dünya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
dünya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

"Şimdi ben bununla aynı havayı mı soluyorum??" sorusunun cevabı burada;



Nefes al. Nefes ver. Nefes al. Nefes ver. Az önce, bu cümleleri okuyan bir çok insan gibi, istemsizce nefes alıp verdiniz ve şimdi reflex olarak nefes almadığınız için bana kızgınsınız belki. İnsan olarak, homo sapiens, bir kara canlısıyız ve otomatik olarak nefes alıyoruz.

Bir kara canlısı olarak nefesimizi en fazla yaklaşık 5dk kadar tutabiliyoruz. O da özel durumlarda. Bir çok sıradan insan için 45 saniye oldukça iyi bir süre.

Sadece bulunduğunuz coğrafya ya da yükseklik değil, yılın hatta günün belli zamanlarına göre nefes aldığınız zaman akciğerlerinize çektiğiniz oksijen miktarı değişiklik gösterebiliyor. Örnek olarak Everest, K2 gibi zirvelere tırmanacak dağcılar bir noktadan sonra oksijen miktarı düştüğü için yanlarına oksijen tüpü alarak tırmanmaya başlar. Bunun yanında deniz seviyesindeki yerler oksijen bakımından daha doygundur. İnsan vücudu %19’un altında oksijen olan ortamlarda hayatta kalamaz. Bilinç kapanır, beyin vücut fonksiyonlarını idare edemez hale gelir ve vücut ölür.

Peki nedir bu oksijen? Oksijen, hidrojen ve helyumdan sonra evrende en fazla bulunan ve bildiğimiz anlamda canlı yaşamı için olmazsa olmaz bir elementtir. 8 elektron ve 8 protondan oluşur. Dünya kabuğunda diğer maddelere bağlı olarak çok miktarda bulunmasının yanı sıra atmosferde gaz olarak yaklaşık %21 oranında bulunur. Yakıcı ve aşındırıcı bir gazdır. Ancak aklınıza hemen asit ve benzeri maddeler gelmesin.

Az önce oksijenin bildiğimiz anlamda canlı yaşamı için şart olduğunu söylemiştim. Enteresan bir biçimde atmosferde oksijenin artması gezegenimizdeki ilk “çevre felaketlerinden” biri. Bilim insanlarının “Büyük Oksijen Yayılımı” (Great Oxygenation Event) olarak adlandırdıkları oluşumun yaklaşık 2.4 milyar yıl önce atmosfere yüklü miktarda oksijen salınmasıyla sonuçlandığı düşünülüyor. Peki ne idi bu olay, ne yol açtı? Bitkiler. Dünya üzerinde su içerisinde yaşayan bitkilerin aşırı derecede oksijen üretmesi ile oluşan olay. Bunun neticesinde atmosferdeki oksijen miktarı ciddi bir oranda artmış ve bunun yanında karbondioksit oranı düşmüştü.

Dünya oluştuktan sonra atmosferindeki CO2 (karbondioksit) oranı oldukça yüksek olduğu düşünülüyor. Bu dönemde dünyanın bu günkü güzel yeşil-mavi renginden oldukça uzak olan, mor renkte bir yapısı olduğu düşünülüyor.

Neden bitkiler yeşil?



“Purple Earth” yani “Mor Dünya” ilk oluşan okyanuslarda yaşayan, archaea olarak adlandırılan mikroplar mor renkte idi. Fotosentez için kullandığı düşünülen “retinol” ismi verilen moleküller yeşil ışığı emip, kırmızı ve bordo ışığı yansıtıyor, böylece mikropların mor gözükmesini sağlıyordu. Peki neden mor?

Bunu basitleştirerek anlatmak benim için biraz güç olacak. Güneş ışınları çok geniş bir spektruma sahiptir. Gama, Beta, Alfa, mikrodalga, UV ışınları da spektrumun içinde yer alıyor. Ve spektrumun içindeki her renk yani dalga boyu, farklı enerjiye sahiptir. Ve cisimler, bu dalga boylarını yansıttıkları renklerde gözükürler. Mesela, bütün dalga boyunu yansıtan bir cisim beyaz renkte, hiçbir ışını yansıtmayan bir cisim ise siyah renkte görünür. Mavi ve Yeşil rengi yansıtan bir cisim sarı renkte gözükecektir.

Archaea olarak adlandırılan mikropların o dönemde güneş ışınlarından daha etkin yararlanabilmek adına mor oldukları düşünülüyor. Unutulmaması gereken 2 şey var bu noktada. İlki atmosferin bugünkü yapısından farklı olması. Güneş ışınlarının hangi aralıklarının rahatlıkla yeryüzüne, Archaea’lara ulaştığını net olarak bilmiyoruz. İkinci olarakta Archaea’ların ilkel oldukları gerçeği. Kömür dağının üzerinde outran ancak ateş yakmak için çalı çırpı toplayan atalarımız gibi düşünebilirsiniz.

Günümüzde dominant olan klorofil ise kırmızı ve mavi ışığı emiyor, geriye kalan yeşil ışığı yansıttığı için yeşil gözüküyor. Daha fazla ışığı kullanabilen klorofil, rentolden daha verimli olduğu için, zamanla dünya günümüzdeki “yeşil” görünümüne kavuştu.Bu değişimle beraber atmosferdeki oksijen miktarı büyük miktarda arttı. Aslında, öyle ki, bitkilerin yaydıkları yüklü miktardaki oksijen, dünya tarihindeki en büyük çevre kirlenmesi olarak kabul ediliyor.

