tarih etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
tarih etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

"Şimdi ben bununla aynı havayı mı soluyorum??" sorusunun cevabı burada;



Nefes al. Nefes ver. Nefes al. Nefes ver. Az önce, bu cümleleri okuyan bir çok insan gibi, istemsizce nefes alıp verdiniz ve şimdi reflex olarak nefes almadığınız için bana kızgınsınız belki. İnsan olarak, homo sapiens, bir kara canlısıyız ve otomatik olarak nefes alıyoruz.

Bir kara canlısı olarak nefesimizi en fazla yaklaşık 5dk kadar tutabiliyoruz. O da özel durumlarda. Bir çok sıradan insan için 45 saniye oldukça iyi bir süre.

Sadece bulunduğunuz coğrafya ya da yükseklik değil, yılın hatta günün belli zamanlarına göre nefes aldığınız zaman akciğerlerinize çektiğiniz oksijen miktarı değişiklik gösterebiliyor. Örnek olarak Everest, K2 gibi zirvelere tırmanacak dağcılar bir noktadan sonra oksijen miktarı düştüğü için yanlarına oksijen tüpü alarak tırmanmaya başlar. Bunun yanında deniz seviyesindeki yerler oksijen bakımından daha doygundur. İnsan vücudu %19’un altında oksijen olan ortamlarda hayatta kalamaz. Bilinç kapanır, beyin vücut fonksiyonlarını idare edemez hale gelir ve vücut ölür.

Peki nedir bu oksijen? Oksijen, hidrojen ve helyumdan sonra evrende en fazla bulunan ve bildiğimiz anlamda canlı yaşamı için olmazsa olmaz bir elementtir. 8 elektron ve 8 protondan oluşur. Dünya kabuğunda diğer maddelere bağlı olarak çok miktarda bulunmasının yanı sıra atmosferde gaz olarak yaklaşık %21 oranında bulunur. Yakıcı ve aşındırıcı bir gazdır. Ancak aklınıza hemen asit ve benzeri maddeler gelmesin.

Az önce oksijenin bildiğimiz anlamda canlı yaşamı için şart olduğunu söylemiştim. Enteresan bir biçimde atmosferde oksijenin artması gezegenimizdeki ilk “çevre felaketlerinden” biri. Bilim insanlarının “Büyük Oksijen Yayılımı” (Great Oxygenation Event) olarak adlandırdıkları oluşumun yaklaşık 2.4 milyar yıl önce atmosfere yüklü miktarda oksijen salınmasıyla sonuçlandığı düşünülüyor. Peki ne idi bu olay, ne yol açtı? Bitkiler. Dünya üzerinde su içerisinde yaşayan bitkilerin aşırı derecede oksijen üretmesi ile oluşan olay. Bunun neticesinde atmosferdeki oksijen miktarı ciddi bir oranda artmış ve bunun yanında karbondioksit oranı düşmüştü.

Dünya oluştuktan sonra atmosferindeki CO2 (karbondioksit) oranı oldukça yüksek olduğu düşünülüyor. Bu dönemde dünyanın bu günkü güzel yeşil-mavi renginden oldukça uzak olan, mor renkte bir yapısı olduğu düşünülüyor.

Neden bitkiler yeşil?



“Purple Earth” yani “Mor Dünya” ilk oluşan okyanuslarda yaşayan, archaea olarak adlandırılan mikroplar mor renkte idi. Fotosentez için kullandığı düşünülen “retinol” ismi verilen moleküller yeşil ışığı emip, kırmızı ve bordo ışığı yansıtıyor, böylece mikropların mor gözükmesini sağlıyordu. Peki neden mor?

Bunu basitleştirerek anlatmak benim için biraz güç olacak. Güneş ışınları çok geniş bir spektruma sahiptir. Gama, Beta, Alfa, mikrodalga, UV ışınları da spektrumun içinde yer alıyor. Ve spektrumun içindeki her renk yani dalga boyu, farklı enerjiye sahiptir. Ve cisimler, bu dalga boylarını yansıttıkları renklerde gözükürler. Mesela, bütün dalga boyunu yansıtan bir cisim beyaz renkte, hiçbir ışını yansıtmayan bir cisim ise siyah renkte görünür. Mavi ve Yeşil rengi yansıtan bir cisim sarı renkte gözükecektir.

