gerçek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
gerçek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

(Lütfen Japonların heyecanıyla okuyun) GOJİRA!!!





Tamamen çelik eksikliğinden kaynaklanıyor bu iştahı.
Ülkemizde maalesef Amerikan uyarlamaları ile tanınan, pamuk kalpli centilmen dev Godzilla’nın aslında görünenden çok daha derin bir hikayesi var. Bu hikayeyi anlayabilmek için,  Japonya’nın yaşadığı trajedileri biraz tanımak gerekiyor. 

Japonya dünya gündemine daha çok robotları ve depremleri ile gelse de, bulunduğu coğrafi konum dolayısıyla oldukça “hareketli” bir geçmişe sahip. Şu anda Japonya’yı oluşturan 4 ada, Pasifik Plakasının tam sınırında yer alıyor. Adalar, Avrasya plakası ile Pasifik plakasının çakışma noktalarında oluşmuş su altı volkanları sebebiyle oluşmuş. Dünya haritasına bakarsanız eğer, Pasifik plakasının Kuzey Amerika plakası ile birleştiği yerlerde kutupa doğru, yine volkanizma ile oluşan Aleut Adalarını ve çok korkulan Los Angeles fay hattının bulunduğunu görebilirsiniz.  Bu plakaların yarattığı deprem riskinin yanında, Japonya’yı oluşturan adalarda önemli bir kısmı “sömüş” olsa da, 118 tane volkan bulunmaktadır. En büyük ve ünlüleri, aynı zamanda Japonlar için kutsal da olan 3770 metre yüksekliğinde, en son 1708 tarihinde patlayan Fuji Dağı da var. Dağları sayarken, jeotermal ısı kaynağı olarak kullanılan su kaynakları vs. “tehlikeli” olmadıkları ve üşendiğim için saymadım. 

Dünya üzerindeki en aktif fay hatlarının dibinde olan ve onlarca volkan bulunduran Japonya’nın tarihinin onlarca doğal kaynaklı trajedi barındırıyor olması elbette sürpriz değil. Bunun yanında, insanlarında oldukça gaddar olması, uzun bir süre Japonya’yı yaşanılması en zor olan ülkelerden biri haline getirmişti (Feodal çağdan, 1800’lü yıllara kadar). Fakat, konumuz şimdilik bu değil. Konumuz Godzilla. Ama trajedilere tekrar döneceğim.

Evet, Japonya zaman içerisinde “yok olmaya”, “yanmaya”, “katledilmeye” maalesef alışmış bir coğrafya. Ancak, ikinci dünya savaşının bitimiyle beraber, bu acıları artık yaşamak istemeyen Japonya tam anlamıyla bir evrim geçirdi. Godzilla, Japon kültürünün bu aşamasının ürünlerinden biri.

Yakın tarihte yaşanan Fukushima felaketinden Godzilla’nın ortaya çıkmasından sonra olduğu için bahsetmeyeceğim. Fakat, 1293 yılında yaşanan deprem ve tsunami ile 15000 kişinin öldüğü tahmin ediliyor. 1703 yılında gerçekleşen depremle 10000, 1792 yılında Uzen Dağında yaşanan volkan patlaması sonucu ortaya çıkan tsunami ile yine 15000 kişinin hayatını kaybettiği kaydediliyor. Son olarak, 1923 yılında ülkenin yaşadığı en büyük felaketlerden biri olan “Kanto Depreminde” 100000 üstünde kişinin hayatını kaybettiği tahmin ediliyor. 4 dakika süren bu depremin şiddetinin 7.9’un üstünde olduğu düşünülüyor. Fakat en büyük can kaybına yıkılan binalar değil, deprem sonrası çıkan yangının sebep olduğu kaydedidiliyor. Öyle ki, ateşten hortumların oluştuğu, bu hortumların insanları kağıt parçasıymış gibi yakarak etrafa saçtığı anlatılıyor. Depremin ertesi günü, Kanto bölgesinin emniyet müdürü, ölü sayısının yüksekliğinden dolayı, görevini hakkıyla yerine getiremediği için utancından Seppuku yapıp hayatına son vermiştir. (Seppuku, Harakiri olarakta bilinir. Katana karına sokulur, önce sağa, sonra sola doğru çekilir. Bu şekilde intihar edilir. En onurlu ölüm yollarından biridir)

Depremden sonra ordunun hızlıca müdahele edip yardım sağlaması, daha sonraları halkında militarist toplum/devlet anlayışını desteklemesini ve Japonya’nın Çin’i işgali ve 2.Dünya Savaşına katılmasına giden yolda ilerlemesine sebep olacaktır.

