Çernobil, Fukuşhima, Hiroşima ve Nagazaki kurbanlarına saygılarımla.
![]() |
Trifoli, yani "iyonlaştırıcı radyasyon" uyarı işareti. |
Geçtiğimiz senelerde eski bir Rus ajanının, Alexander Litvinenko’nun, polonyum ile zehirlenmesinin yarattığı sansasyonu hatırlarsınız sanırım. Londra’da gerçekleşen saldırıdan sonra hastaneye kaldırılan Litvinenko, radyasyon zehirlenmesi sonucu hayatını kaybetmişti. Yaşanabilecek en feci ölüm biçimlerinden biri.
![]() |
Litvienko zehirlenmeden önce ve sonra. |
Doktorlar ilk zamanlar sayın Litvinenko’nun neden öldüğünü açıklayamamışlardı. Bir şeylerden zehirlendiği ortadaydı ancak ne olduğunu tespit edememişlerdi. Vücudunda gamma radyasyonu yoktu. Bu yüzden radyasyon zehirlenmesi gibi durmuyordu. Kan tahlillerinden de kesin bir sonuç çıkmıyordu. Cevap, çok geç geldi. 1898 yılında Marie- Pierre Curie tarafından keşfedilen Polonyum.
Radyasyon zehirlenmesi tedavisi olmayan, maruz kalındığı andan itibaren öldüren bir zehirlenme türü. Henüz bilinen bir tedavisi yok. En tehlikeli biçimi ise radyoaktif maddenin kana karışmasıyla oluşuyor. Bu şekilde kurbanın kendisi radyoaktif hale geldiği için, kendi kendini zehirliyor.
Behzat Ç. dizisinde de vardı bununla ilgili bir bölüm. Yaşlıca bir adam cinayet büroya gelip, kendi cinayetini ihbar ediyordu. Bürodakiler “nasıl lağ?” diye bakarken, sonradan bir üniversitede öğretim üyesi olan şahıs durumu anlatıyordu Behzat ve bürodakilere.
Litvinenko’nun durumunda doktorların gözden kaçırdıkları şey, Polonyumun gamma veya beta ışımasından ziyade, çok daha güçsüz Alfa ışını yayması. Alfa ışınları o kadar zayıf ki, insan derisi, bir kağıt parçası bile bu ışınları engelleyebiliyor. Ancak, vücut içine girdikten sonra yapacak hiçbir şey yok. Radyasyon zehirlenmesi konusundan bahsetmeyeceğim, çünkü gerçekten çok kötü bir ölüm şekli. Bir çok filmde bu şekilde ölenler için “kafalarına bir kurşun sıkmak daha insancıl” şeklinde replikler geçer ve maalesef ben de buna katılıyorum.
Radyason zehirlenmesi sonucu hayatını kaybeden en şanssız kişi şüphesiz Hisashi Ouchi. 30 Eylül 1999 günü Tokaimura Nükleer Santralinde yaşanan bir kaza sebebiyle 17 sievert, ölümcül doz olarak kabul edilen 8 sievertin 2 katından fazlasına maruz kaldı ve hemen hastaneye kaldırıldı. Japon doktorlar Ouchi'yi 83 gün hayatta tutmayı başardılar. 83 gün. Bu süre içerisinde bütün vücudu radyasyon sebebiyle yanmıştı. Vücudundaki bütün beyaz kan hücrelerinin (bağışıklıktan sorumlu hücreler) yok olmuş olmasının yanında kromozları bile o kadar çok zarar görmüş ki, artık "insan hücresi" olarak işlev gösteremez hale gelmişler. Tokyo Üniversite doktorları kan nakli, plasma nakli, kök hücre tedavisi, deri nakli ve ilaçlarla hayatta tutmaya devam etmişler. İlk haftanın sonunda Ouchi "lütfen ölmeme izin verin, ben deney faresi değilim" diyerek "merhamet" dilenmiş.