Archaea olarak adlandırılan mikropların o dönemde güneş ışınlarından daha etkin yararlanabilmek adına mor oldukları düşünülüyor. Unutulmaması gereken 2 şey var bu noktada. İlki atmosferin bugünkü yapısından farklı olması. Güneş ışınlarının hangi aralıklarının rahatlıkla yeryüzüne, Archaea’lara ulaştığını net olarak bilmiyoruz. İkinci olarakta Archaea’ların ilkel oldukları gerçeği. Kömür dağının üzerinde outran ancak ateş yakmak için çalı çırpı toplayan atalarımız gibi düşünebilirsiniz.

Günümüzde dominant olan klorofil ise kırmızı ve mavi ışığı emiyor, geriye kalan yeşil ışığı yansıttığı için yeşil gözüküyor. Daha fazla ışığı kullanabilen klorofil, rentolden daha verimli olduğu için, zamanla dünya günümüzdeki “yeşil” görünümüne kavuştu.Bu değişimle beraber atmosferdeki oksijen miktarı büyük miktarda arttı. Aslında, öyle ki, bitkilerin yaydıkları yüklü miktardaki oksijen, dünya tarihindeki en büyük çevre kirlenmesi olarak kabul ediliyor.

Atmosferdeki bu yüklü oksijen artışı zaman içerisinde dinazorların evrimleşmesine izin verecekti. Peki oksijen büyük çaptaki etkisini nasıl yaptı? En ufak parçalardan, hücrelerden başlayarak elbette. Oksijenin hücresel açıdan önemi, yiyecekleri okside etmesi, yani “paslandırması” ve bu şekilde dağılmalarını sağlayarak hücrelerin mitokondide ATP, stiplazmada ise şeker  yani enerji üretebilmesini sağlamak. Sonrasında ise enerjinin yakılarak kullanılmasını sağlamak.

Gezegenimizde üretilen oksijenin sadece %28’i ağaçlar tarafından üretiliyor. Kalan kısmın %70’i ise deniz bitkileri tarafından üretiliyor. Yine fotosentez ile. Deniz bitkilerinin güneş ışığına erişiminde fazla bir sıkıntı olmasa da, karbon konusunda karadaki kardeşleri kadar şanslı gözükmüyorlar. Fakat, oksijenin zaman içerisinde toprak içerisindeki demiri okside etmesi, yani paslandırması sebebiyle, denizlerde de bitkiler için yeteri kadar karbon bulunuyor. Bunun yanında başta balinalar tarafından da tüketilen Planktonlarda öldükten sonra çözünerek karbon döngüsüne geri dönüyor. Fakat, karbon döngüsündeki en önemli madde jeoloji ile alakalı. Konuyu çok uzatacağı için o kısma girmiyorum ancak, gezegenimizin “kar topu dünya” dan kurtulup bu günkü haline gelmesini sağladı. Deniz bitkilerinin tek farkı oksijen üretirken bir yandan da havayı bizim yerimize temizlememeleri.

Peki bitkiler nasıl oksijen üretiyor?


Burada bir sorun ortaya çıkıyor. Ormanlar arttıkça dünyanın ısısı düşüyor ve bu okyanuslardan üretilen oksijeni azaltıyor. Korunması gereken bir denge var mevcut canlılar için. Okyanus, akıntı sıcaklıklarının korunması basında sadece fırtınalarla ve daha çok balina ve yunuslar kastedilerek “deniz yaşamanın korunması” olarak bahsediliyor. Bunun yanında değişen sıcaklıkla beraber değişen denizin tuzluluk oranı da var. Aşırı veya eksik tuz oranı, deniz bitkilerini de olumsuz etkiliyor. Bu bitkilerin su altındaki yaşayan diğer canlılar içinde bir saklanma ve yaşam alanı oluşturuyor.

Peki bitkiler bu karbondioksiti, güneşi ne yapıyor? Dünya üzerindeki canlıların tamamı karbon bazlı. Ve bitkiler bu karbonu büyümek için kullanıyor. Ağaçları kocaman birer karbon yığını olarak kabul edebilirsiniz yani. Şekeri yakıt olarak kullanan bitkiler, oksijeni ise kendilerine zararlı olduğu için kendilerinden uzaklaştırıyorlar.

Peki o zaman bitkiler neden oksijen üretirken, gece oksijen tüketiyorlar? Sorunun cevabı yanma ve yangın üçgeni. Oksijen olmadan ürettikleri enerjiyi yakamazlar ve harcayamazlar. Gündüzleri çalışan bitkiler karınlarını geceleri doyuruyor yani. Gündüz ürettikleri oksijen miktarı gece tükettiklerinden fazla olduğu için, kendi hayatlarımız için korkacak bir şey yok.