Atmosferdeki bu yüklü oksijen artışı zaman içerisinde dinazorların evrimleşmesine izin verecekti. Peki oksijen büyük çaptaki etkisini nasıl yaptı? En ufak parçalardan, hücrelerden başlayarak elbette. Oksijenin hücresel açıdan önemi, yiyecekleri okside etmesi, yani “paslandırması” ve bu şekilde dağılmalarını sağlayarak hücrelerin mitokondide ATP, stiplazmada ise şeker  yani enerji üretebilmesini sağlamak. Sonrasında ise enerjinin yakılarak kullanılmasını sağlamak.

Gezegenimizde üretilen oksijenin sadece %28’i ağaçlar tarafından üretiliyor. Kalan kısmın %70’i ise deniz bitkileri tarafından üretiliyor. Yine fotosentez ile. Deniz bitkilerinin güneş ışığına erişiminde fazla bir sıkıntı olmasa da, karbon konusunda karadaki kardeşleri kadar şanslı gözükmüyorlar. Fakat, oksijenin zaman içerisinde toprak içerisindeki demiri okside etmesi, yani paslandırması sebebiyle, denizlerde de bitkiler için yeteri kadar karbon bulunuyor. Bunun yanında başta balinalar tarafından da tüketilen Planktonlarda öldükten sonra çözünerek karbon döngüsüne geri dönüyor. Fakat, karbon döngüsündeki en önemli madde jeoloji ile alakalı. Konuyu çok uzatacağı için o kısma girmiyorum ancak, gezegenimizin “kar topu dünya” dan kurtulup bu günkü haline gelmesini sağladı. Deniz bitkilerinin tek farkı oksijen üretirken bir yandan da havayı bizim yerimize temizlememeleri.

Peki bitkiler nasıl oksijen üretiyor?


Burada bir sorun ortaya çıkıyor. Ormanlar arttıkça dünyanın ısısı düşüyor ve bu okyanuslardan üretilen oksijeni azaltıyor. Korunması gereken bir denge var mevcut canlılar için. Okyanus, akıntı sıcaklıklarının korunması basında sadece fırtınalarla ve daha çok balina ve yunuslar kastedilerek “deniz yaşamanın korunması” olarak bahsediliyor. Bunun yanında değişen sıcaklıkla beraber değişen denizin tuzluluk oranı da var. Aşırı veya eksik tuz oranı, deniz bitkilerini de olumsuz etkiliyor. Bu bitkilerin su altındaki yaşayan diğer canlılar içinde bir saklanma ve yaşam alanı oluşturuyor.

Peki bitkiler bu karbondioksiti, güneşi ne yapıyor? Dünya üzerindeki canlıların tamamı karbon bazlı. Ve bitkiler bu karbonu büyümek için kullanıyor. Ağaçları kocaman birer karbon yığını olarak kabul edebilirsiniz yani. Şekeri yakıt olarak kullanan bitkiler, oksijeni ise kendilerine zararlı olduğu için kendilerinden uzaklaştırıyorlar.

Peki o zaman bitkiler neden oksijen üretirken, gece oksijen tüketiyorlar? Sorunun cevabı yanma ve yangın üçgeni. Oksijen olmadan ürettikleri enerjiyi yakamazlar ve harcayamazlar. Gündüzleri çalışan bitkiler karınlarını geceleri doyuruyor yani. Gündüz ürettikleri oksijen miktarı gece tükettiklerinden fazla olduğu için, kendi hayatlarımız için korkacak bir şey yok.

Fotosentez doğanın “mucizelerinden” biri insan oğlu elbette bu kimyasal olayı çözüp, faklı şekillerde yararlanmak istiyor. Aklıma gelen ilk uygulama alanı, geleceğimizin yattığı yer olan uzay. Uzay araçlarına herşey gibi oksijende dünyadan taşınmak zorunda. Oksijen dünyada bol miktarda bulunsa da, sadece gaz formunda değil, CO2, CO vs diğer şekillerde de, uzayda bu kaynakları kullanabilecek seviyeye gelemedik henüz. İşte bu durumda uzayda gerçekte ciddi anlamda bolca bulunan suyu kullanarak üretilebilecek oksijen, uzayda insan yaşamanın sürekliliği için büyük önem taşıyor.

Biliminsanları fotosentezi laboratuvar ortamında gerçekleştirebilmek için güneş ışığı yerine lazer kullanmayı denemişler ve başarılı da olmuşlar.

Fotosentezi anlamak


Bitkilerin nasıl büyüdüğü ile ilgili tarih boyunca bir çok araştırma yapıldı. Ancak yakın zamana , elektron mikroskopunun icadına kadar, tam işleyişin nasıl olduğunu kestirmek mümkün olmamıştı. Mesela antik yunanlılar bitkilerin sadece topraktan beslendiğini düşünüyorlarmış. 1580 – 1644 yılları arasında yaşamış olan Jan Baptist Van Helmont, yunanlıların bu fikrini 5 yıl süren bir deneyle ispatlamaya çalışmış ancak deney ağacının 5 yıl içerisinde 74kg ağırlık kazanmasına ragmen diktiği toprağın ağırlığının neredeyse hiç değişmediğini tespit etmiş. Aradaki farkın tamamen sudan kaynaklandığını düşünmüş.

1733 – 1804 yılları arasında yaşamış olan Joseph Priestley, bitkilerin oksijen ürettiğini kapalı bir fanusta yaptığı deney ile ispatlamış. Priestley, fanus içinde bitki ile beraber bir mum yakmış. Fanus içerisindeki hava tükenince mum sönmüş. 27 gün sonra ise, Priestley mum tekrar yakmayı başarmış.

Uydu görüntüleri kullanılarak yapılan araştırmalara göre, bir bölgede üretilen oksijen veya diğer gazlar, şiddetli bir rüzgar akımı olmazsa o bölgeyi terk etmiyor. Biz buna daha çok hava kirliliği konusunda alışığız. Ancak “Dünyanın Akciğerleri” Amazon Ormanlarında üretilen oksijenin bölgeyi terk etmemesi, bizim gibi oksijene bağımlı canlılar için büyük bir handikap. Tabii bu olgu bazı bölgelerin neden oksijen zenginiyken diğer bölgelerin sadece “nefes alınabilir” olduğunu da açıklıyor.

