Atom Bombası etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Atom Bombası etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

(Lütfen Japonların heyecanıyla okuyun) GOJİRA!!!





Tamamen çelik eksikliğinden kaynaklanıyor bu iştahı.
Ülkemizde maalesef Amerikan uyarlamaları ile tanınan, pamuk kalpli centilmen dev Godzilla’nın aslında görünenden çok daha derin bir hikayesi var. Bu hikayeyi anlayabilmek için,  Japonya’nın yaşadığı trajedileri biraz tanımak gerekiyor. 

Japonya dünya gündemine daha çok robotları ve depremleri ile gelse de, bulunduğu coğrafi konum dolayısıyla oldukça “hareketli” bir geçmişe sahip. Şu anda Japonya’yı oluşturan 4 ada, Pasifik Plakasının tam sınırında yer alıyor. Adalar, Avrasya plakası ile Pasifik plakasının çakışma noktalarında oluşmuş su altı volkanları sebebiyle oluşmuş. Dünya haritasına bakarsanız eğer, Pasifik plakasının Kuzey Amerika plakası ile birleştiği yerlerde kutupa doğru, yine volkanizma ile oluşan Aleut Adalarını ve çok korkulan Los Angeles fay hattının bulunduğunu görebilirsiniz.  Bu plakaların yarattığı deprem riskinin yanında, Japonya’yı oluşturan adalarda önemli bir kısmı “sömüş” olsa da, 118 tane volkan bulunmaktadır. En büyük ve ünlüleri, aynı zamanda Japonlar için kutsal da olan 3770 metre yüksekliğinde, en son 1708 tarihinde patlayan Fuji Dağı da var. Dağları sayarken, jeotermal ısı kaynağı olarak kullanılan su kaynakları vs. “tehlikeli” olmadıkları ve üşendiğim için saymadım. 

Dünya üzerindeki en aktif fay hatlarının dibinde olan ve onlarca volkan bulunduran Japonya’nın tarihinin onlarca doğal kaynaklı trajedi barındırıyor olması elbette sürpriz değil. Bunun yanında, insanlarında oldukça gaddar olması, uzun bir süre Japonya’yı yaşanılması en zor olan ülkelerden biri haline getirmişti (Feodal çağdan, 1800’lü yıllara kadar). Fakat, konumuz şimdilik bu değil. Konumuz Godzilla. Ama trajedilere tekrar döneceğim.

Evet, Japonya zaman içerisinde “yok olmaya”, “yanmaya”, “katledilmeye” maalesef alışmış bir coğrafya. Ancak, ikinci dünya savaşının bitimiyle beraber, bu acıları artık yaşamak istemeyen Japonya tam anlamıyla bir evrim geçirdi. Godzilla, Japon kültürünün bu aşamasının ürünlerinden biri.

Yakın tarihte yaşanan Fukushima felaketinden Godzilla’nın ortaya çıkmasından sonra olduğu için bahsetmeyeceğim. Fakat, 1293 yılında yaşanan deprem ve tsunami ile 15000 kişinin öldüğü tahmin ediliyor. 1703 yılında gerçekleşen depremle 10000, 1792 yılında Uzen Dağında yaşanan volkan patlaması sonucu ortaya çıkan tsunami ile yine 15000 kişinin hayatını kaybettiği kaydediliyor. Son olarak, 1923 yılında ülkenin yaşadığı en büyük felaketlerden biri olan “Kanto Depreminde” 100000 üstünde kişinin hayatını kaybettiği tahmin ediliyor. 4 dakika süren bu depremin şiddetinin 7.9’un üstünde olduğu düşünülüyor. Fakat en büyük can kaybına yıkılan binalar değil, deprem sonrası çıkan yangının sebep olduğu kaydedidiliyor. Öyle ki, ateşten hortumların oluştuğu, bu hortumların insanları kağıt parçasıymış gibi yakarak etrafa saçtığı anlatılıyor. Depremin ertesi günü, Kanto bölgesinin emniyet müdürü, ölü sayısının yüksekliğinden dolayı, görevini hakkıyla yerine getiremediği için utancından Seppuku yapıp hayatına son vermiştir. (Seppuku, Harakiri olarakta bilinir. Katana karına sokulur, önce sağa, sonra sola doğru çekilir. Bu şekilde intihar edilir. En onurlu ölüm yollarından biridir)