Fotosentez doğanın “mucizelerinden” biri insan oğlu elbette bu kimyasal olayı çözüp, faklı şekillerde yararlanmak istiyor. Aklıma gelen ilk uygulama alanı, geleceğimizin yattığı yer olan uzay. Uzay araçlarına herşey gibi oksijende dünyadan taşınmak zorunda. Oksijen dünyada bol miktarda bulunsa da, sadece gaz formunda değil, CO2, CO vs diğer şekillerde de, uzayda bu kaynakları kullanabilecek seviyeye gelemedik henüz. İşte bu durumda uzayda gerçekte ciddi anlamda bolca bulunan suyu kullanarak üretilebilecek oksijen, uzayda insan yaşamanın sürekliliği için büyük önem taşıyor.

Biliminsanları fotosentezi laboratuvar ortamında gerçekleştirebilmek için güneş ışığı yerine lazer kullanmayı denemişler ve başarılı da olmuşlar.

Fotosentezi anlamak


Bitkilerin nasıl büyüdüğü ile ilgili tarih boyunca bir çok araştırma yapıldı. Ancak yakın zamana , elektron mikroskopunun icadına kadar, tam işleyişin nasıl olduğunu kestirmek mümkün olmamıştı. Mesela antik yunanlılar bitkilerin sadece topraktan beslendiğini düşünüyorlarmış. 1580 – 1644 yılları arasında yaşamış olan Jan Baptist Van Helmont, yunanlıların bu fikrini 5 yıl süren bir deneyle ispatlamaya çalışmış ancak deney ağacının 5 yıl içerisinde 74kg ağırlık kazanmasına ragmen diktiği toprağın ağırlığının neredeyse hiç değişmediğini tespit etmiş. Aradaki farkın tamamen sudan kaynaklandığını düşünmüş.

1733 – 1804 yılları arasında yaşamış olan Joseph Priestley, bitkilerin oksijen ürettiğini kapalı bir fanusta yaptığı deney ile ispatlamış. Priestley, fanus içinde bitki ile beraber bir mum yakmış. Fanus içerisindeki hava tükenince mum sönmüş. 27 gün sonra ise, Priestley mum tekrar yakmayı başarmış.

Uydu görüntüleri kullanılarak yapılan araştırmalara göre, bir bölgede üretilen oksijen veya diğer gazlar, şiddetli bir rüzgar akımı olmazsa o bölgeyi terk etmiyor. Biz buna daha çok hava kirliliği konusunda alışığız. Ancak “Dünyanın Akciğerleri” Amazon Ormanlarında üretilen oksijenin bölgeyi terk etmemesi, bizim gibi oksijene bağımlı canlılar için büyük bir handikap. Tabii bu olgu bazı bölgelerin neden oksijen zenginiyken diğer bölgelerin sadece “nefes alınabilir” olduğunu da açıklıyor.

Hava kirliliği bu konuda bazı noktalarda yararlı olabiliyor. Hawai’de yapılan bir araştırmada, fosil kaynaklı karbondioksit yayılımının yüksek olduğu dönemlerde ağaçların da daha fazla oksijen ürettiği tespit edilmiş. (Scripps O2 programı, 2000-2012 arasında yapılan araştırma). Fakat burada unutmamamız gereken bir şey var, araştırmanın yapıldığı yer, Manua Loa, Hawai’nin en büyük adası, okyanusun ortasında, diğer kıtaların, şehirlerin etkilerinden uzakta ve doğal güzellikleri korunmakla kalmayıp, sürekli geliştirilen bir yer. Aynı etkiyi betonarme şehirlerimiz İstanbul, Ankara ve İzmir için beklememiz hayalperestlik olur maalesef.

Mevsimsel olarak ele alındığı zaman ilk bahar bitkilerin en çok oksijen ürettikleri dilim. Bir insan dakikada 7-8litre oksijen solurken, gün sonunda bu rakam 570lt ulaşır. Fakat, solunurken alınan “havanın” tamamı akciğerlere ulaşmaz. Nefes alınırken ciğerlere varan havanın %21’i oksijen iken, nefes verirken ciğerlerimizi terk eden “hava”nın %16’sı oksijendir. Bu sayede sunni solunum yapılırken yapılan kişinin ciğerlerine oksijen ulaşır.

