kurgu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kurgu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Homo floresiensis (yani Homo Hobbits)



Dikkat, bu yazı evrim içerir.

Okuduğum ilk roman sanırım J.R.R. Tolkien’in Hobbit eseriyle. Bilbo isminde bir buçukluğun, bir büyücü ve birkaç cüce ile maceraya atılmasını anlatıyordu. Hedeflerinde ise Smaug isminde bir ejderha ve onun ele geçirdiği Erebor isminde bir şehir vardı. Henüz ortasona gidiyordum. Elfler, Orklar, cüceler ve niceleri ile tanışmam bu kitapla olmuştu. Hemen arkasından okuduğum Yüzüklerin Efendisi serisi ile, bu ırklara karşı olan tavrım biraz daha değişmişti. Elf ve hobbitlerden nefret etmiş, Orklara çok haksızlık yapıldığını düşünmüştüm. Bunun yanında, gerçek olup olmadıklarını da merak etmeye başlamıştım. Bazı hikayeler tamamen uydurma olamayacak kadar güzel oluyorlar. Yüzüklerin Efendisi’de bunlardan biriydi.

2003 yılında Filipinler’e bağlı Flores adasında yapılan arkeolojik kazılarda 9 adet “küçük” humanoid iskeleti tespit edildi. Bu keşifle ortaya çıkartılan atalarımıza, J.R.R. Tolkien’in Hobbit adlı eserine istinaden aynı isimle anılmaya başlandı. Çünkü, bu kalıntılar , Hobbit’ler gibi oldukça küçük, çocukları andıran, ortalama 110cm boya sahiptiler. Şimdi aranızda “bulunanların çocuk kemiği olmadığı ne malum?” diye düşünenler olabilir. Detaya çok girmeyeceğim ancak, kemiklerin yapıları ve boylarından yararlanılıyor. Mesela, kalça kemiği yapısından cinsiyet tespiti, hatta kadın ise, doğum yapıp yapmadığı bile tespit edilebiliyor. Bu keşifin duyrulmasıyla beraber, en azından Hobbit’lerin varlığı ile ilgili şüphelerim biraz tatmin oldu. Shire’da değil, Flores isminde ufakça bir adada yaşıyorlardı ama, olsun.
 
Flores Adası, güneydoğu asyada yer alan Filipinler’e bağlı bir ada. İsmi Portekizce “çiçek” anlamına geliyor. 13.540km2 büyüklüğü ile Manisa ilimiz ile hemen hemen aynı büyüklükte. Şu anda dünyada ki en büyük kertenkelesi olan ve benim de mantıksızca çok korktuğum, Komodo Ejderhasının (Smaug’un torunları) yaşadığı nadir yerlerden biri Flores adası. Evet, bir Shire değil ama, kitaplarda Shire’ın da aslında bir adadan pek farkı yok. Zira, kimse ilgilenmiyor. Hobbitler de kimseyle ilgilenmiyor.
Komodo Ejderhası


Florensiensis'in kemiklerinden yola çıkarak yapılan bir canlandırma.
“Hobbit”lerin Filipinlerde günümüzden 50.000 – 190.000 yıl önce yaşadıkları tahmin ediliyor. Flores adasına varışları ise günümüzden 1milyon yıl öncesine kadar dayanıyor. Bulunan kemiklerin yaşları, yaşadıkları bölgede ki coğrafi özellikler, kullandıkları araçlar üzerinde yapılan incelemelerde elde edilen tarihlerin birbirleri ile çelişkili olması, araştırmacıların işlerini zorlaştırıyor. Peki bu tarihleri nasıl “tahmin” ediliyor. İki yöntem var. İlk çok basit gibi gözükse de, yıllarca biriktirilen bilgilerin bir araya gelmesiyle oluşuyor; kalıntıların bulundukları derinlik ve bulundukları derinlikteki toprağın/kayaların yapısı. Örneğin, daha önce eğer o bölgede bir tarihte volkan patlaması gerçekleştiği tespit edilmişse, toprakta volkanın atmosfere bıraktığı küle ait izler aranabilir.(Örneğin Pompei felaketi bir çok kaynakta gerçekleştiği tarihle beraber yer almaktadır) İkincisi, çok daha karmaşık olan, ve sadece organik kalıntılarda işe yarayan bir yöntem olan Radyokarbon Tarihleme yani “Carbon-14” yöntemi. Bu yöntemle, kalıntının içerisinde yer alması gereken karbon izotopu ile var olan arasında ki fark tespit edilerek, kalıntının yaşı tespit edilmeye çalışılır. Daha fazla bilgi almak isteyenler, aşağıdaki linki ziyaret edebilirler;