Godzilla ilk olarak 1954 yılında Godzilla isimli film ile beyaz perdeye çıktı. 29 filmde yer alan Godzilla, her ne kadar su altından gelmiş, radyasyon sebebiyle değişim geçirmiş bir canavar olsa da, hep insanları korumak için savaştı. Buradaki radyasyon vurgusu çok önemli. Direkt olarak Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan bombaları ve ABD’nin Pasifikte yaptığı nükleer testin serpintisine maruz kalan “Lucky Dragon 5” gemisi ve mürettebatının (Şanslı Ejderha 5 – pekte şanslı değilmiş) yaşadıklarını referans gösteriyor. Burada çok önemli bir şey var, bize tarih derslerinde ÖĞRETİLMEYEN, ama TV ve diğer kaynaklardan öğrendiğimiz bilgilere göre, ABD Japon hükümetini koşulsuz teslim olması için uyarıyor, cevap gelmeyince önce Hiroşima’ya, sonra da Nagazaki’ye atom bombası atıyor. Bunun üzerine Japonya koşulsuz olarak teslim oluyor.

Yalan.

Aslında olan şu. Daha ilk bombadan önce, Japon hükümeti gayrıresmi kanallardan müttefikler ile ateşkes imzalamak için girişimlerde buluyor. ABD ordusu üst yönetimi bu girişimlerin farkında olmasına rağmen hem kendi müttefiklerine hem de Rusya’ya gözdağı vermek için yine de bombayı kullanmaya karar veriyor. Bu nokta çok önemli, bombanın atılma kararını Başkan Truman vermiyor. Hiroshima’ya da Nagazaki’ye de atılan bombaların emirleri askerler tarafından verilmiştir. Yapılan ilk saldırının emri General THOS. T. HANDY tarafından verilmiştir. İkinci bomba da atıldıktan sonra Başkan Truman’ın sinirlenerek “Yeter! Kimse bu bombaları bana sormadan atmayacak!” dediği iddia edilir. 

Godzilla'nın Holywood Bulvarında bulunan yıldızı.
Atom bombalarının kullanılması Japon halkında elbette büyük bir yara açar. Bahsettiğim yara elbette fiziksel değil, psikolojik. Beni en çok etkileyen olaylardan birkaç tanesi;

İlk Atom Bombası atıldıktan son İmparatora verilen “Hiroşima’da çok büyük bir patlama olmuş” raporu. “Çok büyük”. Düşünsenize, ne kadar büyük olduğunu anlatamıyorsunuz bile. Hiroşima’ya gönderilen mektupların “adres bulunamadı” denilerek gönderenlere iade edilmesi… O adresler artık yok.

Bombaların en büyük etkisi patlama anlarından çok, hayatta kalanların hafızalarına kazınan ve yaşadıklarıdır. Öğlen vakti atılan bombalar, yerden yükselen küller yüzünden günü bir anda geceye çevirmiş, yanabilecek hemen herşey alev almış, nereye baksanız ayrı cehennem sahnesi… Ve bir anda yağmur yağmaya başlıyor. Sizi serinleteceğini, ısıyı bir nebze düşürüp ufak bir ferahlık vereceğini umduğunuz yağmur… Simsiyah, zift gibi bir sıvı. Yükselen küllerin radyoaktif partiküller ile tekrar yüzeye dönmesi tam olarak olup biten. Bu “sudan” içen hemen hiç kimse maalesef yaşamaya devam edemedi. Konu ile ilgili Akira Kurosawa’nın 1991 yılında vizyona giren, başrolünde Richard Gere’ın oynadığı Hachi-gatsu no rapusodî (Ağustosta Rapsodi) filmini izlemenizi tavsiye ederim.

http://www.imdb.com/title/tt0101991/

SSCB, Japonya’ya savaş açıp Kore’nin kuzey kısmını işgal ettikten sonra (şimdiki Kuzey Kore sınırları) nihayet tek koşulu Japonya’nın imparatorluk sistemini koruması olan ateşkes imzalandı ve 2.Dünya Savaşı sona erdi.