Ciğerlerimize giren havanın bir kısmının tekrar dışarı çıkması ile etrafımızdaki insanlarla “aynı havayı” soluyabiliriz ancak, bir sokak ötedeki veya başka bir şehirdeki insanlarda bu pek mümkün değil. 25.000.000.000.000.000.000.000. Bu her nefes aldığınızda ciğerlerinize çektiğiniz molekül sayısı yaklaşık olarak. 25 sekstilyon (evet, bu 10 üzeri 21 demek oluyor). Bu şekilde düşünürseniz, bu moleküllerden bir kısmının rüzgarın etkisi ile dağıldığını ve Donald Trump, Vladimir Putin ve Adriana Lima ile aynı havayı soluduğunuzu düşünebilirsiniz. Veya geçmişten birileriyle, Adolf Hitler, Ronald Reagan, Atatürk, Marlon Brando.

Rakamlara istediğinizi söyletebiliyorsunuz neticede. Ancak çok büyük sayılar olsa bile biraz mantıklı düşünmekte fayda var diye düşünüyorum.

Birkaç yıl önce oluşmuş veya birkaç km ilerideki birinin soluduğu, sonra kalan %5'lik kısımla vücudunu terk edip size ulaşması olasılığı çok düşük.

Ancak, eğer bu kişi ile aynı ortama girerseniz, oda, sınıf vs. o zaman bu ihtimal çok yükseliyor. Zaten hava yoluyla yayılan hastalıkların yayılma yollarından önemli biri de bu.

Nasa bir kişi için ortalama 422 ağacın oksijen ürettiğini hesaplamış (2013). Tabii bu sayıya gezegenimizdeki diğer canlılar dahil değil. Ancak Nasa bu sayılara bir şeyi daha katmamış; denizde üretilen oksijen.

Deniz içerisinde üretilen bu oksijen daha sonra suyun güneş ısısıyla buharlaşmasıyla beraber atmosfere karışıyor.

Oksijenle ilgili bir diğer önemli nokta, vücudumuzun su olarak ihtiyaç duyduğu formu. Bildiğiniz gibi vücudumuzun %70’i sudan oluşuyor. Hücre bazında düşününce, bu oran bazı hücrelerde %90’a kadar çıkıyor. Ve bu hücrelerin hayatlarını sürdürüp, işlevlerini düzgün sürdürebilmesi için suya daha çok ihtiyaçları var.

Ayrıca bir çok zararlı bakteri için oksijen zehirli bir ortam oluşturur ve ölmelerine yol açar. Peki bitkiler gündüz CO2 solurken gündüzleri neden oksijen solumaya başlarlar?

Cevap çok basit; YANGIN ÜÇGENİ

Ürettikleri şekeri yakıp enerji elde edebilmeleri için oksijene ihtiyaçları vardır. Oksijen olmadan hiç birşeyi yakamazsınız. İşte bu yüzden bitkiler gündüzleri oksijen, geceleri karbondioksit üretir.







Dünyadaki en acı verici konserve anıtı...

Yaşı benim gibi 30'ların başında olanların çocukluklarından hatırlayabilecekleri dehşet görüntülerinin önemli bir sahnesidir Bosna. Özellikle 1992 yılında başlayıp, 1995 yılına kadar süren Sarajevo kuşatması sırasında haber programlarında sık sık “Sırp keskin nişancılar” kelimesini duyardık. O yıllarda 10 yaşıma yeni girdiğim için tüm bu olan bitene çok anlam veremezdim. Neden insanlar savaşıyorlardı? Neden bir tarafta bir ordu varken, diğer tarafta silahsız kadınlar, çocuklar ölüyordu? Neresiydi bu Bosna Hersek? Neden Yugoslavya'dan ayrılmıştı? Yugoslavya'ya ne olmuştu?
Artık siyaset sahnesinde yer almayan Yugoslavya, 1919 tarihinde, 1.Dünya Savaşından sonra toplanan Paris Antlaşması ile kuruldu. Monarşi olarak yönetilse de, 1943'te Tito'nun yaptığı ihtilalle sosyalist bir yapıya kavuşmuş, bunun yanında birçok sosyalist devlet gibi SSCB şemsiyesi altına girmemiş. İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanlar tarafından istila edilen ülkede, Almanlara karşı direniş sırasında farklı etnik kesimler kendi amaçları doğrultusunda çeşitli şiddet eylemlerinde bulunmuşlardır. Buna rağmen savaşın ardından siyasi birliğini korumayı başarmış Yugoslayva.