Depremden sonra ordunun hızlıca müdahele edip yardım sağlaması, daha sonraları halkında militarist toplum/devlet anlayışını desteklemesini ve Japonya’nın Çin’i işgali ve 2.Dünya Savaşına katılmasına giden yolda ilerlemesine sebep olacaktır.

Godzilla ilk olarak 1954 yılında Godzilla isimli film ile beyaz perdeye çıktı. 29 filmde yer alan Godzilla, her ne kadar su altından gelmiş, radyasyon sebebiyle değişim geçirmiş bir canavar olsa da, hep insanları korumak için savaştı. Buradaki radyasyon vurgusu çok önemli. Direkt olarak Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan bombaları ve ABD’nin Pasifikte yaptığı nükleer testin serpintisine maruz kalan “Lucky Dragon 5” gemisi ve mürettebatının (Şanslı Ejderha 5 – pekte şanslı değilmiş) yaşadıklarını referans gösteriyor. Burada çok önemli bir şey var, bize tarih derslerinde ÖĞRETİLMEYEN, ama TV ve diğer kaynaklardan öğrendiğimiz bilgilere göre, ABD Japon hükümetini koşulsuz teslim olması için uyarıyor, cevap gelmeyince önce Hiroşima’ya, sonra da Nagazaki’ye atom bombası atıyor. Bunun üzerine Japonya koşulsuz olarak teslim oluyor.

Yalan.

Aslında olan şu. Daha ilk bombadan önce, Japon hükümeti gayrıresmi kanallardan müttefikler ile ateşkes imzalamak için girişimlerde buluyor. ABD ordusu üst yönetimi bu girişimlerin farkında olmasına rağmen hem kendi müttefiklerine hem de Rusya’ya gözdağı vermek için yine de bombayı kullanmaya karar veriyor. Bu nokta çok önemli, bombanın atılma kararını Başkan Truman vermiyor. Hiroshima’ya da Nagazaki’ye de atılan bombaların emirleri askerler tarafından verilmiştir. Yapılan ilk saldırının emri General THOS. T. HANDY tarafından verilmiştir. İkinci bomba da atıldıktan sonra Başkan Truman’ın sinirlenerek “Yeter! Kimse bu bombaları bana sormadan atmayacak!” dediği iddia edilir. 

Godzilla'nın Holywood Bulvarında bulunan yıldızı.
Atom bombalarının kullanılması Japon halkında elbette büyük bir yara açar. Bahsettiğim yara elbette fiziksel değil, psikolojik. Beni en çok etkileyen olaylardan birkaç tanesi;

İlk Atom Bombası atıldıktan son İmparatora verilen “Hiroşima’da çok büyük bir patlama olmuş” raporu. “Çok büyük”. Düşünsenize, ne kadar büyük olduğunu anlatamıyorsunuz bile. Hiroşima’ya gönderilen mektupların “adres bulunamadı” denilerek gönderenlere iade edilmesi… O adresler artık yok.

Bombaların en büyük etkisi patlama anlarından çok, hayatta kalanların hafızalarına kazınan ve yaşadıklarıdır. Öğlen vakti atılan bombalar, yerden yükselen küller yüzünden günü bir anda geceye çevirmiş, yanabilecek hemen herşey alev almış, nereye baksanız ayrı cehennem sahnesi… Ve bir anda yağmur yağmaya başlıyor. Sizi serinleteceğini, ısıyı bir nebze düşürüp ufak bir ferahlık vereceğini umduğunuz yağmur… Simsiyah, zift gibi bir sıvı. Yükselen küllerin radyoaktif partiküller ile tekrar yüzeye dönmesi tam olarak olup biten. Bu “sudan” içen hemen hiç kimse maalesef yaşamaya devam edemedi. Konu ile ilgili Akira Kurosawa’nın 1991 yılında vizyona giren, başrolünde Richard Gere’ın oynadığı Hachi-gatsu no rapusodî (Ağustosta Rapsodi) filmini izlemenizi tavsiye ederim.