Savaş sırasında Japonya’nın çektiği acıların en büyüğü nükleer silahlar olsa da, ABD bir çok Japon şehrini hedef gözetmeksizin napalm bombaları ile bombalamıştı. Bu kıyımdan esirgenen şehirler, atom bombasının tam etkisini görmek için test için kullanılmıştı. Japonya tam anlamıyla yerle bir olmuştu. Savaşan diğer ülkeler gibi yalnızca genç erkek nüfusunu değil, bütün nüfusunun önemli bir kısmını kaybetmiş, alt yapısı, büyük hasar görmüş, ordusu neredeyse tamamen yok edilmişti. Japonların artık gururlarını bir kenara bırakıp, ülkelerini tekrar inşa etmeleri gerekiyordu ve bu yaşananların tekrarlanmamasını sağlamaları gerekiyordu. Yeni gurur meseleleri buydu.

Japonya’nın modernleşme süreci Osmanlı devletinin ki gibi oldukça sancılı olmuştur. Ancak bu çok farklı bir konu. Modernleşme ile ülkenin tanıştığı birçok yeni kavram olmuş, nükleer bombaların zihinlerde açtıkları yaralarla beraber, Japonya’nın kültüründe önemli değişimler meydana gelmişti. Bu değişimin “en büyük” örneklerinden biri, King Kong benzeri bir konsepte sahip olan Godzilla idi. Godzilla’nın deniz altında yaşayan, radyasyon ile evrimleşip devasa boyutlara ulaşmış bir yaratık olması, Japonların yaşadığı trajedilerden ne kadar esinlendiğini anlatmaya yetiyor aslında. Hele ki, Godzilla’nın birçok durumda esas kötü değil, gerçek kötü canavarlarla savaşmak için ortaya çıkıyor olması, “biz hatalarımızdan ders aldık” gibi bir bilinç altının eseri veya göndermesi olabilir. Bu konuda fikiri size bırakıyorum.

Godzilla’nın oldukça geniş bir dost ve düşman yelpazesi var. 29 filmden ve sayısız yan eserden oluşan bir efsanenin bu konuda fakirlik çekmesini beklemek mümkün değil. Üstüne bir de Japonların, günümüzde animeleri ve yarışmaları ile kendini ispatlayan hayal güçlerini eklediğiniz zaman, bırakın bunu beklemeyi, cevap insanın suratına resmen tokat gibi çarpıyor. Benim favori Godzilla karakterim, dev bir güve kelebeği olan Montha. Aklıma geldikçe “ıyyyyğğğ” diyorum :) 

Nükleer silahlara karşı bir tepki olan Godzilla, “Kaiju” konseptini de ortaya çıkarmıştır. Evet, Pacific Rim filminden bahsediyorum. Aslında bir Godzilla/ King Kong uyarlamasıdır Pacific Rim. Sadece görsel olarak daha şenlikli o kadar.

Godzilla’nın, Japon tarihinin önemli bir eseri olmasının yanı sıra, Dünya çapında bir çok fikre de esen kaynağı oldu. Benim en çok hoşuma giden ise “Gojirasaurus”. Her ne kadar Godzilla ile bir benzerliği olmasa da (tamam, ikisi de iki ayak üstünde yürüyor) güzel bir gönderme.

Godzilla ve Japonya’nın askeri geçmişine göz atarsak eğer, Godzilla filmlerinde, 2008 yılında vizyona giren “The Day the Earth Stood Still” (Dünyanın Durduğu Gün) filminde de işlenen “üstün ateş gücünün etkisiz kalması” temasını sık sık görüyoruz. 1951 yapımı orijinal The Day the Earth Stood Still filmini izleyeli çok oldu, net hatırlamıyorum. Ancak, 2008 yapımı filmdeki Gort gibi, Godzilla filmlerinde de, Godzilla doğanın, uzaylıların ve insanların kendisine attığı hiçbir “şeyden” ciddi yaralar almadan yoluna devam ediyor. Tabii ki, Godzilla’nın öldüğü sanılan bir kısım, yine Godzilla’nın en önemli “anlarından”.

