
Fiyatları neyse, ben daha fazla öderim. Yaşamayı seviyorum.
Peki, Tolkien, dünyada İncil’den sonra en çok okunan kitaplar olan şaheserlerini yazarken bunlardan haberi var mıydı? İşte bunu gerçekten bilmiyorum. Tarih ve efsaneler maalesef, belki de iyi ki, çok iç içe girmiş durumda. Bunun en güzel örneği dinler. Özellikle Musevilik. Tevrat ve İncil Musevilerin tarihi hakkında birçok “hikaye” anlatır. Bunun yanında efsane haline gelmiş, ancak gerçekliği daha sonradan ortaya çıkan veya çıkartıldığı düşünülen hikayelerde var. En meşhurları “Truva” ve “Atlantis”. Tabii bunlar efsaneler coğrafi ve kültürel olarak bize en yakın olanlar. Dünya çapında bunlara benzer ne kadar hikaye var bilmiyorum. Büyük ihtimalle kimse bilmiyordur. Ancak, Flores adasında 20.yy başında da “Hobbit” kemikleri bulunmuş ve Tolkien’in bundan haberi olmuş olması mümkün. Mısırda ki cüceler için de bu geçerli. Elfler zaten Alman mitolojisinde yer alıyor. Maia’lar ise “uzaylı” olabilir. Diğer ırklara girmeyeceğim, konu çok dağılacak.
Antik Mısır’da cücelerin yerleri ile ilgili aşağıdaki linki inceleyebilirsiniz. 


            Hobbit’imize dönersek tekrar, yapılan çalışmaların, kamu oyunun dikkatini çekme çabasının, ilk kez “hikaye uydurularak” değil, hikayeye uydurularak yapılması çok enteresan. Neandertal, Homo Sapiens, Homo Erectus ile ilgili yapılan belgesellerde, hem daha ilgi çekici olması için, hem daha anlaşılır olması için, hem de bilinmeyen noktaları kapatmak için hikayeleştirme yoluna gidiliyor. Floresiensis’in buna hiç ihtiyacı yok. “Doğuştan ballı” kendisi. Hemen herkes “Homo Hobbits” dese de, tabii ki şaka yollu, telif haklarından dolayı kimse bu ismi kullanamıyor. Hatta ben bu yazıyı yazarak bile birkaç telif hakkını çiğnemiş olabilirim. Bilmiyorum.

            Lütfen beni dava etmeyin.

            Umarım yakın zamanda atalarımız arasına katılan bu yeni tür hakkında daha fazla şey öğreniriz. Geçmişimiz konusunda ne kadar çok şey öğrenirsek, geleceğimizi de artan bir netlikte görebiliriz.

Ya Mars'ta hayat varsa?