Hava kirliliği bu konuda bazı noktalarda yararlı olabiliyor. Hawai’de yapılan bir araştırmada, fosil kaynaklı karbondioksit yayılımının yüksek olduğu dönemlerde ağaçların da daha fazla oksijen ürettiği tespit edilmiş. (Scripps O2 programı, 2000-2012 arasında yapılan araştırma). Fakat burada unutmamamız gereken bir şey var, araştırmanın yapıldığı yer, Manua Loa, Hawai’nin en büyük adası, okyanusun ortasında, diğer kıtaların, şehirlerin etkilerinden uzakta ve doğal güzellikleri korunmakla kalmayıp, sürekli geliştirilen bir yer. Aynı etkiyi betonarme şehirlerimiz İstanbul, Ankara ve İzmir için beklememiz hayalperestlik olur maalesef.

Mevsimsel olarak ele alındığı zaman ilk bahar bitkilerin en çok oksijen ürettikleri dilim. Bir insan dakikada 7-8litre oksijen solurken, gün sonunda bu rakam 570lt ulaşır. Fakat, solunurken alınan “havanın” tamamı akciğerlere ulaşmaz. Nefes alınırken ciğerlere varan havanın %21’i oksijen iken, nefes verirken ciğerlerimizi terk eden “hava”nın %16’sı oksijendir. Bu sayede sunni solunum yapılırken yapılan kişinin ciğerlerine oksijen ulaşır.

Ciğerlerimize giren havanın bir kısmının tekrar dışarı çıkması ile etrafımızdaki insanlarla “aynı havayı” soluyabiliriz ancak, bir sokak ötedeki veya başka bir şehirdeki insanlarda bu pek mümkün değil. 25.000.000.000.000.000.000.000. Bu her nefes aldığınızda ciğerlerinize çektiğiniz molekül sayısı yaklaşık olarak. 25 sekstilyon (evet, bu 10 üzeri 21 demek oluyor). Bu şekilde düşünürseniz, bu moleküllerden bir kısmının rüzgarın etkisi ile dağıldığını ve Donald Trump, Vladimir Putin ve Adriana Lima ile aynı havayı soluduğunuzu düşünebilirsiniz. Veya geçmişten birileriyle, Adolf Hitler, Ronald Reagan, Atatürk, Marlon Brando.

Rakamlara istediğinizi söyletebiliyorsunuz neticede. Ancak çok büyük sayılar olsa bile biraz mantıklı düşünmekte fayda var diye düşünüyorum.

Birkaç yıl önce oluşmuş veya birkaç km ilerideki birinin soluduğu, sonra kalan %5'lik kısımla vücudunu terk edip size ulaşması olasılığı çok düşük.

Ancak, eğer bu kişi ile aynı ortama girerseniz, oda, sınıf vs. o zaman bu ihtimal çok yükseliyor. Zaten hava yoluyla yayılan hastalıkların yayılma yollarından önemli biri de bu.

Nasa bir kişi için ortalama 422 ağacın oksijen ürettiğini hesaplamış (2013). Tabii bu sayıya gezegenimizdeki diğer canlılar dahil değil. Ancak Nasa bu sayılara bir şeyi daha katmamış; denizde üretilen oksijen.

Deniz içerisinde üretilen bu oksijen daha sonra suyun güneş ısısıyla buharlaşmasıyla beraber atmosfere karışıyor.

Oksijenle ilgili bir diğer önemli nokta, vücudumuzun su olarak ihtiyaç duyduğu formu. Bildiğiniz gibi vücudumuzun %70’i sudan oluşuyor. Hücre bazında düşününce, bu oran bazı hücrelerde %90’a kadar çıkıyor. Ve bu hücrelerin hayatlarını sürdürüp, işlevlerini düzgün sürdürebilmesi için suya daha çok ihtiyaçları var.

Ayrıca bir çok zararlı bakteri için oksijen zehirli bir ortam oluşturur ve ölmelerine yol açar. Peki bitkiler gündüz CO2 solurken gündüzleri neden oksijen solumaya başlarlar?

Cevap çok basit; YANGIN ÜÇGENİ

Ürettikleri şekeri yakıp enerji elde edebilmeleri için oksijene ihtiyaçları vardır. Oksijen olmadan hiç birşeyi yakamazsınız. İşte bu yüzden bitkiler gündüzleri oksijen, geceleri karbondioksit üretir.







Radyoaktif Yemek Takımı

Çernobil, Fukuşhima, Hiroşima ve Nagazaki kurbanlarına saygılarımla.

Trifoli, yani "iyonlaştırıcı radyasyon" uyarı işareti.



Geçtiğimiz senelerde eski bir Rus ajanının, Alexander Litvinenko’nun, polonyum ile zehirlenmesinin yarattığı sansasyonu hatırlarsınız sanırım. Londra’da gerçekleşen saldırıdan sonra hastaneye kaldırılan Litvinenko, radyasyon zehirlenmesi sonucu hayatını kaybetmişti. Yaşanabilecek en feci ölüm biçimlerinden biri.

Litvienko zehirlenmeden önce ve sonra.


Doktorlar ilk zamanlar sayın Litvinenko’nun neden öldüğünü açıklayamamışlardı. Bir şeylerden zehirlendiği ortadaydı ancak ne olduğunu tespit edememişlerdi. Vücudunda gamma radyasyonu yoktu. Bu yüzden radyasyon zehirlenmesi gibi durmuyordu. Kan tahlillerinden de kesin bir sonuç çıkmıyordu. Cevap, çok geç geldi. 1898 yılında Marie- Pierre Curie tarafından keşfedilen Polonyum.