Godzilla’nın ölümü… Godzilla, filmin sonuna doğru düşmanları ile “uğraşından” dolayı yorgunluktan bitap düşer ve yere yığılır. Japon halkı minnettar duygularla yavaşça Canavarların Kralı’na yaklaşır. Ufak bir çocuk hüzünlü yüz ifadesiyle, sakince göz yaşlarını akıtırken, Godzilla bir anda burnunda kuvvetli bir nefes verir ve gözlerini açar. Bütün halk sevinç çığlıkları atmaya başlar, artan bir minnettarlık ile Godzilla’nın evine, sulara dönmesini seyrederler.

Godzilla Japonya’dır. Savaşlarla, yıkımlarla, katliamlarla oluşmuş, uyurken atom bombaları ile uyandırılmış ve radyasyonu ile evrimleşmiş bir devdir. Ve halkını korumak için her zaman, her şeye savaşmaya hazırdır. Savaşmayı artık tercih etmese bile…
Geliyor gönlümün efendisi.







“İdeal Aerodinamiğe sahip Bok” sorunsalı


Hepimizin yaşadığı ancak üstüne konuşmadığımız şeyler vardır. Bunların en önemlilerinden biri hijyen, özellikle tuvalet ve banyoda yaşadığımız, tecrübe ettiğimiz olaylardır. Tıbbi konular dışında vücut atıklarımız hakkında konuşmayız. Utanırız. Hatta haklı olarak iğrenç gelir. “Kakamı bir yapmışım, iki elimin içine sığmaz, rahat 3kg gelir” gibi muhabbetler en yavşak, en alkollü, en seviyesiz ortamlarda dahi olmaz, şükürler olsun. Ama ben az sonra buna benzer bir şey anlatacağım. Ona göre. İsterseniz paragraf atlayın, isterseniz sekmeyi kapatın. 

Herkes yaşar. Tuvalette işiniz biter, sıraya ortamı, çevreyi bulduğunuz ve bulmak istediğiniz gibi bırakmak için temizlemeye başlarsınız. Sifon elbette ilk kullanılacak ve en güçlü silahızıdır. Sifonu çekersizin ancak klozette yer alan “kusursuz eseriniz” inatçı çıkar ve bir türlü “yapıştığı yerden” kurtulmaz. Hatta daha kötüsü, gitsin diye siz sifonun basıncını arttırdıkça (eğer sifonun böyle bir opsiyonu varsa) eserinizin çevresindeki “zayıf ve akımı bozan kısımlar” kopar gider. Ve geriye rüzgar tünelinde biçimlendirilmişçesine mükemmel aerodinamiğe sahip bir bok kalır. O noktadan sonra sifonun yapabileceği hiç bir şey yoktur, zira mükemmel “biçimi” sayesinde akan suyun direcinden minimum seviyede etkilenmeye başlar bok. Bu noktada yapılabilecek şeylerin sayısı elbette herkesin iğrençlik toleransı veya tuvalet alışkanlıkları ile sınırlı. Benim aklıma ilk gelenler, eğer bir eşya olsaydım kesinlikle olmak istemeyeceğim ilk şey, tuvalet fırçası. Evet, zaten bunu bir adım ileride kullanacaktık, daha erken kullanmanın bir zararı yok. Fırçanın “boka döneceğini” bilsekte. İkincisi ise erkek olmanın avantajını kullanmak. Bahsettiğim şey “Surgical Strike” yani eserin “kritik noktalarına” doğru işeyerek yapısal bütünlüğünü, o “muazzam aerodinamik dizaynını” sakatlamak ve sifonun daha “etkin” çalışmasını sağlamak. Aslında eğer mesaneniz yeteri kadar doluysa bunun üstünden bir sürü fantezi yapabilirsiniz. Ama ne yaparsanız yapın, asla temizliği yapmadan oradan ayrılmazsınız. Çünkü oraya girecek olan kişi kendimizdir. 

Bu yazı aslında “Alpha & Beta” girdisinin son paragrafıydı. Ancak sonradan kaldırıp, üstüne daha doğrusu devamına yeni bir girdi yazmaya karar verdim. Böylesi daha doğru geldi.