Mars'ın Hubble ile çekilen fotoğraflarından biri.
         Yazıya başlarken öncelikle belirtmek istiyorum ki, yazının sonucunu "Mars'a değil, Venüs'e ilerlemek daha mantıklı" düşüncesine getirmeyeceğim. 
Son zamanlarda çok konuşulan konulardan ikisi Dünya dışında yaşayan canlılar ve Mars'ın kolonileştirilmesi. Özellikle, Mars'ta hayat olabileceği ihtimali üzerinde çok duruluyor. Üstelik büyük bir heyecanla. Bence, insanlar bu konuda haksız sayılmaz. Henüz Mars hakkında bu kadar çok şey bilmezken bile, diğer gezegenlerin aksine, hep bir "Marslı" düşüncesi hakimdi insanlarda. Hiç "Venüslü" veya "Satürnlü" diye bir şey duydunuz mu?
       Henüz 1897 yılında H.G. Wells tarafından yazılan "War of the Worlds" (Dünyalar Savaşı) kitabı, 1938 yılında Orson Wells tarafından haber bülteniymişçesine radyodan yayınlanıp Amerikalıların gönüllerine korku salmadan önce bile bir "Marslı" düşüncesi ve korkusu mevcuttu. Mars'ın Ares ismiyle, Yunanlılar tarafından "savaş tanrısı" olarak görülmesi aklıma gelen en eski bilgi bu konuyla ilgili. Karışıklığa mahal vermeyeyim, Mars ismini Romalılar vermiştir. Ares ismi Mars'tan daha eskidir ve Yunanlılar tarafından verilmiştir..
         Mars, mitolojide Romus ve Romulus kardeşlerin babası olarak görür. Romus ve Romulus ise Roma şehrinin mitolojik kurucusu kardeşlerdir. Star Trek hayranları, Romulanların Roma benzeri hiyerarşisine şimdi bir nebze daha fazla anlam yükleyebilirler. Bunun yanında "Martius" ayı, günümüz Türkiye'sinde ki ismiyle, benim de doğduğum ay olan, eskiden yıl başı olarak kabul edilen "Mart" ismi de Romalıların Mars'ın onuruna verdikleri isim olarak günümüze ulaşmış. Ancak, benim favorim hala "Thor's day" yani Thursday". Yunan mitolojisine daha fazla girmek istemiyorum. Sanırım insanlık Mars'ın sadece gökyüzünde ki "kırmızı nokta" olmaktan ileri gittiğini anlatmayı başardım.
Peki, neden kırmızı?
Mars'ın, çok sevdiğim bir program olan World Wide Telescope'dan alınan bir görüntüsü
          Mars'ın toprağı, tıpkı kardeşi Dünya gibi, büyük oranda demirden oluşuyor. Ancak, yüzeyde çok daha fazla ve oksitlenmesi çok daha yoğun. Evet, oksitlenme. Oksijen. Mars atmosferinde oksijen mevcut. Ancak hemen heyecanlanmayın. Oksijen miktarı, bizim bildiğimiz ve istediğimiz anlamda yaşama izin verecek kadar fazla değil. Bunun yanında hava basıncının aşırı düşük olması da çok büyük bir handikap. Koruyucu giyisiler olmadan Mars'ın kızıl toprağında gezemezsiniz. Tabii, ertesinde hayatta kalmak istiyorsanız.
         "Toprak" burada teknik olarak uygun ve doğru kelime olmadı ama, kulağa güzel geldiği için değiştirmedim.
         Mars'ta hayat bulma çabaları Nasa tarafından büyük bir umutla devam ettiriliyor. Ve yakın zamana kadar bu arayışın olumlu sonuçlanacağı tahmin ediliyor. Peki Mars'ta nasıl bir canlı hayatta kalabilir? Sıcaklık farkının yüksek olduğu, manyetik alanı olmayan, Güneğin bütün radyasyonuna karşı savunmasız, sıvı halde suyun bulunmadığı, aslında sıvı halde hiçbir maddenin bulunmadığı ortamda nasıl bir canlı hayatta kalabilir? Cevap basit; mikrop ve bakteri benzeri, tek veya birkaç hücreden oluşan canlılar.
       Google'dan "Protistler" aratırsanız, benim burada anlatabileceğimden çok daha fazla ve doğru bilgi edinebilirsiniz. Ancak, Wikipedia makale girişi;
"Protistler, ayrışık bir canlı grubudur ve hayvan, bitki ya da mantar olarak değerlendirilemeyen ökaryot canlılardan oluşur. Protistler bilimsel sınıflandırma açısından âlem olarak değerlendirilse de tek soylu değil, kısmi soylu bir gruptur. Vikipedi"
        Büyük ihtimalle bulacağımız canlılar tek hücreli veya mikroskobik canlılar olacak. Bunun sebebi, bir canlının "basitleştikçe", o kadar dayanıklı olması. Tamam, bunu ben uydurdum. Ancak, dünya çevresinde birçok "aşırı" ortamda yaşayan bir çok mikroskobik canlı mevcut. Ph oranı yüksek göllerde, aşırı sıcaklığa ve basınca sahip yer altı sıcak su bacaları etrafında, çok soğuk ortamlarda yıllarca "uyuyarak" hayatta kalabilen, hatta, uzay şartlarında 3 ay hayatta kalabilen canlılar var. İşte, bu sebeplerden dolayı, Mars'ta "küçük gri adamlardan" ziyade, bu çok daha küçük ve diğer canlılar için potansiyel tehlikeli, canlıların olması daha akla uygun. Tabii ki Ay'ın diğer yüzünü göremediğimiz için orada gizli uzaylı üsleri, ABD ve "Sovyet" üsleri olduğunu, Ay'ın aslında hologram olduğu düşünenlerden değilseniz.