            Bunun yanın üçüncü bir yöntem daha var ki, aslında yöntem demek ne kadar doğru bilmiyorum. O yüzden ayrı tutma ihtiyacı duydum Bu yöntem yakın coğrafyada ki diğer insan türlerinin hareketlerini incelemek. Şöyle ki Avustralya’ya ulaşan humanoidlerin coğrafi olarak Filipinlerden geçmiş olması en mantıklı yol. Pasifik okyanusunu veya Hint okyanusunu geçmemişlerse eğer. Avustralya’ya ilk gelen veya en geç tarihli humanoid kalıntıları ile, Asya kıtasından ayrılan en erken tarihli humanoid kalıntılarının tespiti de, bir tarih aralığı verebilir. Bu tarihinler ilk iki yöntem ile incelenir.

          
  Aslında evrim ağacımızın ortaya çıkarılması, bu üç yöntemin sürekli olarak beraber uygulanması ile yapılıyor. Ve sürekli yeni kalıntılar ortaya çıktığı için, evrimi reddedenlerin sıkça kullandığı “tutarsızlıklar” ortaya çıkabiliyor. Bu tutarsızlıklar evrim gerçek olmadığı için değil, henüz ve belki asla evrim ağacını tamamlayamayacağımızdan kaynaklanıyor.

            Evet, dünya üzerinde ki canlıların evrimini asla tam olarak ortaya koyamayabiliriz ama, bu, bunun gerçekleşmediği anlamına da gelmiyor.

Peki, Floresiensis neden küçüldü? Veya büyüyemedi? Benim kişisel görüşüm, Hobbit’lerin “ adada yaşıyor olmaları. Evrimin babası Charles Darwin’in Galapagos adalarında yaptığı gözlem gibi, adalarda yaşayan canlılar, kıtalarda yaşayan benzerlerine göre daha ufak olma eğilimde oluyor. Bunun sebebini yaşayacak yerin daha az olması ve hayatta kalmak için gereken kaynakların kısıtlı olması olarak sayabiliriz. Kaynaklar azaldıkça, canlılar hayatta kalmak için farklı stratejiler benimserler. Zaten evrimin ayaklarından biri, bu hayatta kalma çabasının sonucudur. Aynı mantığın bir başka yönü ise Balinaların avcılardan korunmak için zaman içerisinde büyümeyi seçmeleri. 

Ufak kalmalarına sebep olacak bir fiziksel, biyolojik etmen olsaydı eğer, şu an adada yaşayan yaklaşık 2 milyon insanı da etkilerdi. Süslü cümle aramayacağım, böyle bir ilişki yok.

          
Evet, Hobbit’leri dünya üzerinde bulduk, peki J.R.R. Tolkien başka hangi konularda haklıydı? İnsanlar konusuna girmiyorum. Peki Elfler? Orclar? Maia’lar? Hatta Cüceler. Madencilikte, mekanikte üstlerine olmayan, Pamuk Prensesin “koruyucuları”.