http://www.imdb.com/title/tt0101991/

SSCB, Japonya’ya savaş açıp Kore’nin kuzey kısmını işgal ettikten sonra (şimdiki Kuzey Kore sınırları) nihayet tek koşulu Japonya’nın imparatorluk sistemini koruması olan ateşkes imzalandı ve 2.Dünya Savaşı sona erdi.

Savaş sırasında Japonya’nın çektiği acıların en büyüğü nükleer silahlar olsa da, ABD bir çok Japon şehrini hedef gözetmeksizin napalm bombaları ile bombalamıştı. Bu kıyımdan esirgenen şehirler, atom bombasının tam etkisini görmek için test için kullanılmıştı. Japonya tam anlamıyla yerle bir olmuştu. Savaşan diğer ülkeler gibi yalnızca genç erkek nüfusunu değil, bütün nüfusunun önemli bir kısmını kaybetmiş, alt yapısı, büyük hasar görmüş, ordusu neredeyse tamamen yok edilmişti. Japonların artık gururlarını bir kenara bırakıp, ülkelerini tekrar inşa etmeleri gerekiyordu ve bu yaşananların tekrarlanmamasını sağlamaları gerekiyordu. Yeni gurur meseleleri buydu.

Japonya’nın modernleşme süreci Osmanlı devletinin ki gibi oldukça sancılı olmuştur. Ancak bu çok farklı bir konu. Modernleşme ile ülkenin tanıştığı birçok yeni kavram olmuş, nükleer bombaların zihinlerde açtıkları yaralarla beraber, Japonya’nın kültüründe önemli değişimler meydana gelmişti. Bu değişimin “en büyük” örneklerinden biri, King Kong benzeri bir konsepte sahip olan Godzilla idi. Godzilla’nın deniz altında yaşayan, radyasyon ile evrimleşip devasa boyutlara ulaşmış bir yaratık olması, Japonların yaşadığı trajedilerden ne kadar esinlendiğini anlatmaya yetiyor aslında. Hele ki, Godzilla’nın birçok durumda esas kötü değil, gerçek kötü canavarlarla savaşmak için ortaya çıkıyor olması, “biz hatalarımızdan ders aldık” gibi bir bilinç altının eseri veya göndermesi olabilir. Bu konuda fikiri size bırakıyorum.

Godzilla’nın oldukça geniş bir dost ve düşman yelpazesi var. 29 filmden ve sayısız yan eserden oluşan bir efsanenin bu konuda fakirlik çekmesini beklemek mümkün değil. Üstüne bir de Japonların, günümüzde animeleri ve yarışmaları ile kendini ispatlayan hayal güçlerini eklediğiniz zaman, bırakın bunu beklemeyi, cevap insanın suratına resmen tokat gibi çarpıyor. Benim favori Godzilla karakterim, dev bir güve kelebeği olan Montha. Aklıma geldikçe “ıyyyyğğğ” diyorum :) 

Nükleer silahlara karşı bir tepki olan Godzilla, “Kaiju” konseptini de ortaya çıkarmıştır. Evet, Pacific Rim filminden bahsediyorum. Aslında bir Godzilla/ King Kong uyarlamasıdır Pacific Rim. Sadece görsel olarak daha şenlikli o kadar.

Godzilla’nın, Japon tarihinin önemli bir eseri olmasının yanı sıra, Dünya çapında bir çok fikre de esen kaynağı oldu. Benim en çok hoşuma giden ise “Gojirasaurus”. Her ne kadar Godzilla ile bir benzerliği olmasa da (tamam, ikisi de iki ayak üstünde yürüyor) güzel bir gönderme.

