bilgi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
bilgi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

"Şimdi ben bununla aynı havayı mı soluyorum??" sorusunun cevabı burada;



Nefes al. Nefes ver. Nefes al. Nefes ver. Az önce, bu cümleleri okuyan bir çok insan gibi, istemsizce nefes alıp verdiniz ve şimdi reflex olarak nefes almadığınız için bana kızgınsınız belki. İnsan olarak, homo sapiens, bir kara canlısıyız ve otomatik olarak nefes alıyoruz.

Bir kara canlısı olarak nefesimizi en fazla yaklaşık 5dk kadar tutabiliyoruz. O da özel durumlarda. Bir çok sıradan insan için 45 saniye oldukça iyi bir süre.

Sadece bulunduğunuz coğrafya ya da yükseklik değil, yılın hatta günün belli zamanlarına göre nefes aldığınız zaman akciğerlerinize çektiğiniz oksijen miktarı değişiklik gösterebiliyor. Örnek olarak Everest, K2 gibi zirvelere tırmanacak dağcılar bir noktadan sonra oksijen miktarı düştüğü için yanlarına oksijen tüpü alarak tırmanmaya başlar. Bunun yanında deniz seviyesindeki yerler oksijen bakımından daha doygundur. İnsan vücudu %19’un altında oksijen olan ortamlarda hayatta kalamaz. Bilinç kapanır, beyin vücut fonksiyonlarını idare edemez hale gelir ve vücut ölür.

Peki nedir bu oksijen? Oksijen, hidrojen ve helyumdan sonra evrende en fazla bulunan ve bildiğimiz anlamda canlı yaşamı için olmazsa olmaz bir elementtir. 8 elektron ve 8 protondan oluşur. Dünya kabuğunda diğer maddelere bağlı olarak çok miktarda bulunmasının yanı sıra atmosferde gaz olarak yaklaşık %21 oranında bulunur. Yakıcı ve aşındırıcı bir gazdır. Ancak aklınıza hemen asit ve benzeri maddeler gelmesin.

Az önce oksijenin bildiğimiz anlamda canlı yaşamı için şart olduğunu söylemiştim. Enteresan bir biçimde atmosferde oksijenin artması gezegenimizdeki ilk “çevre felaketlerinden” biri. Bilim insanlarının “Büyük Oksijen Yayılımı” (Great Oxygenation Event) olarak adlandırdıkları oluşumun yaklaşık 2.4 milyar yıl önce atmosfere yüklü miktarda oksijen salınmasıyla sonuçlandığı düşünülüyor. Peki ne idi bu olay, ne yol açtı? Bitkiler. Dünya üzerinde su içerisinde yaşayan bitkilerin aşırı derecede oksijen üretmesi ile oluşan olay. Bunun neticesinde atmosferdeki oksijen miktarı ciddi bir oranda artmış ve bunun yanında karbondioksit oranı düşmüştü.

Dünya oluştuktan sonra atmosferindeki CO2 (karbondioksit) oranı oldukça yüksek olduğu düşünülüyor. Bu dönemde dünyanın bu günkü güzel yeşil-mavi renginden oldukça uzak olan, mor renkte bir yapısı olduğu düşünülüyor.

Neden bitkiler yeşil?



“Purple Earth” yani “Mor Dünya” ilk oluşan okyanuslarda yaşayan, archaea olarak adlandırılan mikroplar mor renkte idi. Fotosentez için kullandığı düşünülen “retinol” ismi verilen moleküller yeşil ışığı emip, kırmızı ve bordo ışığı yansıtıyor, böylece mikropların mor gözükmesini sağlıyordu. Peki neden mor?

Bunu basitleştirerek anlatmak benim için biraz güç olacak. Güneş ışınları çok geniş bir spektruma sahiptir. Gama, Beta, Alfa, mikrodalga, UV ışınları da spektrumun içinde yer alıyor. Ve spektrumun içindeki her renk yani dalga boyu, farklı enerjiye sahiptir. Ve cisimler, bu dalga boylarını yansıttıkları renklerde gözükürler. Mesela, bütün dalga boyunu yansıtan bir cisim beyaz renkte, hiçbir ışını yansıtmayan bir cisim ise siyah renkte görünür. Mavi ve Yeşil rengi yansıtan bir cisim sarı renkte gözükecektir.

Archaea olarak adlandırılan mikropların o dönemde güneş ışınlarından daha etkin yararlanabilmek adına mor oldukları düşünülüyor. Unutulmaması gereken 2 şey var bu noktada. İlki atmosferin bugünkü yapısından farklı olması. Güneş ışınlarının hangi aralıklarının rahatlıkla yeryüzüne, Archaea’lara ulaştığını net olarak bilmiyoruz. İkinci olarakta Archaea’ların ilkel oldukları gerçeği. Kömür dağının üzerinde outran ancak ateş yakmak için çalı çırpı toplayan atalarımız gibi düşünebilirsiniz.

Günümüzde dominant olan klorofil ise kırmızı ve mavi ışığı emiyor, geriye kalan yeşil ışığı yansıttığı için yeşil gözüküyor. Daha fazla ışığı kullanabilen klorofil, rentolden daha verimli olduğu için, zamanla dünya günümüzdeki “yeşil” görünümüne kavuştu.Bu değişimle beraber atmosferdeki oksijen miktarı büyük miktarda arttı. Aslında, öyle ki, bitkilerin yaydıkları yüklü miktardaki oksijen, dünya tarihindeki en büyük çevre kirlenmesi olarak kabul ediliyor.

Atmosferdeki bu yüklü oksijen artışı zaman içerisinde dinazorların evrimleşmesine izin verecekti. Peki oksijen büyük çaptaki etkisini nasıl yaptı? En ufak parçalardan, hücrelerden başlayarak elbette. Oksijenin hücresel açıdan önemi, yiyecekleri okside etmesi, yani “paslandırması” ve bu şekilde dağılmalarını sağlayarak hücrelerin mitokondide ATP, stiplazmada ise şeker  yani enerji üretebilmesini sağlamak. Sonrasında ise enerjinin yakılarak kullanılmasını sağlamak.

Gezegenimizde üretilen oksijenin sadece %28’i ağaçlar tarafından üretiliyor. Kalan kısmın %70’i ise deniz bitkileri tarafından üretiliyor. Yine fotosentez ile. Deniz bitkilerinin güneş ışığına erişiminde fazla bir sıkıntı olmasa da, karbon konusunda karadaki kardeşleri kadar şanslı gözükmüyorlar. Fakat, oksijenin zaman içerisinde toprak içerisindeki demiri okside etmesi, yani paslandırması sebebiyle, denizlerde de bitkiler için yeteri kadar karbon bulunuyor. Bunun yanında başta balinalar tarafından da tüketilen Planktonlarda öldükten sonra çözünerek karbon döngüsüne geri dönüyor. Fakat, karbon döngüsündeki en önemli madde jeoloji ile alakalı. Konuyu çok uzatacağı için o kısma girmiyorum ancak, gezegenimizin “kar topu dünya” dan kurtulup bu günkü haline gelmesini sağladı. Deniz bitkilerinin tek farkı oksijen üretirken bir yandan da havayı bizim yerimize temizlememeleri.