Doktorlar ve Japon hükümeti burada "sadist kötü olarak" gibi gözükse de, amaçları kök hücre tedavisi ile Ouchi'nin vücudunun tekrar beyaz kan hücresi üretmesini sağlamak ve bu şekilde vücudunun kendini yenileyebileceğini ummalarıymış. Benzer kazalar günümüzde, ne mutlu ki, pek yaşanmadığı için tedavileri konusunda bilgimiz de maalesef oldukça yetersiz. 21 Aralık 1999 günü çoklu organ yetmezliği neticesinden Ouchi nihayet acılarından azad oldu.
Kaza olduğu sırada onunla aynı odada bulunan ama daha düşük radyasyona maruz kalan iki arkadaşından biri 6 aylık bir tedavinin ardından evine dönebilirken, Masato Shinohara maalesef 27 Nisan 2000 tarihinde çoklu organ yetmezliğinden hayatını kaybetti. Onun ölümü de maalesef Ouchi gibi acılarla dolu bir süreç sonrası geldi.
![]() |
Hisashi Ouchi |
Geçenlerde bir belgesel izlerken uranyum ile işlenmiş cam eşyalar gördüm bunu ve neredeyse şaşkınlıktan küçük dilimi yutuyordum. Yeniçağ zamanında Çekya’da, eski ismiyle Çek Cumhuriyeti’nde, günümüzde nükleer santrallerde yakıt ve nükleer bombalar yapımında kullanılan, doğadaki en tehlikeli maddelerden biri olan uranyum ile bardak, kase, vazo ve bunun gibi ev eşyaları yapılıyormuş.
Küçüklüğümden beri radyasyondan ve asbestten mantıksız seviyede korkan biri olarak, zaman içerisinde haklarında bir çok şey öğrenip korkumu dizginlemeyi başarsam da, uranyumdan bardağı görmek beni şoka uğrattı. Nasıl bir insan böyle bir bardaktan bir şey içerdi?
Sonra bilgilerim, şaşkınlığımın önüne geçti. Öncelikle, geçmişte yaşayan insanlar bizim bilgimize sahip değillerdi.
Sonra, doğal halde bulunan uranyum aslında çok radyoaktif bir madde değil. Günümüzde kullanılan haline getirmek için çok ciddi saflaştırma işlemlerinden geçiriliyor. Uranyumu canlılar için esas tehlikeli kılan özelliği, kimyasal olarak çok tehlikeli olması. Doğada işlenmemiş uranyum ile karşılaşmanız durumunda elinize almanızda hiçbir sakınca yok. Sadece üstündeki tozların soluma veya deri yoluyla vücudunuza girmemesine dikkat etmeniz yeterli. Neticede uranyum dünya üzerinde en çok bulunan 51. Metal ve hemen hemen her yerde, kayaların, toprağın içinde eser miktarda yer alıyor. Zaten “background radiation” yani “arka plan radyasyonu” da buradan geliyor. Hepimiz, dünyadaki her şey, güneşten gelen ve atmosferin soğuramadığı ve topraktan gelen radyasyona sürekli olarak maruz kalıyoruz. Neyse ki, toprakta bulunan uranyum, silah yapmak için kullanılan uranyum 235 değil, daha zararsız uranyum 238.
Yani, uranyumdan yapılan bir eşyayı kullanmak, bütün ön yargılarımıza rağmen, en azından kısa vadede zararlı değil.
Tabii, burada çok önemli bir şey daha var. “Neden” birileri böyle bir maddeden tabak çanak yapmak ister? Ve nasıl.
İnsan ve uranyumun ilişkisine dair en eski bilgiler, milattan önce 79 yılına dayanıyor. Roma kalıntılarından öğrenildiği kadarıyla uranyumun doğal rengi olan sarı sebebiyle seramikleri renklendirmek için kullanılıyormuş. “Uranyum camı” olarak tasvir edilen camlar ve ürünlerde aynı şekilde uranyumun rengi sebebiyle ortaya çıkmış. Çok karanlık ortamlarda hafif parlıyor olmasının bunda çok büyük etkisi de var tabii. Bizler şimdi o parlamayı çok iğrenç ve tok şiddetli yeşil bir parlaklık olarak biliyoruz ve aklımıza hemen radyasyon ve ölüm geliyor tabii.