“Kendimle ilgili en büyük sorunlardan birinin kendimden çok fazla şey beklemem olduğunu fark ettim. İnsan üstü seviyede hemde. Kendimden aynı zamanda en azından düzgün koordinasyonu olabilecek kadar bir sporcu, dansçı olmayı bekliyorum. Hiç bir konu hakkında “bilmiyorum” dememek istiyorum. Kendimden bu kadar çok şey bekleyip, birde hepsini gerçekleştirmeye kalkışınca elbette neredeyse hepsi havada kalıyor. Ama daha kötüsü var. Bir yere kadar gelmiş oluyorum hemen her hedefimde. Ve bunlarla ilgili konuşacak kadar bilgimde oluyor. Ve insanlar sanki ben o konuda gerçekten ciddi bilgiye sahipmişim gibi bir yanılsamaya düşüyorlar. Aslında pek bir şey bilmediğimi bildiğim konularda bilgili gözüyle bakılıyorum. “Bunu bunu bunu biliyorum ama, gerisi muamma” falan gibi bir cevap verdiğim zaman ise “alçak gönüllü” oluyorum. Her zaman söylediğim bir şey var; “ne kadar şey biliyorum ama, neleri bilmediğimi tahmin edebiliyorum”. Az önce ki alçak gönüllü yaftası ile hiç uyumlu olmayan, gayet kendini beğenmiş bir yaklaşım olduğunu biliyorum. Odamda panomda, bilgisayarda, masamın üstünde bir sürü liste var. Neleri öğrenmem gerekiyor, ne için gerekiyor ve nedir listeleri. Kafamda ki listelerin sayısı bile yok. Ah şu listelerden, şu sistematiklikten bir kurtulabilsem, biraz daha rahat bir insan haline geleceğim ama... İçime işlemiş gibi geliyor artık.

                Eğer devam edersem bu yazı çok uzayacak. Okuması güç hale gelecek, zaten çok kolaymış gibi. O yüzden burada kesiyorum.”

            Elbette herkes hayatında sıkıntılar, sorunlar yaşıyor. Aksi mümkün değil zaten, adı üstünde hayat. Hepimizin hayatında ideal aerodinamiğe sahip boklar var. Kurtulması sıkıntı yaratan, bizden başka kimsenin görmediği, çözemeyeceği sorunlar. Bu sorunların kaynağı biziz, çözüm aracıda bizde. Ancak bok metaforundan uzaklaşıp biraz geniş bakarsak, aslında çözmesi en zor sorunlar bunlar. Hemen her insan karşılaştığı sorunları çözmek için önce kendine yönelir. Eğer ki hayatı boyunca edindiği bilgileri kullanmayı biliyorsa, onları kullanmaya çalışır. Tecrübelerini araştırır. İç güdülerine güvenmek ister. Arkadaşlarına danışır. Ama sorunun kaynağının “biz” olduğumuz durumlarda bunların hepsi yararsız kalır. Yetersiz demiyorum. İkisi farklı. Soruna yol açan, sorunu yaratan zaten bizim o ana kadar edindiğimiz huylar, kişilik ve alışkanlıklar, arkadaşlar ve bunun gibi bizi sokakta herhangi birinden ayıran detaylardır. Sorunu çözmek için, hali hazırda sorunu yaratan araçları kullanmaya çalışırız yani. Ve başarısız oluruz. Daha kötüsü, neden başarısız olduğumuzu da anlayamayız. Bu araçlar, bu taktikler daha önce bizi hemen her zaman düzlüğüe çıkarmamışmıydı? Nerede hata yaptık? Düşünür dururuz. Sorunu sahip olduğumuz araçlarla çözemediğimizi anlayana kadar bu döngü böyle gider. Veya unuturuz. Ama burada unutmak bir çözüm değildir. Sorun ehemmiyetini kaybetse bile varlığını sürdürür. Yıllar sonra “içimizde kalmış” olarak bize geri döner. 