Peki bitkiler nasıl oksijen üretiyor?


Burada bir sorun ortaya çıkıyor. Ormanlar arttıkça dünyanın ısısı düşüyor ve bu okyanuslardan üretilen oksijeni azaltıyor. Korunması gereken bir denge var mevcut canlılar için. Okyanus, akıntı sıcaklıklarının korunması basında sadece fırtınalarla ve daha çok balina ve yunuslar kastedilerek “deniz yaşamanın korunması” olarak bahsediliyor. Bunun yanında değişen sıcaklıkla beraber değişen denizin tuzluluk oranı da var. Aşırı veya eksik tuz oranı, deniz bitkilerini de olumsuz etkiliyor. Bu bitkilerin su altındaki yaşayan diğer canlılar içinde bir saklanma ve yaşam alanı oluşturuyor.

Peki bitkiler bu karbondioksiti, güneşi ne yapıyor? Dünya üzerindeki canlıların tamamı karbon bazlı. Ve bitkiler bu karbonu büyümek için kullanıyor. Ağaçları kocaman birer karbon yığını olarak kabul edebilirsiniz yani. Şekeri yakıt olarak kullanan bitkiler, oksijeni ise kendilerine zararlı olduğu için kendilerinden uzaklaştırıyorlar.

Peki o zaman bitkiler neden oksijen üretirken, gece oksijen tüketiyorlar? Sorunun cevabı yanma ve yangın üçgeni. Oksijen olmadan ürettikleri enerjiyi yakamazlar ve harcayamazlar. Gündüzleri çalışan bitkiler karınlarını geceleri doyuruyor yani. Gündüz ürettikleri oksijen miktarı gece tükettiklerinden fazla olduğu için, kendi hayatlarımız için korkacak bir şey yok.

Fotosentez doğanın “mucizelerinden” biri insan oğlu elbette bu kimyasal olayı çözüp, faklı şekillerde yararlanmak istiyor. Aklıma gelen ilk uygulama alanı, geleceğimizin yattığı yer olan uzay. Uzay araçlarına herşey gibi oksijende dünyadan taşınmak zorunda. Oksijen dünyada bol miktarda bulunsa da, sadece gaz formunda değil, CO2, CO vs diğer şekillerde de, uzayda bu kaynakları kullanabilecek seviyeye gelemedik henüz. İşte bu durumda uzayda gerçekte ciddi anlamda bolca bulunan suyu kullanarak üretilebilecek oksijen, uzayda insan yaşamanın sürekliliği için büyük önem taşıyor.

Biliminsanları fotosentezi laboratuvar ortamında gerçekleştirebilmek için güneş ışığı yerine lazer kullanmayı denemişler ve başarılı da olmuşlar.

Fotosentezi anlamak


Bitkilerin nasıl büyüdüğü ile ilgili tarih boyunca bir çok araştırma yapıldı. Ancak yakın zamana , elektron mikroskopunun icadına kadar, tam işleyişin nasıl olduğunu kestirmek mümkün olmamıştı. Mesela antik yunanlılar bitkilerin sadece topraktan beslendiğini düşünüyorlarmış. 1580 – 1644 yılları arasında yaşamış olan Jan Baptist Van Helmont, yunanlıların bu fikrini 5 yıl süren bir deneyle ispatlamaya çalışmış ancak deney ağacının 5 yıl içerisinde 74kg ağırlık kazanmasına ragmen diktiği toprağın ağırlığının neredeyse hiç değişmediğini tespit etmiş. Aradaki farkın tamamen sudan kaynaklandığını düşünmüş.

1733 – 1804 yılları arasında yaşamış olan Joseph Priestley, bitkilerin oksijen ürettiğini kapalı bir fanusta yaptığı deney ile ispatlamış. Priestley, fanus içinde bitki ile beraber bir mum yakmış. Fanus içerisindeki hava tükenince mum sönmüş. 27 gün sonra ise, Priestley mum tekrar yakmayı başarmış.

Uydu görüntüleri kullanılarak yapılan araştırmalara göre, bir bölgede üretilen oksijen veya diğer gazlar, şiddetli bir rüzgar akımı olmazsa o bölgeyi terk etmiyor. Biz buna daha çok hava kirliliği konusunda alışığız. Ancak “Dünyanın Akciğerleri” Amazon Ormanlarında üretilen oksijenin bölgeyi terk etmemesi, bizim gibi oksijene bağımlı canlılar için büyük bir handikap. Tabii bu olgu bazı bölgelerin neden oksijen zenginiyken diğer bölgelerin sadece “nefes alınabilir” olduğunu da açıklıyor.

Hava kirliliği bu konuda bazı noktalarda yararlı olabiliyor. Hawai’de yapılan bir araştırmada, fosil kaynaklı karbondioksit yayılımının yüksek olduğu dönemlerde ağaçların da daha fazla oksijen ürettiği tespit edilmiş. (Scripps O2 programı, 2000-2012 arasında yapılan araştırma). Fakat burada unutmamamız gereken bir şey var, araştırmanın yapıldığı yer, Manua Loa, Hawai’nin en büyük adası, okyanusun ortasında, diğer kıtaların, şehirlerin etkilerinden uzakta ve doğal güzellikleri korunmakla kalmayıp, sürekli geliştirilen bir yer. Aynı etkiyi betonarme şehirlerimiz İstanbul, Ankara ve İzmir için beklememiz hayalperestlik olur maalesef.

Mevsimsel olarak ele alındığı zaman ilk bahar bitkilerin en çok oksijen ürettikleri dilim. Bir insan dakikada 7-8litre oksijen solurken, gün sonunda bu rakam 570lt ulaşır. Fakat, solunurken alınan “havanın” tamamı akciğerlere ulaşmaz. Nefes alınırken ciğerlere varan havanın %21’i oksijen iken, nefes verirken ciğerlerimizi terk eden “hava”nın %16’sı oksijendir. Bu sayede sunni solunum yapılırken yapılan kişinin ciğerlerine oksijen ulaşır.

Ciğerlerimize giren havanın bir kısmının tekrar dışarı çıkması ile etrafımızdaki insanlarla “aynı havayı” soluyabiliriz ancak, bir sokak ötedeki veya başka bir şehirdeki insanlarda bu pek mümkün değil. 25.000.000.000.000.000.000.000. Bu her nefes aldığınızda ciğerlerinize çektiğiniz molekül sayısı yaklaşık olarak. 25 sekstilyon (evet, bu 10 üzeri 21 demek oluyor). Bu şekilde düşünürseniz, bu moleküllerden bir kısmının rüzgarın etkisi ile dağıldığını ve Donald Trump, Vladimir Putin ve Adriana Lima ile aynı havayı soluduğunuzu düşünebilirsiniz. Veya geçmişten birileriyle, Adolf Hitler, Ronald Reagan, Atatürk, Marlon Brando.

