20yy etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
20yy etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

(Lütfen Japonların heyecanıyla okuyun) GOJİRA!!!





Tamamen çelik eksikliğinden kaynaklanıyor bu iştahı.
Ülkemizde maalesef Amerikan uyarlamaları ile tanınan, pamuk kalpli centilmen dev Godzilla’nın aslında görünenden çok daha derin bir hikayesi var. Bu hikayeyi anlayabilmek için,  Japonya’nın yaşadığı trajedileri biraz tanımak gerekiyor. 

Japonya dünya gündemine daha çok robotları ve depremleri ile gelse de, bulunduğu coğrafi konum dolayısıyla oldukça “hareketli” bir geçmişe sahip. Şu anda Japonya’yı oluşturan 4 ada, Pasifik Plakasının tam sınırında yer alıyor. Adalar, Avrasya plakası ile Pasifik plakasının çakışma noktalarında oluşmuş su altı volkanları sebebiyle oluşmuş. Dünya haritasına bakarsanız eğer, Pasifik plakasının Kuzey Amerika plakası ile birleştiği yerlerde kutupa doğru, yine volkanizma ile oluşan Aleut Adalarını ve çok korkulan Los Angeles fay hattının bulunduğunu görebilirsiniz.  Bu plakaların yarattığı deprem riskinin yanında, Japonya’yı oluşturan adalarda önemli bir kısmı “sömüş” olsa da, 118 tane volkan bulunmaktadır. En büyük ve ünlüleri, aynı zamanda Japonlar için kutsal da olan 3770 metre yüksekliğinde, en son 1708 tarihinde patlayan Fuji Dağı da var. Dağları sayarken, jeotermal ısı kaynağı olarak kullanılan su kaynakları vs. “tehlikeli” olmadıkları ve üşendiğim için saymadım. 

Dünya üzerindeki en aktif fay hatlarının dibinde olan ve onlarca volkan bulunduran Japonya’nın tarihinin onlarca doğal kaynaklı trajedi barındırıyor olması elbette sürpriz değil. Bunun yanında, insanlarında oldukça gaddar olması, uzun bir süre Japonya’yı yaşanılması en zor olan ülkelerden biri haline getirmişti (Feodal çağdan, 1800’lü yıllara kadar). Fakat, konumuz şimdilik bu değil. Konumuz Godzilla. Ama trajedilere tekrar döneceğim.

Evet, Japonya zaman içerisinde “yok olmaya”, “yanmaya”, “katledilmeye” maalesef alışmış bir coğrafya. Ancak, ikinci dünya savaşının bitimiyle beraber, bu acıları artık yaşamak istemeyen Japonya tam anlamıyla bir evrim geçirdi. Godzilla, Japon kültürünün bu aşamasının ürünlerinden biri.

Yakın tarihte yaşanan Fukushima felaketinden Godzilla’nın ortaya çıkmasından sonra olduğu için bahsetmeyeceğim. Fakat, 1293 yılında yaşanan deprem ve tsunami ile 15000 kişinin öldüğü tahmin ediliyor. 1703 yılında gerçekleşen depremle 10000, 1792 yılında Uzen Dağında yaşanan volkan patlaması sonucu ortaya çıkan tsunami ile yine 15000 kişinin hayatını kaybettiği kaydediliyor. Son olarak, 1923 yılında ülkenin yaşadığı en büyük felaketlerden biri olan “Kanto Depreminde” 100000 üstünde kişinin hayatını kaybettiği tahmin ediliyor. 4 dakika süren bu depremin şiddetinin 7.9’un üstünde olduğu düşünülüyor. Fakat en büyük can kaybına yıkılan binalar değil, deprem sonrası çıkan yangının sebep olduğu kaydedidiliyor. Öyle ki, ateşten hortumların oluştuğu, bu hortumların insanları kağıt parçasıymış gibi yakarak etrafa saçtığı anlatılıyor. Depremin ertesi günü, Kanto bölgesinin emniyet müdürü, ölü sayısının yüksekliğinden dolayı, görevini hakkıyla yerine getiremediği için utancından Seppuku yapıp hayatına son vermiştir. (Seppuku, Harakiri olarakta bilinir. Katana karına sokulur, önce sağa, sonra sola doğru çekilir. Bu şekilde intihar edilir. En onurlu ölüm yollarından biridir)

Depremden sonra ordunun hızlıca müdahele edip yardım sağlaması, daha sonraları halkında militarist toplum/devlet anlayışını desteklemesini ve Japonya’nın Çin’i işgali ve 2.Dünya Savaşına katılmasına giden yolda ilerlemesine sebep olacaktır.