            Size, bu anlamda “Cücelerin” gerçek olduğunu söylesem? Tabii ki Pamuk Prenses kısmı hariç. Antik Mısır’da, antik derken Kleopatra, Ramses zamanlarından bahsediyorum, altın madenlerinde ve çıkarılan altınların işlenmesinde özellikle cüceler tercih edilirmiş. Cücelerin tanrılar tarafından kutsandığını da inanılırmış. Cücelerin ufacık maden tünellerinde hareket etmesi, normal bir insana göre çok daha kolay olmasının yanında el ve parmakları da daha ufak olduğu için, detaylı takı işçiliğinde daha başarılı olmamaları için de bir neden yok. (Özürlü doğan çocuklarını öldüren Spartalılara duyrulur. Medeniyet budur işte)

           
Fiyatları neyse, ben daha fazla öderim. Yaşamayı seviyorum.
Peki, Tolkien, dünyada İncil’den sonra en çok okunan kitaplar olan şaheserlerini yazarken bunlardan haberi var mıydı? İşte bunu gerçekten bilmiyorum. Tarih ve efsaneler maalesef, belki de iyi ki, çok iç içe girmiş durumda. Bunun en güzel örneği dinler. Özellikle Musevilik. Tevrat ve İncil Musevilerin tarihi hakkında birçok “hikaye” anlatır. Bunun yanında efsane haline gelmiş, ancak gerçekliği daha sonradan ortaya çıkan veya çıkartıldığı düşünülen hikayelerde var. En meşhurları “Truva” ve “Atlantis”. Tabii bunlar efsaneler coğrafi ve kültürel olarak bize en yakın olanlar. Dünya çapında bunlara benzer ne kadar hikaye var bilmiyorum. Büyük ihtimalle kimse bilmiyordur. Ancak, Flores adasında 20.yy başında da “Hobbit” kemikleri bulunmuş ve Tolkien’in bundan haberi olmuş olması mümkün. Mısırda ki cüceler için de bu geçerli. Elfler zaten Alman mitolojisinde yer alıyor. Maia’lar ise “uzaylı” olabilir. Diğer ırklara girmeyeceğim, konu çok dağılacak.
Antik Mısır’da cücelerin yerleri ile ilgili aşağıdaki linki inceleyebilirsiniz. 


            Hobbit’imize dönersek tekrar, yapılan çalışmaların, kamu oyunun dikkatini çekme çabasının, ilk kez “hikaye uydurularak” değil, hikayeye uydurularak yapılması çok enteresan. Neandertal, Homo Sapiens, Homo Erectus ile ilgili yapılan belgesellerde, hem daha ilgi çekici olması için, hem daha anlaşılır olması için, hem de bilinmeyen noktaları kapatmak için hikayeleştirme yoluna gidiliyor. Floresiensis’in buna hiç ihtiyacı yok. “Doğuştan ballı” kendisi. Hemen herkes “Homo Hobbits” dese de, tabii ki şaka yollu, telif haklarından dolayı kimse bu ismi kullanamıyor. Hatta ben bu yazıyı yazarak bile birkaç telif hakkını çiğnemiş olabilirim. Bilmiyorum.

            Lütfen beni dava etmeyin.

            Umarım yakın zamanda atalarımız arasına katılan bu yeni tür hakkında daha fazla şey öğreniriz. Geçmişimiz konusunda ne kadar çok şey öğrenirsek, geleceğimizi de artan bir netlikte görebiliriz.

Dünyada hayat var mı?




        
8 Aralık 1990 tarihinde, 9 gezegenin bulunduğu bir güneş sisteminin 3. Gezegeninin 1500km uzağından bir uzay aracı geçiyordu. İlk gözlem ve ölçümlerde gezegenin ana yapısının demir ve kayadan oluştuğu anlaşılmıştı. Ayrıca, gezegeni çevreleyen güçlü manyetik alanın yanında, buna paralel bir radyasyon kuşağı da mevcuttu. Ama gezegeni heyecanlı kılan en önemli şey, ona uzayda yuvarlanan mavi bir misket görünümü veren, yüzeyinin 2/3’ünü kaplayan suydu.
Gezegenin atmosferinde yüksek miktarda nitrojen bulunuyordu. Bunun yanında kaynağı biyolojik süreçler olan oksijen, metan ve azot oksit tespit edilmişti. Bu deliller ışığında, gezegende en azından bitki varlığının, yani yaşamın var olduğu, kesinleşmiş oluyordu. 