Rakamlara istediğinizi söyletebiliyorsunuz neticede. Ancak çok büyük sayılar olsa bile biraz mantıklı düşünmekte fayda var diye düşünüyorum.

Birkaç yıl önce oluşmuş veya birkaç km ilerideki birinin soluduğu, sonra kalan %5'lik kısımla vücudunu terk edip size ulaşması olasılığı çok düşük.

Ancak, eğer bu kişi ile aynı ortama girerseniz, oda, sınıf vs. o zaman bu ihtimal çok yükseliyor. Zaten hava yoluyla yayılan hastalıkların yayılma yollarından önemli biri de bu.

Nasa bir kişi için ortalama 422 ağacın oksijen ürettiğini hesaplamış (2013). Tabii bu sayıya gezegenimizdeki diğer canlılar dahil değil. Ancak Nasa bu sayılara bir şeyi daha katmamış; denizde üretilen oksijen.

Deniz içerisinde üretilen bu oksijen daha sonra suyun güneş ısısıyla buharlaşmasıyla beraber atmosfere karışıyor.

Oksijenle ilgili bir diğer önemli nokta, vücudumuzun su olarak ihtiyaç duyduğu formu. Bildiğiniz gibi vücudumuzun %70’i sudan oluşuyor. Hücre bazında düşününce, bu oran bazı hücrelerde %90’a kadar çıkıyor. Ve bu hücrelerin hayatlarını sürdürüp, işlevlerini düzgün sürdürebilmesi için suya daha çok ihtiyaçları var.

Ayrıca bir çok zararlı bakteri için oksijen zehirli bir ortam oluşturur ve ölmelerine yol açar. Peki bitkiler gündüz CO2 solurken gündüzleri neden oksijen solumaya başlarlar?

Cevap çok basit; YANGIN ÜÇGENİ

Ürettikleri şekeri yakıp enerji elde edebilmeleri için oksijene ihtiyaçları vardır. Oksijen olmadan hiç birşeyi yakamazsınız. İşte bu yüzden bitkiler gündüzleri oksijen, geceleri karbondioksit üretir.







Radyoaktif Yemek Takımı

Çernobil, Fukuşhima, Hiroşima ve Nagazaki kurbanlarına saygılarımla.

Trifoli, yani "iyonlaştırıcı radyasyon" uyarı işareti.



Geçtiğimiz senelerde eski bir Rus ajanının, Alexander Litvinenko’nun, polonyum ile zehirlenmesinin yarattığı sansasyonu hatırlarsınız sanırım. Londra’da gerçekleşen saldırıdan sonra hastaneye kaldırılan Litvinenko, radyasyon zehirlenmesi sonucu hayatını kaybetmişti. Yaşanabilecek en feci ölüm biçimlerinden biri.

Litvienko zehirlenmeden önce ve sonra.


Doktorlar ilk zamanlar sayın Litvinenko’nun neden öldüğünü açıklayamamışlardı. Bir şeylerden zehirlendiği ortadaydı ancak ne olduğunu tespit edememişlerdi. Vücudunda gamma radyasyonu yoktu. Bu yüzden radyasyon zehirlenmesi gibi durmuyordu. Kan tahlillerinden de kesin bir sonuç çıkmıyordu. Cevap, çok geç geldi. 1898 yılında Marie- Pierre Curie tarafından keşfedilen Polonyum.

Radyasyon zehirlenmesi tedavisi olmayan, maruz kalındığı andan itibaren öldüren bir zehirlenme türü. Henüz bilinen bir tedavisi yok. En tehlikeli biçimi ise radyoaktif maddenin kana karışmasıyla oluşuyor. Bu şekilde kurbanın kendisi radyoaktif hale geldiği için, kendi kendini zehirliyor.

Behzat Ç. dizisinde de vardı bununla ilgili bir bölüm. Yaşlıca bir adam cinayet büroya gelip, kendi cinayetini ihbar ediyordu. Bürodakiler “nasıl lağ?” diye bakarken, sonradan bir üniversitede öğretim üyesi olan şahıs durumu anlatıyordu Behzat ve bürodakilere.

Litvinenko’nun durumunda doktorların gözden kaçırdıkları şey, Polonyumun gamma veya beta ışımasından ziyade, çok daha güçsüz Alfa ışını yayması. Alfa ışınları o kadar zayıf ki, insan derisi, bir kağıt parçası bile bu ışınları engelleyebiliyor. Ancak, vücut içine girdikten sonra yapacak hiçbir şey yok. Radyasyon zehirlenmesi konusundan bahsetmeyeceğim, çünkü gerçekten çok kötü bir ölüm şekli. Bir çok filmde bu şekilde ölenler için “kafalarına bir kurşun sıkmak daha insancıl” şeklinde replikler geçer ve maalesef ben de buna katılıyorum.

Radyason zehirlenmesi sonucu hayatını kaybeden en şanssız kişi şüphesiz Hisashi Ouchi. 30 Eylül 1999 günü Tokaimura Nükleer Santralinde yaşanan bir kaza sebebiyle 17 sievert, ölümcül doz olarak kabul edilen 8 sievertin 2 katından fazlasına maruz kaldı ve hemen hastaneye kaldırıldı. Japon doktorlar Ouchi'yi 83 gün hayatta tutmayı başardılar. 83 gün. Bu süre içerisinde bütün vücudu radyasyon sebebiyle yanmıştı. Vücudundaki bütün beyaz kan hücrelerinin (bağışıklıktan sorumlu hücreler) yok olmuş olmasının yanında kromozları bile o kadar çok zarar görmüş ki, artık "insan hücresi" olarak işlev gösteremez hale gelmişler. Tokyo Üniversite doktorları kan nakli, plasma nakli, kök hücre tedavisi, deri nakli ve ilaçlarla hayatta tutmaya devam etmişler. İlk haftanın sonunda Ouchi "lütfen ölmeme izin verin, ben deney faresi değilim" diyerek "merhamet" dilenmiş.
Doktorlar ve Japon hükümeti burada "sadist kötü olarak" gibi gözükse de, amaçları kök hücre tedavisi ile Ouchi'nin vücudunun tekrar beyaz kan hücresi üretmesini sağlamak ve bu şekilde vücudunun kendini yenileyebileceğini ummalarıymış. Benzer kazalar günümüzde, ne mutlu ki, pek yaşanmadığı için tedavileri konusunda bilgimiz de maalesef oldukça yetersiz. 21 Aralık 1999 günü çoklu organ yetmezliği neticesinden Ouchi nihayet acılarından azad oldu.