Godzilla ilk olarak 1954 yılında Godzilla isimli film ile beyaz perdeye çıktı. 29 filmde yer alan Godzilla, her ne kadar su altından gelmiş, radyasyon sebebiyle değişim geçirmiş bir canavar olsa da, hep insanları korumak için savaştı. Buradaki radyasyon vurgusu çok önemli. Direkt olarak Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan bombaları ve ABD’nin Pasifikte yaptığı nükleer testin serpintisine maruz kalan “Lucky Dragon 5” gemisi ve mürettebatının (Şanslı Ejderha 5 – pekte şanslı değilmiş) yaşadıklarını referans gösteriyor. Burada çok önemli bir şey var, bize tarih derslerinde ÖĞRETİLMEYEN, ama TV ve diğer kaynaklardan öğrendiğimiz bilgilere göre, ABD Japon hükümetini koşulsuz teslim olması için uyarıyor, cevap gelmeyince önce Hiroşima’ya, sonra da Nagazaki’ye atom bombası atıyor. Bunun üzerine Japonya koşulsuz olarak teslim oluyor.

Yalan.

Aslında olan şu. Daha ilk bombadan önce, Japon hükümeti gayrıresmi kanallardan müttefikler ile ateşkes imzalamak için girişimlerde buluyor. ABD ordusu üst yönetimi bu girişimlerin farkında olmasına rağmen hem kendi müttefiklerine hem de Rusya’ya gözdağı vermek için yine de bombayı kullanmaya karar veriyor. Bu nokta çok önemli, bombanın atılma kararını Başkan Truman vermiyor. Hiroshima’ya da Nagazaki’ye de atılan bombaların emirleri askerler tarafından verilmiştir. Yapılan ilk saldırının emri General THOS. T. HANDY tarafından verilmiştir. İkinci bomba da atıldıktan sonra Başkan Truman’ın sinirlenerek “Yeter! Kimse bu bombaları bana sormadan atmayacak!” dediği iddia edilir. 

Godzilla'nın Holywood Bulvarında bulunan yıldızı.
Atom bombalarının kullanılması Japon halkında elbette büyük bir yara açar. Bahsettiğim yara elbette fiziksel değil, psikolojik. Beni en çok etkileyen olaylardan birkaç tanesi;

İlk Atom Bombası atıldıktan son İmparatora verilen “Hiroşima’da çok büyük bir patlama olmuş” raporu. “Çok büyük”. Düşünsenize, ne kadar büyük olduğunu anlatamıyorsunuz bile. Hiroşima’ya gönderilen mektupların “adres bulunamadı” denilerek gönderenlere iade edilmesi… O adresler artık yok.

Bombaların en büyük etkisi patlama anlarından çok, hayatta kalanların hafızalarına kazınan ve yaşadıklarıdır. Öğlen vakti atılan bombalar, yerden yükselen küller yüzünden günü bir anda geceye çevirmiş, yanabilecek hemen herşey alev almış, nereye baksanız ayrı cehennem sahnesi… Ve bir anda yağmur yağmaya başlıyor. Sizi serinleteceğini, ısıyı bir nebze düşürüp ufak bir ferahlık vereceğini umduğunuz yağmur… Simsiyah, zift gibi bir sıvı. Yükselen küllerin radyoaktif partiküller ile tekrar yüzeye dönmesi tam olarak olup biten. Bu “sudan” içen hemen hiç kimse maalesef yaşamaya devam edemedi. Konu ile ilgili Akira Kurosawa’nın 1991 yılında vizyona giren, başrolünde Richard Gere’ın oynadığı Hachi-gatsu no rapusodî (Ağustosta Rapsodi) filmini izlemenizi tavsiye ederim.

http://www.imdb.com/title/tt0101991/

SSCB, Japonya’ya savaş açıp Kore’nin kuzey kısmını işgal ettikten sonra (şimdiki Kuzey Kore sınırları) nihayet tek koşulu Japonya’nın imparatorluk sistemini koruması olan ateşkes imzalandı ve 2.Dünya Savaşı sona erdi.