Godzilla ve Japonya’nın askeri geçmişine göz atarsak eğer, Godzilla filmlerinde, 2008 yılında vizyona giren “The Day the Earth Stood Still” (Dünyanın Durduğu Gün) filminde de işlenen “üstün ateş gücünün etkisiz kalması” temasını sık sık görüyoruz. 1951 yapımı orijinal The Day the Earth Stood Still filmini izleyeli çok oldu, net hatırlamıyorum. Ancak, 2008 yapımı filmdeki Gort gibi, Godzilla filmlerinde de, Godzilla doğanın, uzaylıların ve insanların kendisine attığı hiçbir “şeyden” ciddi yaralar almadan yoluna devam ediyor. Tabii ki, Godzilla’nın öldüğü sanılan bir kısım, yine Godzilla’nın en önemli “anlarından”.

Godzilla’nın ölümü… Godzilla, filmin sonuna doğru düşmanları ile “uğraşından” dolayı yorgunluktan bitap düşer ve yere yığılır. Japon halkı minnettar duygularla yavaşça Canavarların Kralı’na yaklaşır. Ufak bir çocuk hüzünlü yüz ifadesiyle, sakince göz yaşlarını akıtırken, Godzilla bir anda burnunda kuvvetli bir nefes verir ve gözlerini açar. Bütün halk sevinç çığlıkları atmaya başlar, artan bir minnettarlık ile Godzilla’nın evine, sulara dönmesini seyrederler.

Godzilla Japonya’dır. Savaşlarla, yıkımlarla, katliamlarla oluşmuş, uyurken atom bombaları ile uyandırılmış ve radyasyonu ile evrimleşmiş bir devdir. Ve halkını korumak için her zaman, her şeye savaşmaya hazırdır. Savaşmayı artık tercih etmese bile…
Geliyor gönlümün efendisi.