Kaza olduğu sırada onunla aynı odada bulunan ama daha düşük radyasyona maruz kalan iki arkadaşından biri 6 aylık bir tedavinin ardından evine dönebilirken, Masato Shinohara maalesef 27 Nisan 2000 tarihinde çoklu organ yetmezliğinden hayatını kaybetti. Onun ölümü de maalesef Ouchi gibi acılarla dolu bir süreç sonrası geldi.
Hisashi Ouchi


Geçenlerde bir belgesel izlerken uranyum ile işlenmiş cam eşyalar gördüm bunu ve neredeyse şaşkınlıktan küçük dilimi yutuyordum. Yeniçağ zamanında Çekya’da, eski ismiyle Çek Cumhuriyeti’nde, günümüzde nükleer santrallerde yakıt ve nükleer bombalar yapımında kullanılan, doğadaki en tehlikeli maddelerden biri olan uranyum ile bardak, kase, vazo ve bunun gibi ev eşyaları yapılıyormuş.

Küçüklüğümden beri radyasyondan ve asbestten mantıksız seviyede korkan biri olarak, zaman içerisinde haklarında bir çok şey öğrenip korkumu dizginlemeyi başarsam da, uranyumdan bardağı görmek beni şoka uğrattı. Nasıl bir insan böyle bir bardaktan bir şey içerdi?

Sonra bilgilerim, şaşkınlığımın önüne geçti. Öncelikle, geçmişte yaşayan insanlar bizim bilgimize sahip değillerdi.

Sonra, doğal halde bulunan uranyum aslında çok radyoaktif bir madde değil. Günümüzde kullanılan haline getirmek için çok ciddi saflaştırma işlemlerinden geçiriliyor. Uranyumu canlılar için esas tehlikeli kılan özelliği, kimyasal olarak çok tehlikeli olması. Doğada işlenmemiş uranyum ile karşılaşmanız durumunda elinize almanızda hiçbir sakınca yok. Sadece üstündeki tozların soluma veya deri yoluyla vücudunuza girmemesine dikkat etmeniz yeterli. Neticede uranyum dünya üzerinde en çok bulunan 51. Metal ve hemen hemen her yerde, kayaların, toprağın içinde eser miktarda yer alıyor. Zaten “background radiation” yani “arka plan radyasyonu” da buradan geliyor. Hepimiz, dünyadaki her şey, güneşten gelen ve atmosferin soğuramadığı ve topraktan gelen radyasyona sürekli olarak maruz kalıyoruz. Neyse ki, toprakta bulunan uranyum, silah yapmak için kullanılan uranyum 235 değil, daha zararsız uranyum 238.

Yani, uranyumdan yapılan bir eşyayı kullanmak, bütün ön yargılarımıza rağmen, en azından kısa vadede zararlı değil.

Tabii, burada çok önemli bir şey daha var. “Neden” birileri böyle bir maddeden tabak çanak yapmak ister? Ve nasıl.

İnsan ve uranyumun ilişkisine dair en eski bilgiler, milattan önce 79 yılına dayanıyor. Roma kalıntılarından öğrenildiği kadarıyla uranyumun doğal rengi olan sarı sebebiyle seramikleri renklendirmek için kullanılıyormuş. “Uranyum camı” olarak tasvir edilen camlar ve ürünlerde aynı şekilde uranyumun rengi sebebiyle ortaya çıkmış. Çok karanlık ortamlarda hafif parlıyor olmasının bunda çok büyük etkisi de var tabii. Bizler şimdi o parlamayı çok iğrenç ve tok şiddetli yeşil bir parlaklık olarak biliyoruz ve aklımıza hemen radyasyon ve ölüm geliyor tabii.

Uranyumun bir element olarak ortaya çıkması 1789 yılında alman kimyager Martin Heinrich Klapoth’un çalışmaları ile oluyor. Elementin ismini 1781 yılında William Herschel tarafından keşfedilen Yunanlıların Göklerin Tanrısı olan Uranüs’e ithafen “uranium” koyuyor.

Radyoaktivitenin keşfi ise 1896 yılında Henri Becquerel tarafından gerçekleştiriliyor. Çok güzel bir hikayedir. Bilimde şansın ve kazaların ne kadar önemli olduğunu bir kez daha ispatlar. Araştırmanızı tavsiye ederim.

Büyük bilim insanı, farklı dallarda Nobel almayı başaran ilk ve çok az insandan biri olan Marie Curie’nin uranyum ile ilişkisi, onu işleyip, içinden çok daha radyoaktif ve zehirli “radium” elementini çıkarması (elementi keşfeden kişi aslında kocası Pierre Curie idi) ve kullanımı üzerine  çalışmalar yapmıştı. Madam Curie, 1gr Radium elde etmek için 3 ton uranyum işlemiştir. Sanırım Madam Curie’nin neden kanserden vefat ettiğini şimdi anladınız. Kendisinin kullandığı kitap, defter vb. ürünlerin bazıları bugün hala radyoaktif haldedir ve bazıları kurşun kutular içinde muhafaza edilmektedir.

Yani, 1896 yılına kadar bilinmeyen radyasyon sebebiyle, insanlar çok uzun süre boyunca uranyumu cam ve seramik ürünlerde renklendirici olarak kullanmaya devam ettiler. Şaşırtıcı olan, hala devam edenler var.

Peki nasıl? Camın tamamı uranyumdan yapılmıyor. Uranyum cevheri ezilerek toz haline getiriliyor, ki bu formunu solumak radyasyon zehirlenmesine sebep olabilir, sonra cam eriyik haldeyken içine katılıp homojen şekilde karışana kadar karıştırılıyor. Nihayetinde ise normal bir cam gibi işleniyor. Tabii bu dumanları da solumamak oldukça önemli.

Alfa ışınları kağıdı bile geçemezken, Beta ışınlarını durdurmak için aluminyum levha yeterli oluyor. Gama ışınları ise kurşun levha ile durdurulabiliyor ancak.

Sürekli ev içerisinde, özel saklama kapları olmadan, hatta değişik renkleri sebebiyle sergilenen bu eşyaların yaydığı radyasyonun çok düşük olduğunu daha önce söylemiştim. Bu eşyalar, en tehlikeli ışınım türü olan Gamma değil, etkisi çok daha zayıf olan Beta ışını salıyorlar. Beta ışınlarının güçleri Gammaya göre oldukça düşük. Gamma ışınlarını engellemek için kalın kurşun levhalar gerekirken, beta ışınları için kağıt kalınlığında bakır levhalar bile yeterli olabiliyor. Fakat, vücut dokularına etki edebildikleri zaman bütün ışınların etkisi aynı oluyor.