Savaş sırasında Japonya’nın çektiği acıların en büyüğü nükleer silahlar olsa da, ABD bir çok Japon şehrini hedef gözetmeksizin napalm bombaları ile bombalamıştı. Bu kıyımdan esirgenen şehirler, atom bombasının tam etkisini görmek için test için kullanılmıştı. Japonya tam anlamıyla yerle bir olmuştu. Savaşan diğer ülkeler gibi yalnızca genç erkek nüfusunu değil, bütün nüfusunun önemli bir kısmını kaybetmiş, alt yapısı, büyük hasar görmüş, ordusu neredeyse tamamen yok edilmişti. Japonların artık gururlarını bir kenara bırakıp, ülkelerini tekrar inşa etmeleri gerekiyordu ve bu yaşananların tekrarlanmamasını sağlamaları gerekiyordu. Yeni gurur meseleleri buydu.

Japonya’nın modernleşme süreci Osmanlı devletinin ki gibi oldukça sancılı olmuştur. Ancak bu çok farklı bir konu. Modernleşme ile ülkenin tanıştığı birçok yeni kavram olmuş, nükleer bombaların zihinlerde açtıkları yaralarla beraber, Japonya’nın kültüründe önemli değişimler meydana gelmişti. Bu değişimin “en büyük” örneklerinden biri, King Kong benzeri bir konsepte sahip olan Godzilla idi. Godzilla’nın deniz altında yaşayan, radyasyon ile evrimleşip devasa boyutlara ulaşmış bir yaratık olması, Japonların yaşadığı trajedilerden ne kadar esinlendiğini anlatmaya yetiyor aslında. Hele ki, Godzilla’nın birçok durumda esas kötü değil, gerçek kötü canavarlarla savaşmak için ortaya çıkıyor olması, “biz hatalarımızdan ders aldık” gibi bir bilinç altının eseri veya göndermesi olabilir. Bu konuda fikiri size bırakıyorum.

Godzilla’nın oldukça geniş bir dost ve düşman yelpazesi var. 29 filmden ve sayısız yan eserden oluşan bir efsanenin bu konuda fakirlik çekmesini beklemek mümkün değil. Üstüne bir de Japonların, günümüzde animeleri ve yarışmaları ile kendini ispatlayan hayal güçlerini eklediğiniz zaman, bırakın bunu beklemeyi, cevap insanın suratına resmen tokat gibi çarpıyor. Benim favori Godzilla karakterim, dev bir güve kelebeği olan Montha. Aklıma geldikçe “ıyyyyğğğ” diyorum :) 

Nükleer silahlara karşı bir tepki olan Godzilla, “Kaiju” konseptini de ortaya çıkarmıştır. Evet, Pacific Rim filminden bahsediyorum. Aslında bir Godzilla/ King Kong uyarlamasıdır Pacific Rim. Sadece görsel olarak daha şenlikli o kadar.

Godzilla’nın, Japon tarihinin önemli bir eseri olmasının yanı sıra, Dünya çapında bir çok fikre de esen kaynağı oldu. Benim en çok hoşuma giden ise “Gojirasaurus”. Her ne kadar Godzilla ile bir benzerliği olmasa da (tamam, ikisi de iki ayak üstünde yürüyor) güzel bir gönderme.

Godzilla ve Japonya’nın askeri geçmişine göz atarsak eğer, Godzilla filmlerinde, 2008 yılında vizyona giren “The Day the Earth Stood Still” (Dünyanın Durduğu Gün) filminde de işlenen “üstün ateş gücünün etkisiz kalması” temasını sık sık görüyoruz. 1951 yapımı orijinal The Day the Earth Stood Still filmini izleyeli çok oldu, net hatırlamıyorum. Ancak, 2008 yapımı filmdeki Gort gibi, Godzilla filmlerinde de, Godzilla doğanın, uzaylıların ve insanların kendisine attığı hiçbir “şeyden” ciddi yaralar almadan yoluna devam ediyor. Tabii ki, Godzilla’nın öldüğü sanılan bir kısım, yine Godzilla’nın en önemli “anlarından”.