Joseph Broz Tito (1953 - 1980)


Yugoslavya, 1980 yılında hayata gözlerini yuman diktatörü Tito'nun ardından ekonomik ve siyasi olarak ciddi sorunlar yaşamaya başmış. Bir süre ülkeyi oluşturan bölgelerin liderleri ülke yönetimini sırayla yürüterek siyasi istikrarı sağlamaya çalışsalar da, ekonomik yönden sorunlar aşılamamış. 1987 yılında daha sonraları “Sırp Kasabı” lakabıyla anılacak olan Slobodan Miloseviç ordu içerisinde darbe yaparak ordunun başına geçmiş ve dağılma süreci daha da ivme kazanmış. 1989 yılında bağımsızlık kararı alan Slovenya, 1990 yılında bağımsızlığını ilan ederek, Yugoslayva'nın resmi olarak dağılmasını başlatmış. Yugoslavya Federal Hükümet, Slovenya ve aynı yıl bağımsızlığını ilan eden Hırvatistan'dan federal hükümete ait bütün silahların kendilerine teslim edilmesini talep etmiş. Hırvatistan ve Slovenya'nın bu talebi reddetmesinin ardından, 1 mart 1991 tarihinde Sırp ve Hırvat kuvvetler arasında başlayan çatışmalarla beraber, Yugoslavya iç savaşı patlamış. Bundan sonrası toprak kazanımı ve bölgelerin üstünde etnik hak iddia etmek adına sivil halkın maruz kaldığı katliam ve sürgünlerle devam etmiş maalesef.
Slobodan "Sırp Kasabı" Miloseviç (1941 - 2006)

Araya bir not girmek istiyorum; Yugoslavya, var olduğu dönemde etnik çeşitliliği sebebiyle sıkıntılar yaşayan bir ülke olsa da, Avrupa'nın en büyük ordularından birine sahip olması ve sosyalist ekonomi ile batı tarzı kapitalist anlayışı harmanlayabilmesi açısından önemli bir ülkeydi. Araştırmanızı tavsiye ederim. 

1991 yılında başlayan iç savaşta taraflar arasında çok büyük güç farklılıkları vardı. Slovenya ve Hırvatistan sahip olduğu silahları geri vermemiş, Sırplar ise daha önceden Miloseviç'in yaptığı darbe ile orduyu ele geçirmişti. İşte, Bosnalıların yaşadığı büyük trajedinin en büyük sebebi bu oldu. Kendilerini savunacak doğru dürüst silahları olmadığı gibi, organize olmakta da sıkıntı çekiyorlardı.


6 Nisan 1992 tarihinde Sırp birlikleri, ağırlıklı olarak Bosnalıların yaşadıkları Sarajevo kentini kuşattılar. Modern dönemin en uzun süren kuşatmalarından birine şahit olan halk, uzun süre yiyecek ve ilaç sıkıntısı çekmiştir.

Kuşatma başladıktan sonra, şehrin ihtiyaçlarını karşılayabilme umuduyla yakında bulunan ve Birleşmiş Milletler (UN) kontrolünde bulunan havaalanına tünel kazılmaya başlanmış. Kazılması 4 ay süren bu tünelle beraber nihayet şehrin ihtiyaçları bir nebze karşılanmaya başlanmış. Bütün yazımın konusu da bu, Sarajevo'ya yapılan yiyecek yardımı ve savaş sonrası etkileri.


Sarajevo'da havan topu düşen yerler daha sonra pembe çimento ile doldurularak ufak anıtlara dönüştürülmüş. Bunlara "Sarajevo Gülü" deniyor.




Fakat, hemen konuya girmeden savaş hakkında konuşmaya devam etmek istiyorum. Çatışmalar başladıktan kısa bir süre sonra Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, çatışan bütün taraflar için geçerli olacak bir silah ambargosu ilan etti. Yani hiçbir ülke, kurum, kuruluş taraflara silah yardımı veya satışı yapamayacaktı. Böyle bir kararın olumlu olduğunu düşünüyorsanız eğer, yanılıyorsunuz. Ambargo, güçlü olanın daha da güçlenmesine, zayıfın daha da zayıflamasına sebep oldu o kadar. Şöyle ki, Hırvatlar deniz yoluyla gizlice silah temin edebiliyordu. Sırplar ise zamanında Avrupa'nın en büyük ordularından biri olan ordunun bütün imkanlarına sahiptiler. Bosna tarafı ise zaten çok az silaha sahipken, kaybettiklerini de yenileyemez hale gelmişti. Avrupa'nın ortasında yaşanan bu dram ve katliamı Avrupa ve Dünya sadece izlemiyor, güçsüzün kendisini savunmasını engelleyerek katkıda da buluyordu.