Radyasyon zehirlenmesi tedavisi olmayan, maruz kalındığı andan itibaren öldüren bir zehirlenme türü. Henüz bilinen bir tedavisi yok. En tehlikeli biçimi ise radyoaktif maddenin kana karışmasıyla oluşuyor. Bu şekilde kurbanın kendisi radyoaktif hale geldiği için, kendi kendini zehirliyor.

Behzat Ç. dizisinde de vardı bununla ilgili bir bölüm. Yaşlıca bir adam cinayet büroya gelip, kendi cinayetini ihbar ediyordu. Bürodakiler “nasıl lağ?” diye bakarken, sonradan bir üniversitede öğretim üyesi olan şahıs durumu anlatıyordu Behzat ve bürodakilere.

Litvinenko’nun durumunda doktorların gözden kaçırdıkları şey, Polonyumun gamma veya beta ışımasından ziyade, çok daha güçsüz Alfa ışını yayması. Alfa ışınları o kadar zayıf ki, insan derisi, bir kağıt parçası bile bu ışınları engelleyebiliyor. Ancak, vücut içine girdikten sonra yapacak hiçbir şey yok. Radyasyon zehirlenmesi konusundan bahsetmeyeceğim, çünkü gerçekten çok kötü bir ölüm şekli. Bir çok filmde bu şekilde ölenler için “kafalarına bir kurşun sıkmak daha insancıl” şeklinde replikler geçer ve maalesef ben de buna katılıyorum.

Radyason zehirlenmesi sonucu hayatını kaybeden en şanssız kişi şüphesiz Hisashi Ouchi. 30 Eylül 1999 günü Tokaimura Nükleer Santralinde yaşanan bir kaza sebebiyle 17 sievert, ölümcül doz olarak kabul edilen 8 sievertin 2 katından fazlasına maruz kaldı ve hemen hastaneye kaldırıldı. Japon doktorlar Ouchi'yi 83 gün hayatta tutmayı başardılar. 83 gün. Bu süre içerisinde bütün vücudu radyasyon sebebiyle yanmıştı. Vücudundaki bütün beyaz kan hücrelerinin (bağışıklıktan sorumlu hücreler) yok olmuş olmasının yanında kromozları bile o kadar çok zarar görmüş ki, artık "insan hücresi" olarak işlev gösteremez hale gelmişler. Tokyo Üniversite doktorları kan nakli, plasma nakli, kök hücre tedavisi, deri nakli ve ilaçlarla hayatta tutmaya devam etmişler. İlk haftanın sonunda Ouchi "lütfen ölmeme izin verin, ben deney faresi değilim" diyerek "merhamet" dilenmiş.
Doktorlar ve Japon hükümeti burada "sadist kötü olarak" gibi gözükse de, amaçları kök hücre tedavisi ile Ouchi'nin vücudunun tekrar beyaz kan hücresi üretmesini sağlamak ve bu şekilde vücudunun kendini yenileyebileceğini ummalarıymış. Benzer kazalar günümüzde, ne mutlu ki, pek yaşanmadığı için tedavileri konusunda bilgimiz de maalesef oldukça yetersiz. 21 Aralık 1999 günü çoklu organ yetmezliği neticesinden Ouchi nihayet acılarından azad oldu.

Kaza olduğu sırada onunla aynı odada bulunan ama daha düşük radyasyona maruz kalan iki arkadaşından biri 6 aylık bir tedavinin ardından evine dönebilirken, Masato Shinohara maalesef 27 Nisan 2000 tarihinde çoklu organ yetmezliğinden hayatını kaybetti. Onun ölümü de maalesef Ouchi gibi acılarla dolu bir süreç sonrası geldi.
Hisashi Ouchi


Geçenlerde bir belgesel izlerken uranyum ile işlenmiş cam eşyalar gördüm bunu ve neredeyse şaşkınlıktan küçük dilimi yutuyordum. Yeniçağ zamanında Çekya’da, eski ismiyle Çek Cumhuriyeti’nde, günümüzde nükleer santrallerde yakıt ve nükleer bombalar yapımında kullanılan, doğadaki en tehlikeli maddelerden biri olan uranyum ile bardak, kase, vazo ve bunun gibi ev eşyaları yapılıyormuş.

Küçüklüğümden beri radyasyondan ve asbestten mantıksız seviyede korkan biri olarak, zaman içerisinde haklarında bir çok şey öğrenip korkumu dizginlemeyi başarsam da, uranyumdan bardağı görmek beni şoka uğrattı. Nasıl bir insan böyle bir bardaktan bir şey içerdi?

Sonra bilgilerim, şaşkınlığımın önüne geçti. Öncelikle, geçmişte yaşayan insanlar bizim bilgimize sahip değillerdi.

Sonra, doğal halde bulunan uranyum aslında çok radyoaktif bir madde değil. Günümüzde kullanılan haline getirmek için çok ciddi saflaştırma işlemlerinden geçiriliyor. Uranyumu canlılar için esas tehlikeli kılan özelliği, kimyasal olarak çok tehlikeli olması. Doğada işlenmemiş uranyum ile karşılaşmanız durumunda elinize almanızda hiçbir sakınca yok. Sadece üstündeki tozların soluma veya deri yoluyla vücudunuza girmemesine dikkat etmeniz yeterli. Neticede uranyum dünya üzerinde en çok bulunan 51. Metal ve hemen hemen her yerde, kayaların, toprağın içinde eser miktarda yer alıyor. Zaten “background radiation” yani “arka plan radyasyonu” da buradan geliyor. Hepimiz, dünyadaki her şey, güneşten gelen ve atmosferin soğuramadığı ve topraktan gelen radyasyona sürekli olarak maruz kalıyoruz. Neyse ki, toprakta bulunan uranyum, silah yapmak için kullanılan uranyum 235 değil, daha zararsız uranyum 238.