Godzilla’nın ölümü… Godzilla, filmin sonuna doğru düşmanları ile “uğraşından” dolayı yorgunluktan bitap düşer ve yere yığılır. Japon halkı minnettar duygularla yavaşça Canavarların Kralı’na yaklaşır. Ufak bir çocuk hüzünlü yüz ifadesiyle, sakince göz yaşlarını akıtırken, Godzilla bir anda burnunda kuvvetli bir nefes verir ve gözlerini açar. Bütün halk sevinç çığlıkları atmaya başlar, artan bir minnettarlık ile Godzilla’nın evine, sulara dönmesini seyrederler.

Godzilla Japonya’dır. Savaşlarla, yıkımlarla, katliamlarla oluşmuş, uyurken atom bombaları ile uyandırılmış ve radyasyonu ile evrimleşmiş bir devdir. Ve halkını korumak için her zaman, her şeye savaşmaya hazırdır. Savaşmayı artık tercih etmese bile…
Geliyor gönlümün efendisi.







6. toplu yokoluş (veya 7. hiç birinde orada yoktum, o yüzden sayamadım)

Soy tükenme başlıklarının reklam yüzü Kutup Ayısı


* Bu yazının herhangi bir amacı yoktur.



                       Yaklaşık 4 milyar yıldır dünyada hayat olduğu tahmin ediliyor. Tahmin ediliyor derken, sürekli yeni fosiller bulunuyor, yeni canlılar bulunuyor, yeni fikirler ortaya çıkıyor. Bunlar üstüne çok fazla yazmak istemiyorum, zira tamamen farklı bir konu. Bunun yanında altı ayda bir büyük keşifler olabilen bir alan hakkında yazı yazmak gözümü de korkutuyor.

                    Son bir kaç yıldır küresel ısınma ve soyu tükenen hayvanlar oldukça fazla konuşulan konulardan biri haline geldi. Bu elbette güzel bir şey. Ancak keşke dönüp dolaşıp "kendimizi yok ediyoruz" noktasına gelmese. İnsanlık olarak keşke bir işi de bencilleşmeden yapmaya çalışsak.


                   Çok bencil canlılar olarak, gelişmemizi de, gezegenimizin nefes alış verişlerini de hep "acaba hayatımızı nasıl etkilecek" şeklinde yorumluyoruz. Aklımıza hep ilk o soru geliyor;" bize ne olacak?". Sorunlarımızın çözümü için hep "daha önce olmadığımız yerlere gitmeye" çalışıyoruz. Bu önceden yemeğin, suyun bol olduğu, sıcaklığın uygun olduğu yerlerken, sonra tarıma uygun yerlere yönelinmeye başlandı. Şimdi ise özellikle yer altı kaynaklarına yakın yerlere gitmeye çalışıyoruz. Eğer gidemeyeceğimiz bir yerdeyse bu kaynaklar, en kolay bir araya getireceğimiz yerlere gidiyoruz. Kocaman kocaman, yolların kesişme noktalarında ki şehirlere.

                   İnsanların bu hareket biçimi hiç değişmedi. Hep bir şeyleri aradık. Yakmak için, yemek için, bükmek için, kesmek için. Ve yaralarımızı iyileştirmek için. İnsanoğlu bunun için önce doğaya, sonra bilime yöneldi. Şimdi tekrar doğaya, bilimin ışığında yöneliyor. Dediğim gibi, gelişiyoruz. Ama nasıl...

                  Bu biraz arı kovanına çomak sokmak gibi oldu. Bilmeyenler için söyleyeyim, bir çok hastalık için üretilen ilaçlar, doğadaki hayvanların, bitkilerin zehirlerinden üretiliyor. "Neden?" diye soracak olursanız, zehirlerin her biri vücut üzerinde farklı bir veya daha fazla noktaya etki eder. Çalışmasını engelleyerek veya daha fazla çalışmasını sağlayarak, vücut dengesinin bozulmasına sebep olur. Kullandığımız ilaçlarında yan etkilerinin olması bundandır.

                   Şu anki teknoloji seviyemiz, bilindiği kadarıyla tabii ki, insanlığa yeni hastalıklar üretme kapasitesini kazandırmış durumda. Elbette, teoride, bunlar için gerekli ilaçları, aşıları da. Ama, konumuz aslında bu değil. İlk paragrafta bahsettiğim küresel ısınma gerçeği maalesef gezegen üzerinde ki hemen bütün canlıları tehdit ediyor. Ancak bir tanesi var ki, onlar için tek tehdit, kendini gezegenin apex türü zanneden insan.