Sonuç olarak, bu takımlarla yemek yemenin bir sakıncası yok. Ancak, takımın bir parçası, ufacık olsa bile, kırılıp yanlışlıkla yutulursa, o zaman ölümle sonuçlanacak rahatsızlıklarla karşılaşmak çok mümkün. Kısa vadede ölümcül olmasa bile, vücuda önemli derecede zarar verecektir ve

Radyasyon hayatımıza nispeten çok yeni girmiş bir olgu. Vücudumuza neler yaptığını bilsek dahi, hakkında öğreneceğimiz çok fazla şey var. Umarım bir gün radyasyon kaynaklı rahatsızlıkların tedavi edilmeye başlandığını da görebiliriz.

Ebay'den "uranium glass" araması yaptırınca karşınıza çıkan sonuçlardan çok kısa bir kesit. Görseldeki vazo kızılötesi ışıkla aydınlatıldığı için parlıyor.

Homo floresiensis (yani Homo Hobbits)



Dikkat, bu yazı evrim içerir.

Okuduğum ilk roman sanırım J.R.R. Tolkien’in Hobbit eseriyle. Bilbo isminde bir buçukluğun, bir büyücü ve birkaç cüce ile maceraya atılmasını anlatıyordu. Hedeflerinde ise Smaug isminde bir ejderha ve onun ele geçirdiği Erebor isminde bir şehir vardı. Henüz ortasona gidiyordum. Elfler, Orklar, cüceler ve niceleri ile tanışmam bu kitapla olmuştu. Hemen arkasından okuduğum Yüzüklerin Efendisi serisi ile, bu ırklara karşı olan tavrım biraz daha değişmişti. Elf ve hobbitlerden nefret etmiş, Orklara çok haksızlık yapıldığını düşünmüştüm. Bunun yanında, gerçek olup olmadıklarını da merak etmeye başlamıştım. Bazı hikayeler tamamen uydurma olamayacak kadar güzel oluyorlar. Yüzüklerin Efendisi’de bunlardan biriydi.

2003 yılında Filipinler’e bağlı Flores adasında yapılan arkeolojik kazılarda 9 adet “küçük” humanoid iskeleti tespit edildi. Bu keşifle ortaya çıkartılan atalarımıza, J.R.R. Tolkien’in Hobbit adlı eserine istinaden aynı isimle anılmaya başlandı. Çünkü, bu kalıntılar , Hobbit’ler gibi oldukça küçük, çocukları andıran, ortalama 110cm boya sahiptiler. Şimdi aranızda “bulunanların çocuk kemiği olmadığı ne malum?” diye düşünenler olabilir. Detaya çok girmeyeceğim ancak, kemiklerin yapıları ve boylarından yararlanılıyor. Mesela, kalça kemiği yapısından cinsiyet tespiti, hatta kadın ise, doğum yapıp yapmadığı bile tespit edilebiliyor. Bu keşifin duyrulmasıyla beraber, en azından Hobbit’lerin varlığı ile ilgili şüphelerim biraz tatmin oldu. Shire’da değil, Flores isminde ufakça bir adada yaşıyorlardı ama, olsun.
 
Flores Adası, güneydoğu asyada yer alan Filipinler’e bağlı bir ada. İsmi Portekizce “çiçek” anlamına geliyor. 13.540km2 büyüklüğü ile Manisa ilimiz ile hemen hemen aynı büyüklükte. Şu anda dünyada ki en büyük kertenkelesi olan ve benim de mantıksızca çok korktuğum, Komodo Ejderhasının (Smaug’un torunları) yaşadığı nadir yerlerden biri Flores adası. Evet, bir Shire değil ama, kitaplarda Shire’ın da aslında bir adadan pek farkı yok. Zira, kimse ilgilenmiyor. Hobbitler de kimseyle ilgilenmiyor.
Komodo Ejderhası


Florensiensis'in kemiklerinden yola çıkarak yapılan bir canlandırma.
“Hobbit”lerin Filipinlerde günümüzden 50.000 – 190.000 yıl önce yaşadıkları tahmin ediliyor. Flores adasına varışları ise günümüzden 1milyon yıl öncesine kadar dayanıyor. Bulunan kemiklerin yaşları, yaşadıkları bölgede ki coğrafi özellikler, kullandıkları araçlar üzerinde yapılan incelemelerde elde edilen tarihlerin birbirleri ile çelişkili olması, araştırmacıların işlerini zorlaştırıyor. Peki bu tarihleri nasıl “tahmin” ediliyor. İki yöntem var. İlk çok basit gibi gözükse de, yıllarca biriktirilen bilgilerin bir araya gelmesiyle oluşuyor; kalıntıların bulundukları derinlik ve bulundukları derinlikteki toprağın/kayaların yapısı. Örneğin, daha önce eğer o bölgede bir tarihte volkan patlaması gerçekleştiği tespit edilmişse, toprakta volkanın atmosfere bıraktığı küle ait izler aranabilir.(Örneğin Pompei felaketi bir çok kaynakta gerçekleştiği tarihle beraber yer almaktadır) İkincisi, çok daha karmaşık olan, ve sadece organik kalıntılarda işe yarayan bir yöntem olan Radyokarbon Tarihleme yani “Carbon-14” yöntemi. Bu yöntemle, kalıntının içerisinde yer alması gereken karbon izotopu ile var olan arasında ki fark tespit edilerek, kalıntının yaşı tespit edilmeye çalışılır. Daha fazla bilgi almak isteyenler, aşağıdaki linki ziyaret edebilirler;


            Bunun yanın üçüncü bir yöntem daha var ki, aslında yöntem demek ne kadar doğru bilmiyorum. O yüzden ayrı tutma ihtiyacı duydum Bu yöntem yakın coğrafyada ki diğer insan türlerinin hareketlerini incelemek. Şöyle ki Avustralya’ya ulaşan humanoidlerin coğrafi olarak Filipinlerden geçmiş olması en mantıklı yol. Pasifik okyanusunu veya Hint okyanusunu geçmemişlerse eğer. Avustralya’ya ilk gelen veya en geç tarihli humanoid kalıntıları ile, Asya kıtasından ayrılan en erken tarihli humanoid kalıntılarının tespiti de, bir tarih aralığı verebilir. Bu tarihinler ilk iki yöntem ile incelenir.

          
  Aslında evrim ağacımızın ortaya çıkarılması, bu üç yöntemin sürekli olarak beraber uygulanması ile yapılıyor. Ve sürekli yeni kalıntılar ortaya çıktığı için, evrimi reddedenlerin sıkça kullandığı “tutarsızlıklar” ortaya çıkabiliyor. Bu tutarsızlıklar evrim gerçek olmadığı için değil, henüz ve belki asla evrim ağacını tamamlayamayacağımızdan kaynaklanıyor.

            Evet, dünya üzerinde ki canlıların evrimini asla tam olarak ortaya koyamayabiliriz ama, bu, bunun gerçekleşmediği anlamına da gelmiyor.