Yani, uranyumdan yapılan bir eşyayı kullanmak, bütün ön yargılarımıza rağmen, en azından kısa vadede zararlı değil.

Tabii, burada çok önemli bir şey daha var. “Neden” birileri böyle bir maddeden tabak çanak yapmak ister? Ve nasıl.

İnsan ve uranyumun ilişkisine dair en eski bilgiler, milattan önce 79 yılına dayanıyor. Roma kalıntılarından öğrenildiği kadarıyla uranyumun doğal rengi olan sarı sebebiyle seramikleri renklendirmek için kullanılıyormuş. “Uranyum camı” olarak tasvir edilen camlar ve ürünlerde aynı şekilde uranyumun rengi sebebiyle ortaya çıkmış. Çok karanlık ortamlarda hafif parlıyor olmasının bunda çok büyük etkisi de var tabii. Bizler şimdi o parlamayı çok iğrenç ve tok şiddetli yeşil bir parlaklık olarak biliyoruz ve aklımıza hemen radyasyon ve ölüm geliyor tabii.

Uranyumun bir element olarak ortaya çıkması 1789 yılında alman kimyager Martin Heinrich Klapoth’un çalışmaları ile oluyor. Elementin ismini 1781 yılında William Herschel tarafından keşfedilen Yunanlıların Göklerin Tanrısı olan Uranüs’e ithafen “uranium” koyuyor.

Radyoaktivitenin keşfi ise 1896 yılında Henri Becquerel tarafından gerçekleştiriliyor. Çok güzel bir hikayedir. Bilimde şansın ve kazaların ne kadar önemli olduğunu bir kez daha ispatlar. Araştırmanızı tavsiye ederim.

Büyük bilim insanı, farklı dallarda Nobel almayı başaran ilk ve çok az insandan biri olan Marie Curie’nin uranyum ile ilişkisi, onu işleyip, içinden çok daha radyoaktif ve zehirli “radium” elementini çıkarması (elementi keşfeden kişi aslında kocası Pierre Curie idi) ve kullanımı üzerine  çalışmalar yapmıştı. Madam Curie, 1gr Radium elde etmek için 3 ton uranyum işlemiştir. Sanırım Madam Curie’nin neden kanserden vefat ettiğini şimdi anladınız. Kendisinin kullandığı kitap, defter vb. ürünlerin bazıları bugün hala radyoaktif haldedir ve bazıları kurşun kutular içinde muhafaza edilmektedir.

Yani, 1896 yılına kadar bilinmeyen radyasyon sebebiyle, insanlar çok uzun süre boyunca uranyumu cam ve seramik ürünlerde renklendirici olarak kullanmaya devam ettiler. Şaşırtıcı olan, hala devam edenler var.

Peki nasıl? Camın tamamı uranyumdan yapılmıyor. Uranyum cevheri ezilerek toz haline getiriliyor, ki bu formunu solumak radyasyon zehirlenmesine sebep olabilir, sonra cam eriyik haldeyken içine katılıp homojen şekilde karışana kadar karıştırılıyor. Nihayetinde ise normal bir cam gibi işleniyor. Tabii bu dumanları da solumamak oldukça önemli.

Alfa ışınları kağıdı bile geçemezken, Beta ışınlarını durdurmak için aluminyum levha yeterli oluyor. Gama ışınları ise kurşun levha ile durdurulabiliyor ancak.

Sürekli ev içerisinde, özel saklama kapları olmadan, hatta değişik renkleri sebebiyle sergilenen bu eşyaların yaydığı radyasyonun çok düşük olduğunu daha önce söylemiştim. Bu eşyalar, en tehlikeli ışınım türü olan Gamma değil, etkisi çok daha zayıf olan Beta ışını salıyorlar. Beta ışınlarının güçleri Gammaya göre oldukça düşük. Gamma ışınlarını engellemek için kalın kurşun levhalar gerekirken, beta ışınları için kağıt kalınlığında bakır levhalar bile yeterli olabiliyor. Fakat, vücut dokularına etki edebildikleri zaman bütün ışınların etkisi aynı oluyor.

Sonuç olarak, bu takımlarla yemek yemenin bir sakıncası yok. Ancak, takımın bir parçası, ufacık olsa bile, kırılıp yanlışlıkla yutulursa, o zaman ölümle sonuçlanacak rahatsızlıklarla karşılaşmak çok mümkün. Kısa vadede ölümcül olmasa bile, vücuda önemli derecede zarar verecektir ve

Radyasyon hayatımıza nispeten çok yeni girmiş bir olgu. Vücudumuza neler yaptığını bilsek dahi, hakkında öğreneceğimiz çok fazla şey var. Umarım bir gün radyasyon kaynaklı rahatsızlıkların tedavi edilmeye başlandığını da görebiliriz.

Ebay'den "uranium glass" araması yaptırınca karşınıza çıkan sonuçlardan çok kısa bir kesit. Görseldeki vazo kızılötesi ışıkla aydınlatıldığı için parlıyor.

Dünyada hayat var mı?




        
8 Aralık 1990 tarihinde, 9 gezegenin bulunduğu bir güneş sisteminin 3. Gezegeninin 1500km uzağından bir uzay aracı geçiyordu. İlk gözlem ve ölçümlerde gezegenin ana yapısının demir ve kayadan oluştuğu anlaşılmıştı. Ayrıca, gezegeni çevreleyen güçlü manyetik alanın yanında, buna paralel bir radyasyon kuşağı da mevcuttu. Ama gezegeni heyecanlı kılan en önemli şey, ona uzayda yuvarlanan mavi bir misket görünümü veren, yüzeyinin 2/3’ünü kaplayan suydu.
Gezegenin atmosferinde yüksek miktarda nitrojen bulunuyordu. Bunun yanında kaynağı biyolojik süreçler olan oksijen, metan ve azot oksit tespit edilmişti. Bu deliller ışığında, gezegende en azından bitki varlığının, yani yaşamın var olduğu, kesinleşmiş oluyordu. 