Kırmızı + Yeşil? Hiroşima ;(



                Bu sorunun kafamı bu kadar patlatacağını hiç düşünmezdim. Durun, size uzun versiyonunu anlatayım;
                Evvelsi gün, yani Cuma, maaşımı almak için Kızılay’a gittim. 2 aydır alamadığım maaşımı yani. Nihayet maaşımı aldım, bir kısmını kredi kartıma yatırdım, bir kısmıyla içtim ve tabii ki kendime bir maket aldım. Maket Comanche maketi. Amerikan filmlerinde sanki ABD ordusu başka bir şey kullanmıyormuş gibi gösterilen, ama sadece 2 tane prototipi üretilen bir savaş helikopteri. 6 milyar doların üstünde para harcanıp, soğuk savaşın bitmesi sebebiyle iptal edilmiş bir proje. İnternette nasıl boyayacağıma dair bir şeyler aradım. Zira, maketin kılavuzunda bir kamuflaj düzeni yok. Zaten yapılan bir desende yok. Kendim bir şeyler üreteceğim artık. Su-50’ye yaptığım gibi köşeli bir şey yapabilirim.
                Tabii burada kilit noktalardan biri desenin renkleri. Elimde siyah, beyaz, kırmıza ve yeşil renkler var. Benim ihtiyacım olan iki renk daha var ama; sarı ve kahverengi. Kırmızı ve yeşil karışınca hangi renk ortaya çıkıyordu sorusunu kendime çok sordum. Kime sorsam kilitlendi:) Çok enteresan muhabbetler çıktı hatta ortaya. Koca koca, üniversite mezunu insanlar çıkamadık içinden:)
                Şu aralar canımı sıkan şeylerden biri, keşke bütün sorunlarım böyle olsa, tripodumun kaybettiğim kafası. Kesin kaybetmeyeyim diye acayip bir yere koydum, şimdi bulamıyorum. Bazen fotoğraf makinesinde takılı unutuyordum, hep ondan oldu işte. Odamda fotoğraf makinemi ve malzemelerimi koyabileceğim düzgün bir yer ayarlayamadım hala maalesef.
                Dün fotoğraf makinemin objektifinin canına okudum. Kullandığım süper adi UV filtresi sıkıştı objektifte. Vida kısmından kaldı. Youtube dan birkaç arama yaptım, ilk bulduğumu denedim ve durum daha da kötü oldu… Birkaç yöntem daha var, birini denedim, yine biraz hasar verebilecek bir yöntemdi ama pek işe yaramadı galiba. Gerçi, biraz döndürmeyi becerdim ama… Şu satırları yazarken henüz kahvaltı etmemiştim, ettikten sonra saç kurutma makinesi ile ısıtıp öyle deneyeceğim bir de…
Temsili fotoğraf, internette buldum öyle
                Bir kız arkadaşım olsun istiyorum. Az bir şey ilgi alanlarımı paylaşsın istiyorum. Tabii, Excel vs. gibi şeylerle uğraşmasa da olur, anlamamasını anlarım. Ama ne bileyim, beraber fotoğraf çekebilelim… Hatta hoş bir kız olsun, onun güzel güzel fotoğraflarını çekeyim. Bu satırları yazarken aklım öyle yerlere gidiyor ki… Vay be diyorum kendi kendime. Ne bileyim, kıpır kıpır olsun, heyecanlı olsun, mutlu olsun… Bana da bulaştırsın o heyecanını, mutluluğu. O benim yanımda güvende hissetsin kendini, ben onun yanında mutlu olayım, huzurlu olayım. Şiir yazabilsem tekrar, bir şeyler karalayabilsem keşke…
                İlaçlarımı almaya devam ediyorum. Hala yarım doz. Doktor “3-4 gün” demişti ama, ben süreyi uzattım biraz. 1 ay ilaç almayınca, zaten ilaçları almaya başlayınca tam doktorun tam doz almamı söylediği aralıkta çok sıkıntı yaşamaya başladım yine. Sıkıntımı katlamaya gerek yok. Yarın son kez yarım doz alacağım. Ondan sonra tam doza geçiş… Hayatımda değişen bir şey olmayacak işe girene kadar.
                İş arama çabalarımı son 2 gündür çok salladım. Gerçi, tamamen bırakmadım ama, sıfıra yakın oldu. Yaptığım tek olumlu hareket Sera’nın danışmanlık şirketine mail göndermem oldu. Oranın sahibi beni tanıyor. Konuşmuşluğumuz var en azından. Denemekten zarar gelmez. 2 aydır adamın tam adını bulmaya çalışıyordum. İlk adını bilip, yaptığı işi bilip, şirketini bulmak pek kolay olmadı. Aslında kolaydı ama, nasıl yapacağımı düşünemedim. Her şey tecrübe.
                Yıllarca tuttuğum günlüğümü askere gitmeden önce atmıştım. Defterlerimi, her şeyi, neredeyse. Bir tek fotoğraflardan bir kısmı kaldı. İnsan bir şeyi neden atar? Hele ki anılarını? Şimdi o kadar pişmanım ki… Hatırladığım bazı şeyler var. Olaylar var, kişiler var. Anlar var, günler var… Nasıl hissettiğimi hatırlıyorum, her birinde. Ama hatırladığım şeyin sadece bir gölge olduğunu da biliyorum. Acının büyüklüğünü, keskinliğini, mutluluğun, çoşkunun dalgalarının büyüklüğünü, hayal kırıklıklarının soğukluğunu… Hepsini hatırlıyorum. Ama kafama düşen o balyoz hissinin sadece gölgesi var anılarımda. Özellikle şiir defterimi attığım için çok pişmanım. Her ne kadar pek bir şeye benzemese de  yazdıklarım, arada her bozuk saat gibi düzgün şeyler çıkıyordu kalemimden;
                “Gelsen geri, öpsen beni… Tüm sıkıntılar bu iki dudak için değilmiş gibi sanki”
Yazmıştım mesela. Ama harika hafızam gerisini hatırlayamıyor işte. Bu sebepten dolayı da üzülüyorum tabii. İnsan kızıyor kendine…
               