Peki, Floresiensis neden küçüldü? Veya büyüyemedi? Benim kişisel görüşüm, Hobbit’lerin “ adada yaşıyor olmaları. Evrimin babası Charles Darwin’in Galapagos adalarında yaptığı gözlem gibi, adalarda yaşayan canlılar, kıtalarda yaşayan benzerlerine göre daha ufak olma eğilimde oluyor. Bunun sebebini yaşayacak yerin daha az olması ve hayatta kalmak için gereken kaynakların kısıtlı olması olarak sayabiliriz. Kaynaklar azaldıkça, canlılar hayatta kalmak için farklı stratejiler benimserler. Zaten evrimin ayaklarından biri, bu hayatta kalma çabasının sonucudur. Aynı mantığın bir başka yönü ise Balinaların avcılardan korunmak için zaman içerisinde büyümeyi seçmeleri. 

Ufak kalmalarına sebep olacak bir fiziksel, biyolojik etmen olsaydı eğer, şu an adada yaşayan yaklaşık 2 milyon insanı da etkilerdi. Süslü cümle aramayacağım, böyle bir ilişki yok.

          
Evet, Hobbit’leri dünya üzerinde bulduk, peki J.R.R. Tolkien başka hangi konularda haklıydı? İnsanlar konusuna girmiyorum. Peki Elfler? Orclar? Maia’lar? Hatta Cüceler. Madencilikte, mekanikte üstlerine olmayan, Pamuk Prensesin “koruyucuları”.


            Size, bu anlamda “Cücelerin” gerçek olduğunu söylesem? Tabii ki Pamuk Prenses kısmı hariç. Antik Mısır’da, antik derken Kleopatra, Ramses zamanlarından bahsediyorum, altın madenlerinde ve çıkarılan altınların işlenmesinde özellikle cüceler tercih edilirmiş. Cücelerin tanrılar tarafından kutsandığını da inanılırmış. Cücelerin ufacık maden tünellerinde hareket etmesi, normal bir insana göre çok daha kolay olmasının yanında el ve parmakları da daha ufak olduğu için, detaylı takı işçiliğinde daha başarılı olmamaları için de bir neden yok. (Özürlü doğan çocuklarını öldüren Spartalılara duyrulur. Medeniyet budur işte)

           
Fiyatları neyse, ben daha fazla öderim. Yaşamayı seviyorum.
Peki, Tolkien, dünyada İncil’den sonra en çok okunan kitaplar olan şaheserlerini yazarken bunlardan haberi var mıydı? İşte bunu gerçekten bilmiyorum. Tarih ve efsaneler maalesef, belki de iyi ki, çok iç içe girmiş durumda. Bunun en güzel örneği dinler. Özellikle Musevilik. Tevrat ve İncil Musevilerin tarihi hakkında birçok “hikaye” anlatır. Bunun yanında efsane haline gelmiş, ancak gerçekliği daha sonradan ortaya çıkan veya çıkartıldığı düşünülen hikayelerde var. En meşhurları “Truva” ve “Atlantis”. Tabii bunlar efsaneler coğrafi ve kültürel olarak bize en yakın olanlar. Dünya çapında bunlara benzer ne kadar hikaye var bilmiyorum. Büyük ihtimalle kimse bilmiyordur. Ancak, Flores adasında 20.yy başında da “Hobbit” kemikleri bulunmuş ve Tolkien’in bundan haberi olmuş olması mümkün. Mısırda ki cüceler için de bu geçerli. Elfler zaten Alman mitolojisinde yer alıyor. Maia’lar ise “uzaylı” olabilir. Diğer ırklara girmeyeceğim, konu çok dağılacak.
Antik Mısır’da cücelerin yerleri ile ilgili aşağıdaki linki inceleyebilirsiniz. 


            Hobbit’imize dönersek tekrar, yapılan çalışmaların, kamu oyunun dikkatini çekme çabasının, ilk kez “hikaye uydurularak” değil, hikayeye uydurularak yapılması çok enteresan. Neandertal, Homo Sapiens, Homo Erectus ile ilgili yapılan belgesellerde, hem daha ilgi çekici olması için, hem daha anlaşılır olması için, hem de bilinmeyen noktaları kapatmak için hikayeleştirme yoluna gidiliyor. Floresiensis’in buna hiç ihtiyacı yok. “Doğuştan ballı” kendisi. Hemen herkes “Homo Hobbits” dese de, tabii ki şaka yollu, telif haklarından dolayı kimse bu ismi kullanamıyor. Hatta ben bu yazıyı yazarak bile birkaç telif hakkını çiğnemiş olabilirim. Bilmiyorum.

            Lütfen beni dava etmeyin.

            Umarım yakın zamanda atalarımız arasına katılan bu yeni tür hakkında daha fazla şey öğreniriz. Geçmişimiz konusunda ne kadar çok şey öğrenirsek, geleceğimizi de artan bir netlikte görebiliriz.

“İdeal Aerodinamiğe sahip Bok” sorunsalı


Hepimizin yaşadığı ancak üstüne konuşmadığımız şeyler vardır. Bunların en önemlilerinden biri hijyen, özellikle tuvalet ve banyoda yaşadığımız, tecrübe ettiğimiz olaylardır. Tıbbi konular dışında vücut atıklarımız hakkında konuşmayız. Utanırız. Hatta haklı olarak iğrenç gelir. “Kakamı bir yapmışım, iki elimin içine sığmaz, rahat 3kg gelir” gibi muhabbetler en yavşak, en alkollü, en seviyesiz ortamlarda dahi olmaz, şükürler olsun. Ama ben az sonra buna benzer bir şey anlatacağım. Ona göre. İsterseniz paragraf atlayın, isterseniz sekmeyi kapatın. 

Herkes yaşar. Tuvalette işiniz biter, sıraya ortamı, çevreyi bulduğunuz ve bulmak istediğiniz gibi bırakmak için temizlemeye başlarsınız. Sifon elbette ilk kullanılacak ve en güçlü silahızıdır. Sifonu çekersizin ancak klozette yer alan “kusursuz eseriniz” inatçı çıkar ve bir türlü “yapıştığı yerden” kurtulmaz. Hatta daha kötüsü, gitsin diye siz sifonun basıncını arttırdıkça (eğer sifonun böyle bir opsiyonu varsa) eserinizin çevresindeki “zayıf ve akımı bozan kısımlar” kopar gider. Ve geriye rüzgar tünelinde biçimlendirilmişçesine mükemmel aerodinamiğe sahip bir bok kalır. O noktadan sonra sifonun yapabileceği hiç bir şey yoktur, zira mükemmel “biçimi” sayesinde akan suyun direcinden minimum seviyede etkilenmeye başlar bok. Bu noktada yapılabilecek şeylerin sayısı elbette herkesin iğrençlik toleransı veya tuvalet alışkanlıkları ile sınırlı. Benim aklıma ilk gelenler, eğer bir eşya olsaydım kesinlikle olmak istemeyeceğim ilk şey, tuvalet fırçası. Evet, zaten bunu bir adım ileride kullanacaktık, daha erken kullanmanın bir zararı yok. Fırçanın “boka döneceğini” bilsekte. İkincisi ise erkek olmanın avantajını kullanmak. Bahsettiğim şey “Surgical Strike” yani eserin “kritik noktalarına” doğru işeyerek yapısal bütünlüğünü, o “muazzam aerodinamik dizaynını” sakatlamak ve sifonun daha “etkin” çalışmasını sağlamak. Aslında eğer mesaneniz yeteri kadar doluysa bunun üstünden bir sürü fantezi yapabilirsiniz. Ama ne yaparsanız yapın, asla temizliği yapmadan oradan ayrılmazsınız. Çünkü oraya girecek olan kişi kendimizdir. 