Uranyumun bir element olarak ortaya çıkması 1789 yılında alman kimyager Martin Heinrich Klapoth’un çalışmaları ile oluyor. Elementin ismini 1781 yılında William Herschel tarafından keşfedilen Yunanlıların Göklerin Tanrısı olan Uranüs’e ithafen “uranium” koyuyor.
Radyoaktivitenin keşfi ise 1896 yılında Henri Becquerel tarafından gerçekleştiriliyor. Çok güzel bir hikayedir. Bilimde şansın ve kazaların ne kadar önemli olduğunu bir kez daha ispatlar. Araştırmanızı tavsiye ederim.
Büyük bilim insanı, farklı dallarda Nobel almayı başaran ilk ve çok az insandan biri olan Marie Curie’nin uranyum ile ilişkisi, onu işleyip, içinden çok daha radyoaktif ve zehirli “radium” elementini çıkarması (elementi keşfeden kişi aslında kocası Pierre Curie idi) ve kullanımı üzerine çalışmalar yapmıştı. Madam Curie, 1gr Radium elde etmek için 3 ton uranyum işlemiştir. Sanırım Madam Curie’nin neden kanserden vefat ettiğini şimdi anladınız. Kendisinin kullandığı kitap, defter vb. ürünlerin bazıları bugün hala radyoaktif haldedir ve bazıları kurşun kutular içinde muhafaza edilmektedir.
Yani, 1896 yılına kadar bilinmeyen radyasyon sebebiyle, insanlar çok uzun süre boyunca uranyumu cam ve seramik ürünlerde renklendirici olarak kullanmaya devam ettiler. Şaşırtıcı olan, hala devam edenler var.
Peki nasıl? Camın tamamı uranyumdan yapılmıyor. Uranyum cevheri ezilerek toz haline getiriliyor, ki bu formunu solumak radyasyon zehirlenmesine sebep olabilir, sonra cam eriyik haldeyken içine katılıp homojen şekilde karışana kadar karıştırılıyor. Nihayetinde ise normal bir cam gibi işleniyor. Tabii bu dumanları da solumamak oldukça önemli.
Alfa ışınları kağıdı bile geçemezken, Beta ışınlarını durdurmak için aluminyum levha yeterli oluyor. Gama ışınları ise kurşun levha ile durdurulabiliyor ancak.
Sürekli ev içerisinde, özel saklama kapları olmadan, hatta değişik renkleri sebebiyle sergilenen bu eşyaların yaydığı radyasyonun çok düşük olduğunu daha önce söylemiştim. Bu eşyalar, en tehlikeli ışınım türü olan Gamma değil, etkisi çok daha zayıf olan Beta ışını salıyorlar. Beta ışınlarının güçleri Gammaya göre oldukça düşük. Gamma ışınlarını engellemek için kalın kurşun levhalar gerekirken, beta ışınları için kağıt kalınlığında bakır levhalar bile yeterli olabiliyor. Fakat, vücut dokularına etki edebildikleri zaman bütün ışınların etkisi aynı oluyor.
Sonuç olarak, bu takımlarla yemek yemenin bir sakıncası yok. Ancak, takımın bir parçası, ufacık olsa bile, kırılıp yanlışlıkla yutulursa, o zaman ölümle sonuçlanacak rahatsızlıklarla karşılaşmak çok mümkün. Kısa vadede ölümcül olmasa bile, vücuda önemli derecede zarar verecektir ve
Radyasyon hayatımıza nispeten çok yeni girmiş bir olgu. Vücudumuza neler yaptığını bilsek dahi, hakkında öğreneceğimiz çok fazla şey var. Umarım bir gün radyasyon kaynaklı rahatsızlıkların tedavi edilmeye başlandığını da görebiliriz.
Ebay'den "uranium glass" araması yaptırınca karşınıza çıkan sonuçlardan çok kısa bir kesit. Görseldeki vazo kızılötesi ışıkla aydınlatıldığı için parlıyor.