Sol tarafta Ay'ın Dünya'dan görünen, sağda ise görünmeyen yüzü


 Ben uzaylı olsam, Jupiter'in uydularından birinde üs kurardım. Zira, Jupiter'in, Güneş'in kendisinden bile daha büyük olan, manyetik alanının oluşturduğu radyasyon, insanların, robotlar aracılığı ile bile olsa, Jupiter'i ve uydularını detaylı incelemelerini uzun bir süre engelleyecek. Nasa'nın son Jupiter görevi Juno ile ilgili;
https://tr.wikipedia.org/wiki/Juno_(uzay_arac%C4%B1)
adresine bakabilirsiniz. Türkçe pek fazla kaynak yok maalesef.
Burada ufak bir bilgi eklemek istiyorum. "Neden robotlar yüksek radyasyon bölgelerinde çalışamıyorlar?" sorusunun cevabı. İki sebebi var, kullanılan kablolar erimeye başlıyor ve kameralar kör olmaya başlıyor. Radyasyon, kameraların CCD'lerini (görüntü işlemcilerini, gözlerimizde ki retina gibi işlev görüyorlar) bozuyor. Bu sebeplerden dolayı Fukushima'da reaktörlerin içine robotlar gönderilemiyor. Robot ustası Japonlar bile henüz bu sorunları aşamadılar.
       Radyasyon, Mars yolculuğu ve Mars'ta yaşam konusunda da oldukça önemli bir etmen. İlk olarak uzaya çıkan her nesne, dünyada olduğundan daha fazla radyasyona maruz kalmaya başlar. Özellikle, dünyanın gölgesinde çıkıp, güneşe direk olarak maruz kalın nesnelerde radyasyona maruziyette artar. Yörüngede ki uydular bu durumlara göre üretilsede, canlıların, ürettiğimiz makinelere göre çok daha hassas olduğunu unutmamamız gerekiyor.
        Bu yazıyı okuyanlar şimdi Fukushima bilgilerinden sonra, yörüngemizde ki uyduların yıllarca maruz kaldıkları radyasyon ile Juno ve Mars görevinde maruz kalınan radyasyon miktarları konusunda hata yapmış olabileceğimi düşünüyor olabilirler. Bu noktada konu, bu yazının biraz dışına çıkıyor ancak şu kadarını söyleyebilirim; radyasyon koruması, 1kg malzemenin uzaya çıkarılma maliyeti ve üretim maliyeti.
        
Merak edip araştırdıysanız veya bir yerlerde denk geldiyseniz eğer, uydu ve diğer uzay araçlarının üretildiği yerlerin genelde "steril" yani, "temiz" ortamlardır. Bu ortamların tek özelliği orada çalışanların en azından saçlarını kapatan galoşlar takması değildir. Bu ortamların özel havalandırması sayesinde, ortamda toz oluşması da engellenir. Evlerde ki temizliğin en önemli sebeplerinden biri olan tozun aslında ne olduğunu hiç merak etmiş miydiz? Çoğunluk olarak duvar boyası ve evde yaşayanların ölü derileri. Evet, çok iğrenç. Temizliğe devam.
         Fakat, uzay aracı üretirken, durum biraz daha farklı hale geliyor. Olay iğrençlikten çıkıp, uzay aracını "kendimizden korumamız" gereken bir duruma geliyor. Bir saç telinin yol açabileceği kısa devre veya enstüramanların yerine oturmasını engellemesi belki size çok basit gelebilir. Ancak, bunlar yaşanmış olaylar. Aynı şekilde, insan dokusu da iletkendir, yani elektriği iletir. Bu da çok çeşitli sorunlara yol açabilir.
            Fakat, benim en çok sevdiğim sebep; hijyen. Nasıl Apollo görevleriyle dünyamıza getirilen kaya örnekleri asla atmosferimizle temas ettirilip kirletilmediyse, bizim de uzaya ne gönderdiğimiz çok önemli. Çünkü asla orada ne ile karşılaşabileceğimizi bilmiyoruz. Özellikle mikro seviyelerde.
           Biz insanlar, bütün dünyanın bizim olduğunu düşünüyoruz. Kendimizi "hayvan" olarak kabul etmememizin bir sonucu sanırım. İşte, Mars'a gidip gitmememiz konusunda sorun buradan başlıyor bence. Bizler "dünyalıyız". Ve eğer Mars'ta mikroskobik bile canlılar, yani "Marslılar" varsa, kesinlikle Mars'tan uzak durmamız gerektiği kanısındayım. Milyonlarca yıl sonra belki Mars'ın kendi florası, belki "akıllı canlılar" olacak. Evet, şu anda Mars ölü bir gezegen. Geçen zamanla beraber bunun değiceğini gösteren hiçbir şey yok. En azından bildiğimiz kadarıyla.
          Mars'ın "kolonileştirilmesi" ile ilgili yapımları takip ettiniz mi bilmiyorum, o yüzden bunlardan kısa bir özet geçeceğim. Eğer, Mars insan yaşamına uygun hale getirilmek isteniyorsa yapılması gereken şeyler aslında çok basit.
Gezegeni ısıtmak.
Atmosferi kalınlaştırmak.
Atmosferi solunabilir hale getirmek.