             Biraz dağınık ve karışık giriş kısmında sonra, konuya gireyim artık.

              







                       Virüslere karşı verdiğimiz amansız bir mücadele var. Çünkü virüsler "kötü". Ancak, virüslerin soylarının tükenmesi konusunda hiç bir sıkıntımız olmadığı gibi, bu konuda ki mücadeleyi de eleştiren hiç bir kısım bulunmuyor. Çeşitli sebeplerle ilaç kullanmayı reddeden kişiler dışında. Bunu da anlamıyorum. Farklı sebeplerle, dini, felsefi, korku bunun gibi ilaçları reddediyorsun ama, insan üretimi, yapay olan bir çok şeyi de kullanmaya devam ediyorsun. İnsan olmak "yaratıcı" olmaktır. Bunun bir parçasını kabul edip, bir parçasını reddedemezsiniz.

                   Virüslerin doğada, kendilerinde başka bir düşmanı yoktu. Ta ki insanlar küflerden, bitkilerden virüslerin "tedavisi" için gerekli "ilaçları", yani zehirleri temin etmeye başlayana kadar.

                   Virüs nedir?Virüsleri memeliler veya kertenkeleler gibi tanımlamak maalesef mümkün değildir. Bunun sebebi ise hem onlar hakkında çok az şey bilmemiz, hem de diğer canlı
Az önce dünya üzerinde 4 milyar yıldır hayat olduğu tahmin edildiğini yazmıştım. Bu hayat ne maymun, ne dinazor, ne insan ne de bakterilerden oluşuyor. Virüsler. Gezegenimizde en uzun süredir yaşayan "canlılar" virüsler. Ve gezegenlerini kimseyle paylaşmak istemiyorlar! Sadece ihtiyaçları olduğu kadar "kaynağın" hayatta kalmasına izin veriyorlar. Virüslerin çoğalması için diğer canlılara ihtiyacı var. Eğer, bulundukları ortamda yerleşebilecekleri, üreyecekleri canlılar olmazsa, onlar da varlıklarına devam edemiyorlar. Matrix filminden şu sahne, konuyu çok güzel özetliyor; formlarından çok farklı bir yapıya sahip olmalarıdır. Şöyle ki, virüslerin diğer canlılardan, özellikle bakteri ve mikroplardan çok çok daha basit bir yapıya sahip olmaları sebebiyle, "canlı" olup olmadıkları konusunda bile bir çok tartışma mevcuttur. Bazı tanımlarda "yaşamın kıyısındaki organizmalar" olarak geçerler. "Hayatta kalmak için", tıpkı "asalak" canlılar gibi bir konağa ihtiyaç duyan virüsler, konak olmadan çoğalamadıkları için asalak, yani "parazit" canlılar arasında da yer almıyorlar. Virüslerin yol açtığı hastalıkların başında AİDS, kabakulak, suçiçeği, kızamık, kuduz, sarıhumma, grip, çocuk felçi ve soğuk algınlığı gelir. Evrimin en önemli araçlarından biridir.

Virüsler hakkında daha fazla bilgi sahibi olmak için;

https://tr.0wikipedia.org/wiki/Virüs

adresini ziyaret edebilirsiniz.

              Virüsler ve diğer canlılar, virüslerin bencil davranış biçimlerinden dolayı pek iyi anlaşamıyor. Fakat, doğal hayatta birbirine düşman, av - avcı olan bir çok canlı gibi, virüslerin de doğa da kendine has, başka bir faktör tarafından doldurulamayacak rolleri var. Mesela evrimde ki rolleri sadece "zayıf olanı" veya şanssız olanı öldürmek değil. Hücre içinde ki DNA'nın değişmesini sağlayarak, evrime de katkı sağlıyorlar.

                Şu ana kadar yaşanmış olan bütün kütlesel yokoluşlardan kurtulan virüslerle olan mücadelemizin, insanlığın kendi sonunu getirebileceği konusunda neredeyse hiç düşünülmüyor. Kamusal alanda konuşulan tek şey "süper grip" korkusu ve antibiyotik kullanımının önlenemez yükselişi. Özellikle "Board Spectrum Antibiotics", yani "geniş yelpazede etkili antibiotikler", hastalığın sebebinin tespit edilemediği durumlarda doktorlar tarafından bütün dünyada sıklıkla kullanılıyor. 