Fotoğraf… Tarih 24 kasım 2012. Mekan… Ya ben bu yerlerin adlarını niye hiç hatırlamıyorum? Karanfil-2’de, Meksika temalı bir yer var işte, orası. Yıllardan sonra ilk kez bir kadınla beraberim. Ara ara bahsediyorum, internetten tanıştığım bayan. Söylediği bazı şeyler hala aklımda. Mesela o benimle tanışmak istemişti, numaramı istemişti “uyumadan önce sesini duymak istiyorum” diyerek… Sıkılmadan çok uzun telefon konuşmaları yapabildiğim bir kadındı. Tek çıktığımız güne ait bir fotoğraf bu. Ben çektim. Öğretmenler günü olduğu için çok yorgundu. Hatta buluştuğumuzda fenalık geçiriyordu. Bir yerde kısa bir süre nefeslendik.Su içirdim, çikolata yedirdim. Çantasını aldım, ağır taşısın istemedim. Centilmenim ya… Sonra buraya geldik. Çok güzel muhabbet ettik. İlk buluşma için güzeldi. O kola içti, ben soda limon ve bira. Sadece bir bira içtim ama. Bu fotoğrafı o esnada çektim. Makinem ile oynuyordu. Orayı burayı çekiyordu. “Bak öyle yapmayacaksın, böyle yapacaksın” diye, çokta baştan savma bu kareyi çektim… Beğendi. Akşam evinin önüne kadar bıraktım. Şımarmasın diye giderken arkama bakmamam sanırım yaptığım en önemli hata idi. Sonra bir daha yüzyüze görüşemedik. İkimizinde işi ve ailevi durumları yüzünden. Ve bir gün bana çektiği sms herşeyi altüst etti; ev arkadaşım ve eski sevgilim birşeyler çeviriyorlar ve bu çok zoruma gidiyor!
                Bana neden bunu anlatma gereği duydu bilmiyorum. Ondan hoşlanmıştım ama ne tepki vereceğimi bilemedim. Bir yerden sonra kavga etmeye başladık. Daha doğrusu bana durduk yerde atarlanmaya başladı. “Ben seninle kavga etmek istemiyorum, sadece sana destek olmak istiyorum, yanında olmak istiyorum” yazdığım son mesajım son oldu… Bu da hala içimde kalan bir başka hayal kırıklığının hikayesi idi. Ondan gerçekten hoşlanmıştım…
Bombanın düşmesi istenen yer, T şeklinde ki görselin oratasında ki köprü
Bu gün 6 Ağustos. Hiroşima’ya atılan, dünyanın ilk nükleer saldırısının 68.yıl dönümü. Tamamen sivillere yönelik olmasından mütevellit, yapılan en büyük terörist saldırı olarakta adlandırabiliriz. Konu ile ilgili twitter ve facebook hesaplarımda şöyle yazdım; “Hiç bir askeri hedef değeri olmamasına rağmen, sadece bombanın yaratacağı tahribatı görmek için atılan ilk atom bombasının Hiroşima'nın üstünde, tam "Barış Köprüsü" üzerinde, gökyüzünde patlamasının yıl dönümü... Bombanın adı "Little Boy", hayatını kaybeden insan sayısı 140.000...”
ABD’nin bu silahları kullanmasının sebebini “eğer Japonya teslim olmasaydı ve savaş devam etseydi, sırf Japonya’nın işgali sırasında bir milyondan fazla asker hayatını kaybedecekti” olarak açıklıyor. Ancak asla söylenmeyen, söylenemeyen gerçek, Japonların bu saldırılardan çok önce ABD hükümetine gayri resmi yollardan ulaşıp ateş kes için çabaladıklarıdır. Ama kazananın yazdığı tarih tabii ki doğru tarih olmak zorunda değil… Kazanan genelde daha çok kan döken, daha vahşi olan oluyor ve düşmanını böyle yaftalayarak kendini haklı çıkarma çabasına giriyor.
Yazıyı bu saldırıları emreden Truman’ın resmiyle bitirmek istiyorum. Tarih hakkında ki kararı umarım çok ağır verir…