          İlk madde aslında en kolayı. Zira kendi gezegenimizde bunu çok başarılı şekilde yapıyoruz maalesef. "Küresel Isınma" insanlığın önündeki en büyük felaket olarak görülüyor. Atmosferi kalınlaştırmak ve solunabilir hale getirmek ise tamamen farklı konular.
         Bu konularla ilgili sayfalarca şey yazıldı, çizildi. Tekrar etmeyeceğim. En azından şimdilik, bu yazıda. Şimdi, biraz geriye döneceğim.
         Uzaya gönderdiğimiz araçları inşa ederken hijyen konusunda çok dikkatli oluyoruz. Bunun sebeplerinden biri, uzayda ki diğer gezegenleri "kirletmemek". Öne çıkan konu aslında nükleer reaktörler oluyor böyle konularda. Mesela, son olarak, Juno'nun nükleer reaktörü Jupiter'e düşürüldü. Bunun sebebi bu reaktörün hayat olabileceği veya ileride yerleşilebilecek uydular olan Ganymede, Europa, İo gibi uyduları kirletmemek.
A SNAP-27 RTG, Apollo 14  astronotları tarafından kullanıldı. - Wikipedia
https://en.wikipedia.org/wiki/Radioisotope_thermoelectric_generator

       Başlığın türkçe çevirisi olsa da, hiç tatmin edici değil. Ben kısa bir açıklamada bulunayım. RTG'ler çoğunlukla ulaşılması zor olan deniz fenerleri ve uydularda kullanılan güç kaynakları. Uranyum ve Plutonyum kadar aktif olmayan izotoplar yakıt olarak kullanılıyor. Hemen hiç hareketli parçaları bulunmuyor ve ürettikleri elektrikte kocaman kardeşlerine nazaran oldukça düşük. Fakat, ufak olmaları, bakım gerektirmemeleri çok soğuk ortamlarda çalışabilmeleri onları özellikle uzay görevleri için ideal yapıyor. Güneş enerjisinin verimliliğinin, güneşten uzaklaştıkça çok hızlı bir biçimde düşmesi, araçların elektronik donanımlarının sıcak tutulması gerekliliği, uzun soluklu görevlerde bu cihazları zorunlu kılıyor. Aşağıdaki sahne, The Martian (Marslı) filminden. Matt Damon, RTG'yi gömdükleri yerden çıkartıyor.

Evet, garip bir biçimde, Dünya'mıza göstermediğimiz özeni Nasa uzayda ki diğer gökcisimlerine gösteriyor. Doğrusunu yapıyor bence de. Çünkü, bir yere ait olmayan,orada yetişmemiş, gelişmemiş bir şeyi, her ne olursa olsun, mikrop, canlı, insan, fikir, ürünü, bir ortama sokmanın çok tehlikeli sonuçları olabilir. Hastalıklar mesela. İspanyollar Azteklerle karşılaştıkları zaman, onlara karşı zaferlerini sadece üstün silahları ve Azteklerin zafer için gitgide artan sayıda insan kurban etmelerine değil, yanlarında getirdikleri ve Azteklerin bağışıklığı olmayan hastalıklara da borçular. Aynı şey, kuzeyde İngilizler ve yerliler arasında da yaşandı. Yani Amerikalılar ve Kızılderililer. Bu tip olaylar, doğada daha da sık meydaha geliyor. Eğer bir canlının doğal bir düşmanı yoksa, o canlı bulunduğu ortamda apex predator haline gelebiliyor. Mesela Homo Sapiens. Yani insan. Zaman içerisinde doğada ki bütün rakiplerini defetti ve şu anda gezegenin hemen her noktasında yaşayan tek tür. Yani insan, doğanın dengesini, kendi lehine, değiştirdi.
         İşte, başka bir gezegene veya gökcismine gönderdiğimiz her araçla beraber, bunun aynı yerlerde tekrarlanmasını risk ediyoruz.
         Bir uzay aracında yer alabilecek mikrop vs. canlıların miktar ve çeşitliliği belki göze "dikkate alınmayacak kadar az" geliyor olabilir. Özellikle de -260 derecede, radyasyonla yıkanan bir aracın içinde. Ancak, ben ikna olamıyorum.
           Ve insanlı yolculuklar... İnsan hiçbir yere yalnız seyahat etmez. Ne Mars'a, ne de mezara. Vücudumuzda bizimle beraber yaşayan milyarlarca bakteri var. Bir kısmı hayatımızı kolaylaştırırken, bir kısmı hastalanmamıza sebep oluyor. Bunlardan tamamen kurtulmamız mümkün değil. Ayrıca, yanımızda onlarca bitki de taşıyacağız. Bize oksijen ve yemek üretmeleri için. Onların taşıdığı bakteriler de cabası.
       Kısacası, hayat olma ihtimali olan bir gezegene robotikte olsa, temasta bulunduğumuz anda, oranın habitatına müdahele etmiş oluyoruz.
        Bizim merakımız ve kendimizi beğenmişliğimiz yüzünden belki ileride "Venüslü" ve "Marslıların" olmayacağını düşünün.
        Evren çok büyük ve bu konuda çok dikkatli olmamız geerekiyor.