Bosna Savaşı konusundan bahsedip savaş sırasında insanları en çok yaralayan olaylardan biri şüphesiz ki Srebrenitsa Katliamından bahsetmeden geçemeyeceğim . İlk başta Hollanda ve Birleşmiş Milletler için utanç yığını olan bu olay, gündeme hala sıklıkla gelmektedir ve unutulmasına izin verilmemelidir.



Fransız General Bernard Janvier, Yugoslavya'da bulunan Birleşmiş Milletler Kuvvetlerinin komutanı

Kumandan Thom Karremans
Savaş sırasında Birleşmiş Milletler tarafından Yugoslavya'ya gönderilen kuvvetlerin başında Général d'armée Bernard Janvier bulunuyordu. Ülkede “güvenli bölge” olarak ilan edilen 6 bölgeden biri olan, savaş öncesi nüfusu 24000 civarında olan Srebrenitsa'nın savunması ise Kumandan Thom Karremans komutasındaki 600 Hollanda askerden oluşan birliğine emanet edilmişti. Güvenli bölge ilan edilen Srebrenitsa doğal olarak birçok mültecinin akınına uğramış. Hollandalı güvenlik güçleri, şehirde yaşayanların ve mültecilerin silahlarını güvenliğin sağlanması sebebiyle toplamış ve geri vermemiştir. Sırp komutan Ratko Mladiç komutasındaki Sırp birliğinin kente yaklaştığında kentteki mülteci sayısının 60000 civarında olduğu tahmin ediliyor.




Ratko Mladiç
Olayın buradan sonrası dehşet verici. Ratko Mladiç, Hollandalı komutana kenti teslim etmesini, yoksa bombalayacaklarını söylüyor. Hollandalı komutan Karremans, Fransız General Janvier'e durumu aktardığı zaman Generalin verdiği tek emir Sırpların gözünü korkutmak için kentin üstünden 2 jetin uçuş yapmasını emretmek olmuş. Sonrasında ise Hollandalı askerlere geri çekilme emri vermiş.
600 Hollandalı askerin arasından sırayla kentten çıkartılan siviller, çevre arazilerde çeşitli şekillerde öldürülerek yakılmış ve toplu mezarlara “atılmış”.


Şu ana kadar tespit edilebilen kurban sayısı 8732 (2018). Olaylar sırasında görev yapan Hollandalı askerlerin açıklamaları gerçekten kan dondurucu. Açıklamaların hemen hepsinde korumakla görevlendirildikleri insanlara sırtlarını döndükleri için çok büyük bir pişmanlık duyduklarını anlatıyorlar. Gerçekten tüyler ürpertici.


Batının bu göstermelik yardımları elbette bununla sınırlı değil. 44 ay süren Sarajevo Kuşatması sırasında batı tarafından halka yollanan konserve etlerin neredeyse tamamı, Vietnam Savaşında askerlere dağıtılmak üzere hazırlanmış ve son kullanma tarihi 20 yıl geçmiş etlermiş.

Ve daha da enteresanı, bunların önemli bir kısmı domuz etiymiş.

Evet. Başta ABD olmak üzere batılılar müslüman bir halka yiyecek yardımı yapmak adına onlara son kullanma tarihi geçmiş domuz eti gönderiyorlarmış. 12000 uçuşla 160.000ton yiyecek ve ilaç gönderilmiş olmasına rağmen, batının savaşa nasıl bir gözle baktığını yeteri kadar anlatıyor belki de.

Sarajevo içinden, şehir dışındaki BM'in yönetimindeki havaalanına kazılan 800 metrelik tünel ile sağlanan bu yardım, sivil halkın dayanmasını sağlayan tek kaynak olmuş.

Savaştan sonra yapılan bir heykelle Bosnalılar bu absürdlüğü ölümsüzleştirmek istemişler. 2007'de ICAR konserve eti için bir anıt bile dikilmiş. Toplam yüksekliği 2 metre olan ve Nebojsa Seric Shoba tarafından hazırlanan anıtla, gelen her yardımın, yardım olmadığını unutulmamasını istemiş Bosnalılar. Bir çok Bosnalının söylediği “Eğer bir kuşatma daha olursa, İCAR konservelerinden yemektense ölmeyi tercih ederim” cümlesi ise zaman içerisinde slogan haline gelmiş.