            Aslında çözüm olmayan bir davranış şekli daha var. Ben genellikle strateji oyunu oynarken kullanırım bu taktiği veya salaklığı. Hedefinize ulaşmak için çok uğraşmışsınız, “kan dökmüşsünüzdür” ve nihayet bir açıklık görürsünüz veya yaratırsınız. Ancak orası aslında fırsat, açıklık falan değildir. Tuzakta değildir. Savunmasız bir nokta olduğu çok bariz ortadadır. Aslında yapmanız gerekenin önce “etrafı temizlemek” olduğunu bile bile, sorunu ortadan kaldırmak için sabırsızlıkla ileri atılırız. Bunu tarif etmek için çok uzun bir yazı yazabilirdim ama özeti şu olacaktır; bir labiranetten çıkmak için seyrek güllerden oluşan bir duvarın içinden koşarak geçmek... Evet, sorunu yine çözdük, artık o duvarın bizim için bir önemi kalmadığını düşünüyoruz. Ama duvar hala orada, labirent orada. Etrafımızı çizen, kesen dikenlerde, canımızın acısı ayrı hikaye.

            Burada dikkat edilmesi gereken bir nokta daha var. O labirentten kurtulmaya çalışırken, sorunu ortadan kaldırmak adına, labirenti yakabilirdik. Değil mi? Peki bu sorunu çözer miydi? Anlık olarak belki. Ancak büyük sorunların en önemi özelliği her zaman aynaları olmalarıdır. Tıpkı yukarıda dediğim gibi insanda “içte kalma” ezikliğini yaratırlar. Yapmamız gereken labirentin haritasını çıkarmaktı. Ne labirenti yakmak, ne kurtulma güdüsüyle güllerden duvarın içinden geçme. Ben büyük sorunların sadece “çözülmediğini” düşünürüm. Büyük sorunlar aynı zamanda yenilmesi gereken düşmanlardır. Kazanılması gereken bir çatışmadır, savaştır. Sorunu çözmek aynı zamanda yenmek anlamına gelmelidir. Bu sebeptendir ki, filmlerde hikayelerde kötü adamlar iyi adamları yakaladıkları zaman en mantıklı olanı, yani kahramanı hemen öldürmek yerine onları ezmek, egolarını tatmin etmek isterler. Sorunun hayaleti ile uğraşmak istemezler. Kafalarının içindeki labirentten kurtulmuş olmaları gerekir. Evet, kötü adamı savunuyorum, ne var bunda. 

            Sorun çözmek. Şüphesiz ki bir insanın sahip olması gereken en önemli yetenektir. Daha iyiside var aslında; o da sorunları ortaya çıkmalarını engellemek. Ama eğer insanın hayatında hiç sorun yoksa, olmuyorsa, olamıyorsa, bu seferde kendini tanıma, kendini tanıtma şansı, imkanları azalıyor. 

            Boktan girdim, kendimden çıktım. Ancak sanırım yazının nereye gittiği hakkında bir fikriniz olmaya başladı. Durum şu ki, hepimizin sebepleri aslında içimizde olan, ancak göremediğimiz sorunları var. Bilgisayar tabiriyle “sorun klavye ile monitor arasında“. Peki ne yapmak lazım bu gibi durumlarda? Merak etmeyin “basite, başlangıca dönün” demeyeceğim. Sahip olduğumuz araç, imkan ve kabiliyetler ile aynı duruma düşeceğimizi söylesem yanılmam herhalde. İhtiyaç duyulan şey yeni bir araç; yardım. 

            Bu noktada itiraf etmem gerekirse haddimi aşacağım. Yardım istemek. Peki kimden? İlk seçenek, aile veya arkadaşlara yönelmek. En mantıklısı. Ancak bunlar zaten sahip olduğumuz araçlar. O zaman bize aynı şekilde kullanabileceğimiz ama sahip olmadığımız bir araç gerekiyor değil mi? Nereden bulacağız peki? Arkadaşlarınız. Veya o kadar yakınsanız abinizin, ablanızın, kuzenlerinizin arkadaşları. Ama herhangi bir arkadaşları değil. Hemen herkesin çevresinde sorumluluk sahibi olan, daha önce bir çok sorunla karşılaşmış ve hayatta kalmayı başarmış, veya kafası cidden “acayip” çalışan biri vardır. – Burada kendimi referans göstermiyorum -  Bu noktada zaten sizin ihtiyacınız olan şey “dışarıdan bir bakıştır”. Şimdi diyorsunuz ki “arkadaşlarımızda zaten sahip olduğumuz araçlara dahil değilmiydi, bunun nasıl bir faydası olacak bana?”. Ve haklısınız. Bende diyeceğim ki normalde bir testereyi bir şeyleri kesmek için kullanırsınız değil mi? Bir kerede havada sallayarak müzik yapmak için kullanın. Ayrıca ”bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim ” gibi çok güzel, aslında çok mantıklı olan bir deyişimiz var. Ancak tam olarak doğru değil. Sadece 30sn düşünün, aslında arkadaşlarınız arasında o kadar fazla fark varki. Bir yerde tesadüf bir araya gelip arkadaşlık ettiğiniz insanlar vardır. İlgi alanlarınız benzemez, hayat görüşleriniz benzemez. Ama bir biçimde o insanlarla arkadaşlık edersiniz. Ve o sizin, siz onun hayatında olduğunu bile bilmediğiniz boşlukları doldurur. 