   Şimdi, burada bir noktaya değinmek istiyorum. "Tıpta çok ilerlemiş" olabiliriz. Özellikle son 50 yılda. 50 yıl önce de, bir önce ki 50 yıla göre "tıpta çok ilerlemiş"tik. Tıpta sürekli ilerliyoruz. Fakat, doktorlarımız (cerrahlar değil) hala "diplomalı ilaç tedarikçisi" olmanın önüne geçebilmiş değiller. Hastaneye gittiğiniz zaman, rahatsızlığınızın vücudunuza etkisine göre (beyin, kol, kemik, mide vb.) bir bölüme gidiyorsunuz, yapılan kan testlerinin sonucuna göre size bir ilaç veriliyor. Fakat bu ilaçların uzun dönemli etkisini çoğu zaman bilmiyoruz. Düşünün, belki 100 yıldır kullanılan Aspirin'in bile hala yeni yeni etkileri tespit ediliyor. Bunun yanında şu anda kullanımda olan bir çok ilacın test süresi 5 yılı geçmiyor.

             İlaçların prospektüsünde yazan bir çok şey, tıbbi terimler sağolsun, ilaçların bütün etkilerinin tespit edildiği izlenimi veriyor. Ancak, dikkat edin, en altta yazan cümle her zaman aynı; "Beklenmedik bir etkisi olması durumunda doktorunuza danışınız.

            İlaçların vücudumuza ne yaptığını, bu ilaçları geliştiren bilim adamları da, bunları kullanmamızı tavsiye eden doktorlar da bilmiyorlar. Eğer ilaç beklenmedik bir etki yaratırsa, doktorun tavsiyesi ise ya ilacı bırakmak ya da dozajını düşürmek.

            Peki ilaçlarımızı almamalı mıyız? Kesinlikle hayır. Ben de günde en az 2 ilaç kullanan bir insanım (maalesef). İlaçlarımı almadığım zaman yaşadıklarımı biliyorum. Ancak, ihtiyacımız olmadıkça ilaç almamalıyız. "Hastalıklara savaş açmamalıyız".

             Hastalıklar kitlesel evirm yanında, bireysel evrim ve gelişme açısından çok önemli. Yine kendimden örnek vereceğim, eğer ortasonda iki kolumu kırıp 3 hafta okula gidememiş olsaydım, belki de asla okuma alışkanlığım olmayacaktı.

              Virüsler konusunda... Virüslere karşı kazanılan her "zaferin" ileri de çok daha büyük yenilgiye dönüşebileceğini unutmayın. Bu dünyanın 2 milyar yıldır bize değil, aslında onlara ait olduğunu unutmayın.


                İnsanoğlu sadece daha büyük, o kadar.










Mona Lisa neden bu kadar değerli?



                
                Öncelikle bu yazı “Mona Lisa’nın Sırrı” gibi bir içeriğe sahip değildir. Böyle şeylerin peşinde koşan insanlar, bir noktadan sonra her yerde görmek istediklerini görmeye başlıyorlar. Ve bu biraz paranoyaklık. Ben bu yazıda nasıl oldu da bir resim 790 milyon dolar değere sahip oldu, onu anlatacağım.

                Mona Lisa hakkında bu güne kadar yazılmış onlarca makale, kitap var. 

                Leonardo Da Vinci’nin Mona Lisa’ya 1503 veya 1504 yılında çizmeye başladığı tahmin ediliyor. Tablonun tamamlanma tarihi ise 1517. Yani, kimliği hakkında onlarca tahmin bulunan modelimizin 14 sene boyunca modellik yaptığını düşünebiliriz. Hayır, bu salaklık olur tabii ki. Leonardo, tabloyu “boyamaya” başlamadan önce eskizleri üzerinde çalışmıştır. En sonunda, tuval üzerine desenini çizdikten sonra, boyama kısmına geçmiştir. Etrafta dolaşan “Mona Lisa’nın Sırrı” başlıklı birçok yazının da dayanağını oluşturan kısım bu aşamadır. Bunların temelinde de 19.yy’da yaygınlaşmaya başlayan Sembolizm hareketidir. 