Ufak bir not daha. Silah ambargosunu aşmak için Boşnaklar Kolombiya uyuşturucu karteli ile bağlantıya geçip, kendilerine silah kaçırmalarını istemişler. Bazı insanlar Kolombiyalıların Sarajeyo'nun kurtuluşu için BM'den daha fazla çalıştığını esprili bir şekilde dile getiriyor.

Srebrenitsa Katliamının sorumlusu, “Bosna Kasabı” Ratko Mladiç savaştan sonra soykırım suçundan yargılandı ve müebbet hapse çarptırıldı. Slobodan Miloseviç ise yargılanması sona erip ceza almadan tutuklu bulunduğu Lahey'de, hücresinde (Hollanda) öldü.

Geri çekilerek yüzlerce sivili Sırplara hediye eden Fransız General ve Hollandalı Kumandan ve askerler için ise soruşturma açılmadı.

Katliama katılan sırp askerler ise ülkelerinde özgürce yaşamaya devam ediyorlar.
  • Yazıda esas bahsetmek istediğim konu konserveler için yapılan anıttı ancak yazmaya ve araştırmaya devam ettikçe yazımın içeriği çok değişti. Sarajevo Kuşatması ve Srebrenitsa Katliamı ayrı ayrı ele alınması gereken insanlık dramları aslında. İnternette bu konular hakkında çok farklı fikir ve bilgiler bulabilirsiniz.

V for Vendetta maskesi


            Hatırla, hatırla... Kasımın 5'ini hatırla...

            Taksim Gezi Parkında ki ağaçların kesilmesini engellemek için yapılan oturma eyleminde zabıtaların protestoculara saldırmasıyla alevlenen Gezi Parkı olayları hepimizin hafızasında. Saman alevi gibi yayılmıştı olaylar. Ve bir anda hükümetin icraatlarından memnun olmayan her çevreden insan gösterilerde kendilerine yer bulmuştu.

            Gösteriler sırasında yüzlerini kapatmak isteyen birçok protestocu, “V for Vendetta Maskesi” denilen, maskeden takıyorlardı. Beni çok eğlendiren bu tanım hakkında arkadaş ortamlarında çok konuşmuştum, şimdi de yazmaya karar verdim.

            Dünya gündemine 2005 yılında vizyona giren, başrollerinde Natalie Portman ve Hugo Weaving’in bulunduğu V for Vendetta filmi ile oturan bu maske, 1982 yılında yayınlanmaya başlayan aynı isimli çizgi romanla hayat buldu. Yaratıcılık konusunda ciddi sıkıntıları bulunan ve çizgi roman ve (hiç sevmediğim bir tanım olan) video oyunu uyarlamalarıyla seyirci çekmeye Hollywood’un V for Vendetta’yı keşfetmesi de uzun sürmemiş. Ve, ilginç bir biçimde, filmde yaşanan olaylar (çizgi romanı okumadığım için, film üzerinden yorum yapıyorum) geçmişte yaşanan bir olayı, 1605 yılında ortaya çıkartılan “Gunpowder Plot” (Barut Komplosu) sunu işliyor. Maskeye yüzünü işleyen kişi ise, komplonun da yüzü olan, filmde “V” karakteriyle hayat bulan Guy Fawkes. Komplonun temelleri ise özgürlükten ziyade, dine dayanıyordu.



İngiltere tarihinde Katolik ve Protestan inançları arasında yaşanan çekişmenin en önemli sebeplerinden biri siyasi güçtü. Az sonra okuyacaklarınızın hepsi 16yy’da İngiltere Kralı 8.Henry’nin (1491 - 1547) Vatikan’ın İngiltere üzerindeki azaltması ve metresi Anne Boleny ile evlenebilmesi için eşi Aragornlu Catherine’den boşanabilmesi için Angelikan Kilisesini kurmasıyla başlıyor. Bu hareketi aynı zamanda “İngiltere Reformu” olarakta geçer. İçinde hem din, hem siyaset hem de aşk olan bir konu olarak tahmin edebileceğiniz gibi oldukça karmaşık bir konu. Konu ile ilgili Başrolünde Jonathan Rhys Meyers bulunan Tudors dizisini izlerseniz yaşananları, tabii ki ekrana taşınan haliyle, anlayabilirsiniz. Güzel bir dizidir aynı zamanda.

http://www.imdb.com/title/tt0758790/


         
8. Henry’nin beni en çok rahatsız eden davranışı ise, ünlü yazar ve devlet adamı Thomas More’u idam ettirmesidir. Kendisi “Ütopya” kitabının yazarıdır. Şahane bir kitaptır, zamanının çok ötesindedir. Herkesin okuması gereken bir kitaptır. Hakkında konuşmak benim haddime düşmez. O yüzden sadece “okuyun” diyebiliyorum. Özellikle İİBF öğrencileri ve mezunları.