         Peki, zeki yaşam? Acaba bu gezegende yaşayan zeki bir canlı türü var mıydı acaba? Öncelikle “zeka” nın ne olduğu ve nasıl tespit edilebileceğini kestirmek zorundayız. Homo Sapiens, yani insan, “zeki” bir canlı olmasına rağmen, çok çok uzun bir süre boyunca tıpkı diğer hayvanlar gibi mağaralarda yaşadı, avcılık ve toplayıcılıkla hayatta kalmaya çalıştı. Bu evrede insanı diğer hayvanlardan ayıran en önemli özellikleri alet kullanabilmesi ve konuşmasıydı. Doğada bu iki özelliğe sahip başka canlılarda var. Bazı maymun türleri Hindistan cevisi kabuklarını kırmak için sivri taşları kullanıyorlar mesela. Ahtapotlar başta olmak üzere birçok canlı, problemleri çözme konusunda çok yetenekli. Bunun yanında, biz anlayamasak ta, başta Yunus ve Balinalar olmak üzere birçok hayvan türü birbirleri ile haberleşmek için ses dalgalarını kullanıyorlar. İnsanın, teknolojisi dışında, bu hayvanlardan çokta farklı yok.

         
Çin Seddi. Alt yörüngeden.
Tabii, bunların hiçbiri, en azından bildiğimiz ve yakın gelecekte sahip olabileceğimiz teknolojik imkanlarla uzaydan tespit edilebilecek şeyler değil. Uzaydan görülebilecek kadar büyük ateş yakılmazsa tabii ki. Veya, bu ebatta bir şey inşa edilmez ise. Çin Seddi’nin, Piramitlerin bile aslında uzaydan gözükmediğini düşündüğünüz zaman, bunun ne kadar zor bir iş olduğunu anlıyor insan.


         Henüz bu seviyedeki bir medeniyetlerin, gündüz veya gece, uzaydan gözükebilecek şehirler kurabileceklerini düşünmek hata olur. Çünkü yüksek miktarda canlının bir arada yaşayabilmesi için, ihtiyaç duyulan kaynakları bir araya getirmek gerekir. Hangi canlı türü olursa olsun, bir toplumun popülasyonu aşırı yükseldiği zaman kaynak yetersizliği, savaş veya hastalıklar sebebiyle o toplumun popülasyonu kaynakların yeterli olduğu seviyeye düşürecektir. “Endüstriyelleşme” adımlarının atılmaya başlandığı 1600lı yılların başlarında Londra’da 250.000 kadar kişi yaşadığı düşünülüyor. 400lü yıllarda yıkılan Roma’da ise, imparatorluğun en parlak zamanlarında 1 milyon kişinin yaşadığı tahmin ediliyor. Bu kadar insanın bir arada yaşayabilmesi, iki dönem için de büyük bir başarı olarak anılsa da, iki şehrin de yine aynı dönemlerde çok geniş çaplı veba salgınlarıyla ve yangınlarla nüfuslarının önemli kısmını kaybettiklerini biliyoruz.

          Bu şehirlerin en büyük özelliği, imparatorluklarının başkentleri ve insan uygarlığının bir dönemler incisi olması. Bu özelliklerini ise, kendilerini “büyük” yapan lanetlerine borçlular. Ticaret.
Henüz endüstriyelleşmemiş, bilim alanında, özellikle sağlık konusunda ilerleyememiş uygarlıkların uzaydan rahatlıkla görülebilecek şekilde şehirler, anıtlar, veya diğer türlü yapı inşa etmesi bu yüzden pek mümkün değil.

           İnsanlar tarafından yazının icat edildiğini düşünülen milattan önce 4000 yılından bu yana, yani 6017 yıl boyunca, sizce inşa edilen en büyük yapı nedir? Sadece ebat olarak düşünmeyin. Cevap sizi büyük ihtimalle çok şaşırtacak. O yüzden, yazının sonunda vereceğim cevabı.

           Tabii ki, bu şekilde bir arayış için, o gezegenin etrafında, hiçbir noktayı atlamadan yapılacak görüntüleme çalışması da yapılması gerekiyor. Bütün gezegenin haritasını çıkarmak yani. Şimdi size garip gelecek bir bilgi vereyim. Şu ana kadar çıkartılan Venüs, Dünya, Ay ve Mars haritaları içerisinde, doğruluk oranı en düşük olanı dünyanın haritası. Bunun sebebi ise, Dünyanın sahip olduğu tektonik plaka hareketleri, iklimi (özellikle buzullar), çok iyi bir çözücü olan suyun gezegenin %70’ini kaplaması ve insanların varlığı.

             Harita oluşturmak için yapılan geçişler gezegene ne kadar yakın olursa, detaylar o kadar az olacak, ancak harita o kadar kısa sürede tamamlanacaktır. Daha detaylı bir harita için ise çok daha fazla vakit harcamak gerekecektir. 