         Peki, zeki yaşam? Acaba bu gezegende yaşayan zeki bir canlı türü var mıydı acaba? Öncelikle “zeka” nın ne olduğu ve nasıl tespit edilebileceğini kestirmek zorundayız. Homo Sapiens, yani insan, “zeki” bir canlı olmasına rağmen, çok çok uzun bir süre boyunca tıpkı diğer hayvanlar gibi mağaralarda yaşadı, avcılık ve toplayıcılıkla hayatta kalmaya çalıştı. Bu evrede insanı diğer hayvanlardan ayıran en önemli özellikleri alet kullanabilmesi ve konuşmasıydı. Doğada bu iki özelliğe sahip başka canlılarda var. Bazı maymun türleri Hindistan cevisi kabuklarını kırmak için sivri taşları kullanıyorlar mesela. Ahtapotlar başta olmak üzere birçok canlı, problemleri çözme konusunda çok yetenekli. Bunun yanında, biz anlayamasak ta, başta Yunus ve Balinalar olmak üzere birçok hayvan türü birbirleri ile haberleşmek için ses dalgalarını kullanıyorlar. İnsanın, teknolojisi dışında, bu hayvanlardan çokta farklı yok.

         
Çin Seddi. Alt yörüngeden.
Tabii, bunların hiçbiri, en azından bildiğimiz ve yakın gelecekte sahip olabileceğimiz teknolojik imkanlarla uzaydan tespit edilebilecek şeyler değil. Uzaydan görülebilecek kadar büyük ateş yakılmazsa tabii ki. Veya, bu ebatta bir şey inşa edilmez ise. Çin Seddi’nin, Piramitlerin bile aslında uzaydan gözükmediğini düşündüğünüz zaman, bunun ne kadar zor bir iş olduğunu anlıyor insan.


         Henüz bu seviyedeki bir medeniyetlerin, gündüz veya gece, uzaydan gözükebilecek şehirler kurabileceklerini düşünmek hata olur. Çünkü yüksek miktarda canlının bir arada yaşayabilmesi için, ihtiyaç duyulan kaynakları bir araya getirmek gerekir. Hangi canlı türü olursa olsun, bir toplumun popülasyonu aşırı yükseldiği zaman kaynak yetersizliği, savaş veya hastalıklar sebebiyle o toplumun popülasyonu kaynakların yeterli olduğu seviyeye düşürecektir. “Endüstriyelleşme” adımlarının atılmaya başlandığı 1600lı yılların başlarında Londra’da 250.000 kadar kişi yaşadığı düşünülüyor. 400lü yıllarda yıkılan Roma’da ise, imparatorluğun en parlak zamanlarında 1 milyon kişinin yaşadığı tahmin ediliyor. Bu kadar insanın bir arada yaşayabilmesi, iki dönem için de büyük bir başarı olarak anılsa da, iki şehrin de yine aynı dönemlerde çok geniş çaplı veba salgınlarıyla ve yangınlarla nüfuslarının önemli kısmını kaybettiklerini biliyoruz.

          Bu şehirlerin en büyük özelliği, imparatorluklarının başkentleri ve insan uygarlığının bir dönemler incisi olması. Bu özelliklerini ise, kendilerini “büyük” yapan lanetlerine borçlular. Ticaret.
Henüz endüstriyelleşmemiş, bilim alanında, özellikle sağlık konusunda ilerleyememiş uygarlıkların uzaydan rahatlıkla görülebilecek şekilde şehirler, anıtlar, veya diğer türlü yapı inşa etmesi bu yüzden pek mümkün değil.