Bu yazı aslında “Alpha & Beta” girdisinin son paragrafıydı. Ancak sonradan kaldırıp, üstüne daha doğrusu devamına yeni bir girdi yazmaya karar verdim. Böylesi daha doğru geldi.

“Kendimle ilgili en büyük sorunlardan birinin kendimden çok fazla şey beklemem olduğunu fark ettim. İnsan üstü seviyede hemde. Kendimden aynı zamanda en azından düzgün koordinasyonu olabilecek kadar bir sporcu, dansçı olmayı bekliyorum. Hiç bir konu hakkında “bilmiyorum” dememek istiyorum. Kendimden bu kadar çok şey bekleyip, birde hepsini gerçekleştirmeye kalkışınca elbette neredeyse hepsi havada kalıyor. Ama daha kötüsü var. Bir yere kadar gelmiş oluyorum hemen her hedefimde. Ve bunlarla ilgili konuşacak kadar bilgimde oluyor. Ve insanlar sanki ben o konuda gerçekten ciddi bilgiye sahipmişim gibi bir yanılsamaya düşüyorlar. Aslında pek bir şey bilmediğimi bildiğim konularda bilgili gözüyle bakılıyorum. “Bunu bunu bunu biliyorum ama, gerisi muamma” falan gibi bir cevap verdiğim zaman ise “alçak gönüllü” oluyorum. Her zaman söylediğim bir şey var; “ne kadar şey biliyorum ama, neleri bilmediğimi tahmin edebiliyorum”. Az önce ki alçak gönüllü yaftası ile hiç uyumlu olmayan, gayet kendini beğenmiş bir yaklaşım olduğunu biliyorum. Odamda panomda, bilgisayarda, masamın üstünde bir sürü liste var. Neleri öğrenmem gerekiyor, ne için gerekiyor ve nedir listeleri. Kafamda ki listelerin sayısı bile yok. Ah şu listelerden, şu sistematiklikten bir kurtulabilsem, biraz daha rahat bir insan haline geleceğim ama... İçime işlemiş gibi geliyor artık.

                Eğer devam edersem bu yazı çok uzayacak. Okuması güç hale gelecek, zaten çok kolaymış gibi. O yüzden burada kesiyorum.”

            Elbette herkes hayatında sıkıntılar, sorunlar yaşıyor. Aksi mümkün değil zaten, adı üstünde hayat. Hepimizin hayatında ideal aerodinamiğe sahip boklar var. Kurtulması sıkıntı yaratan, bizden başka kimsenin görmediği, çözemeyeceği sorunlar. Bu sorunların kaynağı biziz, çözüm aracıda bizde. Ancak bok metaforundan uzaklaşıp biraz geniş bakarsak, aslında çözmesi en zor sorunlar bunlar. Hemen her insan karşılaştığı sorunları çözmek için önce kendine yönelir. Eğer ki hayatı boyunca edindiği bilgileri kullanmayı biliyorsa, onları kullanmaya çalışır. Tecrübelerini araştırır. İç güdülerine güvenmek ister. Arkadaşlarına danışır. Ama sorunun kaynağının “biz” olduğumuz durumlarda bunların hepsi yararsız kalır. Yetersiz demiyorum. İkisi farklı. Soruna yol açan, sorunu yaratan zaten bizim o ana kadar edindiğimiz huylar, kişilik ve alışkanlıklar, arkadaşlar ve bunun gibi bizi sokakta herhangi birinden ayıran detaylardır. Sorunu çözmek için, hali hazırda sorunu yaratan araçları kullanmaya çalışırız yani. Ve başarısız oluruz. Daha kötüsü, neden başarısız olduğumuzu da anlayamayız. Bu araçlar, bu taktikler daha önce bizi hemen her zaman düzlüğüe çıkarmamışmıydı? Nerede hata yaptık? Düşünür dururuz. Sorunu sahip olduğumuz araçlarla çözemediğimizi anlayana kadar bu döngü böyle gider. Veya unuturuz. Ama burada unutmak bir çözüm değildir. Sorun ehemmiyetini kaybetse bile varlığını sürdürür. Yıllar sonra “içimizde kalmış” olarak bize geri döner. 

            Aslında çözüm olmayan bir davranış şekli daha var. Ben genellikle strateji oyunu oynarken kullanırım bu taktiği veya salaklığı. Hedefinize ulaşmak için çok uğraşmışsınız, “kan dökmüşsünüzdür” ve nihayet bir açıklık görürsünüz veya yaratırsınız. Ancak orası aslında fırsat, açıklık falan değildir. Tuzakta değildir. Savunmasız bir nokta olduğu çok bariz ortadadır. Aslında yapmanız gerekenin önce “etrafı temizlemek” olduğunu bile bile, sorunu ortadan kaldırmak için sabırsızlıkla ileri atılırız. Bunu tarif etmek için çok uzun bir yazı yazabilirdim ama özeti şu olacaktır; bir labiranetten çıkmak için seyrek güllerden oluşan bir duvarın içinden koşarak geçmek... Evet, sorunu yine çözdük, artık o duvarın bizim için bir önemi kalmadığını düşünüyoruz. Ama duvar hala orada, labirent orada. Etrafımızı çizen, kesen dikenlerde, canımızın acısı ayrı hikaye.

            Burada dikkat edilmesi gereken bir nokta daha var. O labirentten kurtulmaya çalışırken, sorunu ortadan kaldırmak adına, labirenti yakabilirdik. Değil mi? Peki bu sorunu çözer miydi? Anlık olarak belki. Ancak büyük sorunların en önemi özelliği her zaman aynaları olmalarıdır. Tıpkı yukarıda dediğim gibi insanda “içte kalma” ezikliğini yaratırlar. Yapmamız gereken labirentin haritasını çıkarmaktı. Ne labirenti yakmak, ne kurtulma güdüsüyle güllerden duvarın içinden geçme. Ben büyük sorunların sadece “çözülmediğini” düşünürüm. Büyük sorunlar aynı zamanda yenilmesi gereken düşmanlardır. Kazanılması gereken bir çatışmadır, savaştır. Sorunu çözmek aynı zamanda yenmek anlamına gelmelidir. Bu sebeptendir ki, filmlerde hikayelerde kötü adamlar iyi adamları yakaladıkları zaman en mantıklı olanı, yani kahramanı hemen öldürmek yerine onları ezmek, egolarını tatmin etmek isterler. Sorunun hayaleti ile uğraşmak istemezler. Kafalarının içindeki labirentten kurtulmuş olmaları gerekir. Evet, kötü adamı savunuyorum, ne var bunda. 