            
Yerleşim birimlerinin, canlıların izlerinin tespit edilebileceği bir görüntü için oldukça detaylı bir görüntüye ve bir o kadar da büyük şansa ihtiyaç var. Zeki yaşamının ağaçlık bir bölgede yer aldığını, ve ağaçların uygarlığın bütün hareketlerini sakladığını bir düşünün. Veya Kapadokya’da ki gibi mağara yerleşimlerini uydu ile tespit mümkün değil. Hatta, biraz daha ileri düşünelim, suyun altında yaşamını devam ettiren bir türün yerleşim alanlarını tespit etmek daha da zor olacaktır. Fakat, su altında ateş yakılamayacağından dolayı, böyle bir türün medeniyet yarışında da ilerlemesi pek mümkün olmayacaktır. Tabii, bütün gelişimlerini DNA manipülasyona üzerine kurmuyorlarsa. Böyle gelişimlere örnek olarak aklınıza Mass Effect oyun serisinden “Leviathan” türü gelebilir. Oyunu oynamayanlar ufak bir araştırma yapabilirler veya benim bunun hakkında bir yazı yazmamı bekleyebilirler ama, nefeslerini tutmasınlar.

            
Medeniyet seviyeniz buysa, sizi uzaydan tespit etmeleri mümkün değil.
Esas konuma dönersem eğer, bir gezegende zeki bir yaşamın anlamanın en kolay yolu, biraz da onlardan yardım almak. Bunun da en kolay biçimi radyo dalgaları. Şu anda dünya üzerinde radyo frekansı ile yayın yapan bütün radyo ve televizyon sinyalleri senelerdir uzaya yayılıyor. Yani nereden baksanız 60 senedir uzaya “insanlar burada yaşıyor!” ilanı veriyoruz.

İşte, zeki yaşamın bulunduğu düşünülen bir gezegene yaklaşıldığı benzer radyo dalgaları tespit edilmez ise, ya gezegende ki yaşam “zeki” değil, ya da henüz “zeki” sayılabilecek seviyeye ulaşmamışlar demektir.

          
İşte, 1990 yılında Galileo uzay aracı da bu radyo sinyallerini tespit ederek bizlere dünyada zeki yaşamın var olduğunu ispat etti.

          Sorunun cevabı ise, elektrik şebekesi. İnşa edilen 10000 nükleer, termik, doğalgaz santrali, baraj, kilometrelerce yüksek gerilim hattı bir araya gelince, inşa edilen en büyük “şey” haline geliyor. Bu şebekenin çok büyük bir kısmının birbiriyle bağlantılı olması, bunu daha da etkileyici hale getiriyor.

Güneş'e ateş eden adamın bilmesi gerekenler.







***Dikkat, bu yazı bazı bilimsel gerçekleri yok saymaktadır.***

Bizim "güneş" olarak isimlendirdiğimiz, evrenin uzak bir köşesinde yer alan, hiçbir özelliği olmayan bir yıldız, kendi işinde gücünde, her zaman ki gibi parlıyordu. Ne dünkünden, ne de geçen haftakinden bir farkı yoktu. Zaten, 5 milyar yaşında olan bu genç yıldız için gün veya haftaların bir anlamı, bizim anladığımız kadarıyla yoktu. Ancak, bu sıcak, parlak, hidrojen topunun etrafında dönen, önemsiz bir demir yığınının üstünde yaşayan bizler için, durum tam tersi.
Andromeda Galaksisi. Samanyolu'nun da buna benzer "Spiral" yapıda olduğu düşünülüyor.

Tamam, ciddileşiyorum şimdi. Zaten hikaye yazar gibi yazmayı hiç sevemedim. Güneşin, galaksi merkezinden 26000 ışık yılı uzaklıkta dönmekte olduğu ve, bu dönüşünü de yaklaşık 250 milyon yılda tamamladığı düşünülmektedir. Yani, güneş şu anda bulunduğu pozisyona daha önce geldiğinde, dünya üzerinde ilk dinazorlar ve memeliler yeni yeni yaşamaya başlıyordu. Ve bir daha aynı noktada olduğunda üzerinde belki hiç hayat olmayacak.
Güneşin rengi aslında beyazdır. Atmosfer sebebiyle sarı görürüz.

Güneşin parlama kuvveti her zaman sabit değildir. Güneşin "solar maximum" ve "solar minimum" ismi verilen 2 mevsimi vardır. 11 yıllık döngülerle, güneşteki lekelerin sayısıyla beraber, güneşin yaydığı enerji miktarı artar veya azaları. Döngünün en yüksek ve en düşük noktaları arasında %0,07, yani binde 7'lik fark olduğu gözlemlenmiştir. Bu muazzam farkın, dünyamız üzerinde ki etkisi, maalesef (maalesefi yazmış bulundum, silmek istemiyorum, demek benim de içimde bir manyak var) ona "sıkmak için" yeterli bahaneyi vermiyor. Zira, güneşten yayılan enerjinin oldukça ufak bir kısmı, 2 milyarda 1', yani %0,00000005 dünyaya ulaşıyor.  Umarım sıfırların sayıları doğrudur.

Dünyamızda, yarı küremizide, sıcaklığın artmasının esas sebebi, eksen hareketi. Bunu uzun uzun anlatmak istemiyorum ama dünyanın yıl içerisinde güneşe doğru eğiminin değiştiğini, güneşi daha fazla alan yarım kürenin daha fazla enerji alarak yaz mevsimine girdiğini söyleyerek özetleyebilirim.

Şimdi, işin eğlenceli kısmına geçelim; Matematik. G3 sabit dipçikli piyade tüfeğinden ateşlenen 7.62 çapındaki merminin namludan çıkış hızı, 800m/s. Yani saniyede 800 metre, bu da saatte 2880km hıza denk geliyor. Güneşin dünyadan uzaklığı 148 milyon km. Yani kurşunun dünyadan güneşe ulaşması 2141,2 gün veya 5,86 yıl sürüyor. Yazının bundan kısmı, işin biraz hikaye kısmı.
Hemen her sağlıklı Türk erkeğinin askerlikte kullandığı silah. G3


Şimdi kurşunumuzun atmosferden çıktığını düşünelim. Düşünelim diyorum, zira, bir cismin atmısferden çıkabilmesi, yani Dünya'nın yerçekiminde kurtulabilmesi için, saniyede 11000km hıza ulaşması gerekiyor. Bu hız, ses hızının 32 katına, G3'ün namlu çıkış hızının ise neredeyse 14 katı. Eğer, herhangi bir cisim, bu hıza ulaşamazsa, eninde sonunda yerçekimine yenik düşüp, uzaya çıkamadan atmosfere geri dönecektir. İster bir kurşun, ister bir füze, isterse uçak olsun.