           İnsanlar tarafından yazının icat edildiğini düşünülen milattan önce 4000 yılından bu yana, yani 6017 yıl boyunca, sizce inşa edilen en büyük yapı nedir? Sadece ebat olarak düşünmeyin. Cevap sizi büyük ihtimalle çok şaşırtacak. O yüzden, yazının sonunda vereceğim cevabı.

           Tabii ki, bu şekilde bir arayış için, o gezegenin etrafında, hiçbir noktayı atlamadan yapılacak görüntüleme çalışması da yapılması gerekiyor. Bütün gezegenin haritasını çıkarmak yani. Şimdi size garip gelecek bir bilgi vereyim. Şu ana kadar çıkartılan Venüs, Dünya, Ay ve Mars haritaları içerisinde, doğruluk oranı en düşük olanı dünyanın haritası. Bunun sebebi ise, Dünyanın sahip olduğu tektonik plaka hareketleri, iklimi (özellikle buzullar), çok iyi bir çözücü olan suyun gezegenin %70’ini kaplaması ve insanların varlığı.

             Harita oluşturmak için yapılan geçişler gezegene ne kadar yakın olursa, detaylar o kadar az olacak, ancak harita o kadar kısa sürede tamamlanacaktır. Daha detaylı bir harita için ise çok daha fazla vakit harcamak gerekecektir. 

            
Yerleşim birimlerinin, canlıların izlerinin tespit edilebileceği bir görüntü için oldukça detaylı bir görüntüye ve bir o kadar da büyük şansa ihtiyaç var. Zeki yaşamının ağaçlık bir bölgede yer aldığını, ve ağaçların uygarlığın bütün hareketlerini sakladığını bir düşünün. Veya Kapadokya’da ki gibi mağara yerleşimlerini uydu ile tespit mümkün değil. Hatta, biraz daha ileri düşünelim, suyun altında yaşamını devam ettiren bir türün yerleşim alanlarını tespit etmek daha da zor olacaktır. Fakat, su altında ateş yakılamayacağından dolayı, böyle bir türün medeniyet yarışında da ilerlemesi pek mümkün olmayacaktır. Tabii, bütün gelişimlerini DNA manipülasyona üzerine kurmuyorlarsa. Böyle gelişimlere örnek olarak aklınıza Mass Effect oyun serisinden “Leviathan” türü gelebilir. Oyunu oynamayanlar ufak bir araştırma yapabilirler veya benim bunun hakkında bir yazı yazmamı bekleyebilirler ama, nefeslerini tutmasınlar.

            
Medeniyet seviyeniz buysa, sizi uzaydan tespit etmeleri mümkün değil.
Esas konuma dönersem eğer, bir gezegende zeki bir yaşamın anlamanın en kolay yolu, biraz da onlardan yardım almak. Bunun da en kolay biçimi radyo dalgaları. Şu anda dünya üzerinde radyo frekansı ile yayın yapan bütün radyo ve televizyon sinyalleri senelerdir uzaya yayılıyor. Yani nereden baksanız 60 senedir uzaya “insanlar burada yaşıyor!” ilanı veriyoruz.

İşte, zeki yaşamın bulunduğu düşünülen bir gezegene yaklaşıldığı benzer radyo dalgaları tespit edilmez ise, ya gezegende ki yaşam “zeki” değil, ya da henüz “zeki” sayılabilecek seviyeye ulaşmamışlar demektir.

          
İşte, 1990 yılında Galileo uzay aracı da bu radyo sinyallerini tespit ederek bizlere dünyada zeki yaşamın var olduğunu ispat etti.

          Sorunun cevabı ise, elektrik şebekesi. İnşa edilen 10000 nükleer, termik, doğalgaz santrali, baraj, kilometrelerce yüksek gerilim hattı bir araya gelince, inşa edilen en büyük “şey” haline geliyor. Bu şebekenin çok büyük bir kısmının birbiriyle bağlantılı olması, bunu daha da etkileyici hale getiriyor.