            Sorun çözmek. Şüphesiz ki bir insanın sahip olması gereken en önemli yetenektir. Daha iyiside var aslında; o da sorunları ortaya çıkmalarını engellemek. Ama eğer insanın hayatında hiç sorun yoksa, olmuyorsa, olamıyorsa, bu seferde kendini tanıma, kendini tanıtma şansı, imkanları azalıyor. 

            Boktan girdim, kendimden çıktım. Ancak sanırım yazının nereye gittiği hakkında bir fikriniz olmaya başladı. Durum şu ki, hepimizin sebepleri aslında içimizde olan, ancak göremediğimiz sorunları var. Bilgisayar tabiriyle “sorun klavye ile monitor arasında“. Peki ne yapmak lazım bu gibi durumlarda? Merak etmeyin “basite, başlangıca dönün” demeyeceğim. Sahip olduğumuz araç, imkan ve kabiliyetler ile aynı duruma düşeceğimizi söylesem yanılmam herhalde. İhtiyaç duyulan şey yeni bir araç; yardım. 

            Bu noktada itiraf etmem gerekirse haddimi aşacağım. Yardım istemek. Peki kimden? İlk seçenek, aile veya arkadaşlara yönelmek. En mantıklısı. Ancak bunlar zaten sahip olduğumuz araçlar. O zaman bize aynı şekilde kullanabileceğimiz ama sahip olmadığımız bir araç gerekiyor değil mi? Nereden bulacağız peki? Arkadaşlarınız. Veya o kadar yakınsanız abinizin, ablanızın, kuzenlerinizin arkadaşları. Ama herhangi bir arkadaşları değil. Hemen herkesin çevresinde sorumluluk sahibi olan, daha önce bir çok sorunla karşılaşmış ve hayatta kalmayı başarmış, veya kafası cidden “acayip” çalışan biri vardır. – Burada kendimi referans göstermiyorum -  Bu noktada zaten sizin ihtiyacınız olan şey “dışarıdan bir bakıştır”. Şimdi diyorsunuz ki “arkadaşlarımızda zaten sahip olduğumuz araçlara dahil değilmiydi, bunun nasıl bir faydası olacak bana?”. Ve haklısınız. Bende diyeceğim ki normalde bir testereyi bir şeyleri kesmek için kullanırsınız değil mi? Bir kerede havada sallayarak müzik yapmak için kullanın. Ayrıca ”bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim ” gibi çok güzel, aslında çok mantıklı olan bir deyişimiz var. Ancak tam olarak doğru değil. Sadece 30sn düşünün, aslında arkadaşlarınız arasında o kadar fazla fark varki. Bir yerde tesadüf bir araya gelip arkadaşlık ettiğiniz insanlar vardır. İlgi alanlarınız benzemez, hayat görüşleriniz benzemez. Ama bir biçimde o insanlarla arkadaşlık edersiniz. Ve o sizin, siz onun hayatında olduğunu bile bilmediğiniz boşlukları doldurur. 

            Size en fazla 2-3 çay, kola veya biraya patlar. Ayrıca yan getirileri de çok fazladır. Bir kere hali hazırda saygı duyduğunuz bir arkadaşınızın saygı duyduğu ve tanımadığınız bir arkadaşı ile tanışma şansınız olur. Arkadaşınızı daha iyi tanımanızı sağlar. Arkadaşınız ondan yardım istediğiniz için size daha fazla saygı göstermeye başlar. Ya da daha önceden hiç duymuyorsa duymaya başlayabilir. Arkadaşınızın arkadaşı burada çok önemli. Daha önce dediğim gibi, herkesin sorunları var. Bu kişiye karşı çok dikkatli olmak gerekiyor. Size saldıracağından falan değil ama, merak etmeyin. Yazının başından beri iğrenç bir biçimde her türlü yakına sorunu çözmek adına “araç”, “imkan ” ve “kabiliyet” diyip duruyorum. Burada da aynı anlayış geçerli. Eğer ki sahip olduğunuz araçlardan maksimum fayda ve verimi almak istiyorsanız, onlara o şekilde davranmanız gerekecektir. Ama size burada araçlara, pardon insanlara nasıl davranmanız gerektiğini anlatmayacağım. Fakat bilmeniz gereken şey, arkadaşınızın arkadaşınında  sorunları olduğu. 

            Bu kişi farkında olmadan sizin sorunlarınız hakkında düşünürken, konuşurken kendi sorunları hakkında yorum yapıyor olacak. Anlattığınız bazı şeyleri dinlemeyecek, yok sayacak. Empati kurduğunu düşünüyor olduğunu sanacaksınız ancak bu aslında olmayacak. Ve bu iyi bir şey, ister inanın ister inanmayın. Çünkü bu sayede sizin yaşadığınız “kendiniz olma kirliliğinden” uzaklaştırmış olacak. Sizin sorununuz hakkında sizden uzaklaşarak yorum yapacak, dinleyecek, çözüm önerecek. İşte dışarıdan bakmak bu zaten.

            Uygulanabilecek olan diğer bir seçenek profesyonel yardım almaktır. İnsanın gözünü korkutur, cebini boşaltır. Adınızı çıkartır. Ancak tam anlamıyla dışarıdan birinin bakış açısına kavuşursunuz. Etkilidir. 

            Unutmayın, bir sorunla uğraşırken kullandığınız araçlar, taktikler ne kadar sıra dışı olursa sorunu o kadar rahat çözersiniz. Ve tatminide o kadar yüksek olur. Ancak ilk yapmanız gereken sorunu çözmek istemek. 

            Bok ve tuvalet metaforu yapmak istemiyorum. Sorunlarınızı çözün ki, hayatınıza onlardan kaçarak, onları düşünürek devam etmeye çalışmayın. Sorunlar çözülmek içindir, kederleriyle, sıkıntıları ile kendimizi sarıl sarmalamamız için değil.
 
            Ve kesinlikle unutmayın; eğer sorunu çözmek için dışarıdan yardım almışsanız ASLA AMA ASLA söylenenleri harfi harfine uygulamayın. Kendinizce yorumlayın, kendinizden bir şeyler katın. Daha önce kendi kendimizin düşmanı olduğumuzu ima etmiştim. Eğer bunu yapmazsanız gelişmeden değişirsiniz. Daha iyiye doğru değil, sadece farklı olmaya doğru ilerlersiniz. Bu satırları yazan beni bile çok ciddiye almayın. Neticede herkesin bilgisi, tecrübesi bir seviyeye kadar. “Bilinmeyene” ve şans faktörüne saygılı olun.