                Desen dendiği zaman, aklınıza halı deseni gelmesin. Aşağıdaki adresten resimde desen konusunda birçok örnek bulabilirsiniz (reklam falan almadım, kurs yöneticilerinin linki verdiğimden de haberleri yok)


                Keşke zamanında kendi çizdiğim desenleri saklasaymışım. Çok kötüydüler ama, yabancılara muhtaç olmazdım:)

                Kağıt üzerine “kompozisyon” yerleştirildikten sonra, desen kısmına geçilir. Ve bu kompozisyonun yerleşimi konusunda uyulması gereken bazı matematiksel kurallar vardır. Eğer bunlara uyulmaz ise göz, resimde “hoşuna gitmeyen, ters bir şeyler” sezer. 

                Kısacası Mona Lisa bir tablo haline gelmeden önce bir eskiz, sonra bir desen haline gelmiştir.Sonrasında da büyük bir emekle bugün Louvre müzesinde sergilenen eser haline gelmiştir.

Mutlu son.


               
















                                                                       Siz öyle sanın.

                Mona Lisa’nın bu kadar ünlü bir sanat eseri olmasını sağlayan sebeplerin arasında, onun bir dâhinin eseri olması alt sıralarda yer alıyor. Mona Lisa’nın ünlü olmasını sağlayan şey, onun bin bir türlü felaketten, birçok yara alsa da, sağ çıkması. Başına bu kadar olay gelmesinden dolayı, üstüne bu kadar çok yazı, makale yazılmıştır. Bunların önemli bir kısmı ise, eseri kullanarak kendi ismini duyurmak isteten kişiler tarafından yazılmıştır (lütfen beni dava etmeyin). 14 senede çizilen bir tabloda yer alanan kadının sağlık ve ruh durumu hakkında makale yazmanın başka bir anlamı olmamalı.

                Mona Lisa’nın macerası 1513 yılında Giuliano de Medici ile başlıyor. 1518 yılında ise Fransa Kralı 1.Francis’e satılıyor. 16.Louis Fontaineblau sarayından Versay Sarayına taşınınca, Mona Lisa’da kendisine yeni bir duvar bulmak için yola çıkıyor. Fransız Devrimi sırasında hasar görmeyen eser, şimdiki evi olan Louvre müzesine teslim edilse de, Napolyon iktidara gelince kendi odasına asılması için Tuileries Sarayına taşıttırıyor.

                1870-1871 yıllarında Fransa – Prusya, eski Almanya Savaşı sırasında bir çok değerli eserle beraber Brest Arsenal isimli askeri bölgede korunmaya alındı.

               
Fransızcam yok ama, tablo ile ilgili bir haber işte.
Tabloya sansasyonel ününü kazandıran olay ise 1911 yılında 30 yaşında, Paris’te yaşayan İtalyan milliyetçisi Vincenzo Peruggia tarafından Louvre Müzesinden çalınması. Vincenzo Peruggia, öğlen vakti geldiği müzede resmi duvardan alıp, tuvalette çerçevesinden ayırmış, çeketinin içine koyduğu resimle beraber ön kapıda yakalanmaktan korkup, bodrum katına inmiştir. Çıkış için gözüne kestirdiği kapının kilidini yanlışlıkla bozan Vincenzo panikten bayılacak haldeyken, gelen bir müze görevlisi hiç şüphelenmeden kapıyı onarmış, hırsızımız güvenliğe uçmuştur. Resmin çalındığı ertesi gün, resmin replikasını yapan ressam Louis Béroud tarafından farkedilmiş ve güvenlik görevlilerine haber verilmiştir. Resmin çalındığını çok geç anlaşılmasının sebebi ise, müze görevlilerinin resimleri plansız ve güvenlik görevlilerine haber vermeden fotoğraf çekimi, bakım ve diğer işlemler için alıyor olması. Çok profesyonelce. Hırsızlığın ardından Louvre soruşturma sebebiyle 1 hafta ziyarete kapatıldı.

                Vincenzo’nun şansı bununla da bitmiyor. Fransız polisinin modern suç araştırmanın ilk örneklerinden olan soruşturması sırasında, en büyük şüphelilerden biri Pablo Diego José Francisco de Paula Juan Nepomuceno María de los Remedios Cipriano de la Santísima Trinidad Ruiz y Picasso(kopyala yapıştır yaptım). Kısaca ünlü ressam Picasso. Fransız polisi ,aynı tarihlerde Paris’te yaşayan Picasso’nun, kıskançlıktan dolayı tabloyu çaldığından şüpheleniyordu. Bu konu üzerine yazılmış bir sürü yazı, kitap bulabilirsiniz. Mona Lisa çalınmadan önce de çok ünlü bir sanat eseriydi. Ancak, hırsızlıktan sonra resmen bir çılgınlık haline geldi. İçlerinde Vincenzo’nun da buluğu birçok İtalyan Mona Lisa’nın İtalya’ya iade edilmesi gerektiğini düşünüyordu. 