            Size en fazla 2-3 çay, kola veya biraya patlar. Ayrıca yan getirileri de çok fazladır. Bir kere hali hazırda saygı duyduğunuz bir arkadaşınızın saygı duyduğu ve tanımadığınız bir arkadaşı ile tanışma şansınız olur. Arkadaşınızı daha iyi tanımanızı sağlar. Arkadaşınız ondan yardım istediğiniz için size daha fazla saygı göstermeye başlar. Ya da daha önceden hiç duymuyorsa duymaya başlayabilir. Arkadaşınızın arkadaşı burada çok önemli. Daha önce dediğim gibi, herkesin sorunları var. Bu kişiye karşı çok dikkatli olmak gerekiyor. Size saldıracağından falan değil ama, merak etmeyin. Yazının başından beri iğrenç bir biçimde her türlü yakına sorunu çözmek adına “araç”, “imkan ” ve “kabiliyet” diyip duruyorum. Burada da aynı anlayış geçerli. Eğer ki sahip olduğunuz araçlardan maksimum fayda ve verimi almak istiyorsanız, onlara o şekilde davranmanız gerekecektir. Ama size burada araçlara, pardon insanlara nasıl davranmanız gerektiğini anlatmayacağım. Fakat bilmeniz gereken şey, arkadaşınızın arkadaşınında  sorunları olduğu. 

            Bu kişi farkında olmadan sizin sorunlarınız hakkında düşünürken, konuşurken kendi sorunları hakkında yorum yapıyor olacak. Anlattığınız bazı şeyleri dinlemeyecek, yok sayacak. Empati kurduğunu düşünüyor olduğunu sanacaksınız ancak bu aslında olmayacak. Ve bu iyi bir şey, ister inanın ister inanmayın. Çünkü bu sayede sizin yaşadığınız “kendiniz olma kirliliğinden” uzaklaştırmış olacak. Sizin sorununuz hakkında sizden uzaklaşarak yorum yapacak, dinleyecek, çözüm önerecek. İşte dışarıdan bakmak bu zaten.

            Uygulanabilecek olan diğer bir seçenek profesyonel yardım almaktır. İnsanın gözünü korkutur, cebini boşaltır. Adınızı çıkartır. Ancak tam anlamıyla dışarıdan birinin bakış açısına kavuşursunuz. Etkilidir. 

            Unutmayın, bir sorunla uğraşırken kullandığınız araçlar, taktikler ne kadar sıra dışı olursa sorunu o kadar rahat çözersiniz. Ve tatminide o kadar yüksek olur. Ancak ilk yapmanız gereken sorunu çözmek istemek. 

            Bok ve tuvalet metaforu yapmak istemiyorum. Sorunlarınızı çözün ki, hayatınıza onlardan kaçarak, onları düşünürek devam etmeye çalışmayın. Sorunlar çözülmek içindir, kederleriyle, sıkıntıları ile kendimizi sarıl sarmalamamız için değil.
 
            Ve kesinlikle unutmayın; eğer sorunu çözmek için dışarıdan yardım almışsanız ASLA AMA ASLA söylenenleri harfi harfine uygulamayın. Kendinizce yorumlayın, kendinizden bir şeyler katın. Daha önce kendi kendimizin düşmanı olduğumuzu ima etmiştim. Eğer bunu yapmazsanız gelişmeden değişirsiniz. Daha iyiye doğru değil, sadece farklı olmaya doğru ilerlersiniz. Bu satırları yazan beni bile çok ciddiye almayın. Neticede herkesin bilgisi, tecrübesi bir seviyeye kadar. “Bilinmeyene” ve şans faktörüne saygılı olun.