Kurşunumuzun "bir biçimde" atmosferden çıktığını ve saatte 2880km hızla, güneşe doğru uçtuğunu düşünelim. Karşılacağı ilk gök cismi, dünyamızın biricik uydusu Ay. Ay ile dünya arasında ki mesafe değişiklik gösteriyor. En yakın olduğu zaman 363bin, en uzak olduğu zaman ise 405bin km uzakta. Ortalama 384bin km yani. Kurşunumuzun bu mesafeyi kat etme süresi 133 saat veya 5,5gün. Ayın dünya etrafında ki bir turunun 28 gün sürdüğünü düşünürsek, bu süre içerisinde ay turunun %19'unu tamamlamış olacak. Kurşunun ayı vurması, veya ayın kütlesine kapılması ihtimali pek olası gözükmüyor yani. Nasa'nın Ay'a ilk insanlı uçuşu Apollo 11, Satürn V roketi ile, bu uçuşu 3 günde gerçekleştirmişti.

Universe Sandbox oyunu ile kaydettiğim videoda, Güneş sistemiminizdeki ilk 4 gezegenib önümüzde ki 7 seneki hareketlerini görebilirsiniz.

 

Güneş sisteminde Dünya'mızın ikizi olarak kabul edilen ve ismini Yunan Mitolojisinde ki Afrodit'ten alan sonraki durağımız olan Venüs'ün dünyamıza uzaklığı ortalama 38milyon km. Kurşunumuzun Ay'a olan yolculuğunu hesaba katmazsak, Dünya'dan Venüs'e yolculuğu 549,76gün veya 1,5 yıl sürecek. Bunun karşılığında ise, düşünülenin üstüne Dünya'mız gibi hayat barındırabilecek bir gezegen değil, tam aksine atmosferi asidik, atmosfer basıncının 93 bar, yani Dünya'da ki basıncın neredeyse 90 katı olan bir "cehennem" ile karşılaşacak. 1960'lı yıllarda NASA Ay'a insan göndermeye odaklanmış iken, Sovyetler Birliğinin hedefi Venüs olmuştu. Toplam 16 araçtan oluşan Venera (Rusça Venüs) görevleriyle, Ruslar gezegenler arasında ilk iletişim, başka bir gezegen yüzeyinden ilk görüntü, Venüs yüzeyinden ilk görüntüleri elde etme gibi başarılara imza atmışlardır. Ancak, nedense, NASA'nın Apollo 11 görevi ile "uzay yarışını" kazandığı varsayılıyor.

Günşten önceki son durak olan Merkür'e sürecek yolculuk ise çok daha uzun soluklu, 91bin km. Güneşe en yakın gezegen olan Merkür, tıpkı ayımız, latince ismiyle Luna gibi, yörüngesi kilitlenmiş bir gök cismi. Yani, güneşe her zaman aynı yüzü dönük. Bunun neticesinde, gezegenin bir yüzü kavrulurken, diğer tarafı oldukça soğuk. Eğer, Merkür'ün bir atmosferi olsaydı, bu sıcaklık farkları sebebiyle oluşacak rüzgarlar belki de güneş sisteminde ki en kuvvetler rüzgarlar olacaktı. Güneş sistemindeki diğer gezegenlerin aksine, Güneş tarafından sürekli kavrulan bu gezegen, tıpkı Ay gibi neredeyse siyah beyaz bir görüntüye mahkum kalmış. Kurşunumuzun bunlara tanık olması ise G3'ün namlusundan ayrıldıktan sonra uzayda geçireceği 13316,5 gün veya 3,6 yıl sürecek bir yolculukla mümkün olacak.

Merkür'den sonra, Dünya'da ki herşeyin kaynağı, Güneş... Dünya'dan başlayan 148milyon km yolculuğun son durağı. Merkür'den Güneş yapılacak 57milyon km son bir zıplama. Toplamda 2141,2 gün, 5,86 yıl sürecek yolculuğun son durağı.

Elbette, kurşunumuz, bu, bir çok bilimsel gerçek ve kanunu yok saydığım yolculuğu tamamlayabilse bile, asla ve asla Güneş'e ulaşamayacak. Güneş'e ulaşmadan çok uzun süre önce, 6000 dereceye yakın sıcaklığın etkisiyle eriyecektir.


Benim yok saydığım bilimsel gerçekleri denklemime tekrar eklersem, 2141 gün süreceğini hesapladığım bu yolculuğun tamamen başarısız olma ihtimali oldukça yüksek. Tabii hala kurşunun atmosferden ayrıldığını varsayıyorum. Zira, kurşunun bahsettiğim gök cisimlerinden birinin çekim alanına yakalanıp yoluna devam edememesi çok büyük bir ihtimal. Bunun yanında aynı çekim alanı, kurşunun rotasından sapmasına sebep olabilir. Hızını etkileyebilir. Yolculuğun uzamasına, kısalmasına sebep olabilir. Hatta, kurşunun yönünü Güneş'ten, Güneş Sisteminin dışına bile çevirebilir.

Venüs ve Merkür'ün bilinen doğal uyduları yok. Merkür'ün yörüngesine, Güneş'e olan yakınlığından dolayı, uydu sokmak oldukça zor bir iş olsa da, Venüs yörüngesinde 1970'li yıllardan beri yollanmış uydular hala bulunmakta. Kurşunumuz bunlardan birine de çarpabilir.