               
Vincenzo Mona Lisa’yı 2 sene sandığında sakladıktan sonra, İtalya’ya dönmeye karar verir. İki sene içerisinde polis tabloyu artık bulamayacağını düşünmeye başlamış, bazı gazeteler arada sırada yeni zenginleşen Amerikalıların Fransız kültürüne bu şekilde saldırıp yaralamaya çalıştığını yazdılar. Vincenzo’nun aklında olan ise, artık Mona Lisa’yı paraya çevirmekti. Bu amaçla Floransa’da sanat galerisi işleten Alfredo Geri ile iletişime geçti. Vincenzo’nun yapmak istediği aslında resmi bir zengine veya müzeye satmak değil, ülkesine tekrar kazandırdığı için ödül almaktı. Alfredo Geri, resmin orijinal olup olmadığını teyit ettirmek için Uffzi Müzesi Direktörü Giovanni Poggi ile iletişime geçti. Poggi, resmi “kendi korumasına” aldıktan sonra Vincenzo tutuklandı ve cezaevine konuldu. Resim bir süre İtalya’da sergilendikten sonra 1914 içerisinde tekrar Louvre’a döndü. Tablonun dönüşü, basında  çalınması kadar yer buldu.
Vincenzo diyip durdum ama, tam ismini yazmaya üşendim

                Vincenzo, İtalyan mahkemelerinin “kıyağı” ile 6 ay hapiste kaldıktan sonra salındı. 1. Dünya Savaşında İtalyan ordusunda savaştı. Savaştan sonra ismini Pietro Peruggia olarak değiştirip Paris’te boyacılık yapmaya devam etti. 8 Ekim 1925 tarihinde hayatını kaybetti. Ölümü hiçbir gazetede yer almadı. 

                1956 yılında üstüne asit ve taş atılan Mona Lisa 1974 yılında kurşun geçirmez cam ile koruma altına alındı. Aynı yıl bir kadın Mona Lisa’yı sprey boya ile kırmızıya boyamaya çalıştı. 2009 yılında ise Fransız vatandaşlığı başvurusu reddedilen bir Rus kadın, tablonun Tokyo’da sergilendiği sırada seramik bardakla saldırdı. Kurşun geçirmez cam iki saldırıda da tabloya zarar gelmesini engelledi. Tablo 1962 yılında 100 milyon dolar bedeliyle sigortalandı. Görmek isteyenler Leonardo Da Vinci’nin çizdiği ikinci Mona Lisa’yı Paris’te ki Louvre müzesinde ziyaret edebilirler. Evet, ikinci.

                Pek paylaşılan bir bilgi olmasa da, iki adet Mona Lisa tablosu vardır. Evet, bundan sonra biraz da ben spekülasyonlara katılıyorum.  İsleworth Mona Lisa olarak anılan ilk Mona Lisa, 1913 yılında ortaya çıkmıştır. 2012 yılında Mona Lisa Vakfı tarafından geniş çevrelere duyurulmuştur. Şu an özel koleksiyonda olup, sergilenmesi yapılmamaktadır. Resmin, ikinci Mona Lisa gibi resmi kaydının bulunmaması, bunun yanında hep özel koleksiyonlarda yer alması tarihi araştırmayı çok zorlaştıran bir etken. Fakat, sanat uzmanlarının yaptıkları incelemelerde, tablonun Leonardo’nun olduğu konusunda genel bir konsensusa varılmıştır.
Soldaki II Mona Lisa, sağda ki I Mona Lisa ve ya İsleworth Mona Lisa.

            Leonardo Da Vinci gibi yaratıcılık konusunda zamanının çok ötesinde, insan kapasitesinin sınırlarını zorlayan birinin ölümüne yakın “hiçbir çalışmasını bitirmemekten” yakınması ise, “çalışkan olan” bir çok insana örnek olmalı.