            8.Henry’nin kızı 1.Elizabeth (1533 - 1603) döneminde, özellikle Elizabeth’in 1570 yılında Papa 5. Pius tarafından aforoz edilmesinden sonra katolik kilisesine uygulanan ağır baskının devamında 1604 yılında kilise İngiltere’de tamamen yasaklandı ve rahipler sınır dışı edildi. İşte bütün hikayenin en önemli noktası bu tarih.

            Guy Fawkes. Yeni neslin “V” olarak tanıdığı maskeye yüzünü veren kişi. 1570 yılında York mahkemesinde avukat olan Edward Fawkes ve eşi Edith’in ikinci çocuğu olarak dünyaya geldi. 8 yaşında iken babasını kaybetti, annesinin yaptığı ikinci evlilikle beraber Katolik oldu. Katolik okullarında aldığı eğitim süresince, ileride beraber ölümsüzleşeceği komplo arkadaşlarıyla tanışmaya başladı. 1591 yılında İspanya’ya gitti ve İspanya adına yeni kurulan Hollanda Cumhuriyetine karşı savaştı. İngiltere’ye döndü, İrlandalılar adına Hollandalılar ile savaştı. 1587 yılında İspanya’ya karşı savaşırken bir çok askeri ile taraf değiştirip İspanya tarafında savaşmaya başladı. 1603 yılında İspanya ordusunda yüzbaşı olması için tavsiye verildi. Guy, aynı yıl İngiltere’de Katolik devrim yapmak için İspanya’dan destek arayışına başladı.

           
1604 yılında Fawkes, Robert Catesby liderliğinde ki, amaçları protestan olan Kral 1.James’i (1566 - 1625) öldürüp, yerine Bohemia prensesi Elizabeth Stuart’ı (1596 - 1662) geçirmek isteyen Katolik bir gruba katıldı. Fawkes ve 12 yoldaşı, 1.James’in parlamentoyu açacağı 5 Kasım 1605 tarihinde parlamento binasını havaya uçurmak için çalışmaya başladı. Lordlar Kamarası altına 36 varil barut istifleyen komplocular, parlamentonun açılışından 1 gün önce yakalandılar.

            Yakalanmaları da biraz enteresan. Komploculardan bir tanesinin, bir yakınına 5 Kasım günü “Katolik kardeşlerinden kimsenin” parlamento yakınında olmaması için uyarıda bulunduğu bir mektup gönderiyor. İngiliz istihbaratının eline geçen bu mektup, ilk etapta ciddiye alınmasa da, 1 Kasım günü mektubu gören 1.James, belki de babası da bir patlamayla öldüğü için, konunun üstüne gidilmesini emrediyor. Ve, komplocuların “inine” yapılan ikinci baskında, suçüstü yapılmasıyla, Barut Komplosu sona eriyor.

            Evet, ikinci baskın. Komplonun erken dönemlerinde İngiliz İstihbaratı bir baskın daha yapmış, ancak suç unsuru oluşturacak bir şey bulamamışlardır. Peki bu baskınlar nereye yapılmıştı? Neredeydi bu komplocuların karargâhı? Lordlar Kamarasının sağ çaprazında, sokağın karşısında! Guy Fawkes, o sıralar isim olarak genellikle Guido Fawkes’ı kullanıyordu, 36 varil, 4500kg, barutu bu evin bodrum katında depolamış, “John Johnson” ismiyle Lordlar Kamarasının altında bulunan mahzende bekçi olarak çalışmaya başlamış ve barutu buraya istiflemeye başlamıştı.

            Aradan geçen 400 yıl içerisinde Fawkes, komplonun lideri Robert Catsby’nin önüne geçmiştir. Bunun birçok sebebi olabilir. Robert Catsby zengin bir aileden gelen biriydi. Ailesi ile beraber Katolik inancına bağlılığını korumuş, bunun sonucunda sosyal ve maddi olarak büyük kayıplara uğramış biriydi. Komplonun önemli kısmını sadece planlamamış, finansmanını da sağlamıştı. Bunun yanında Fawkes, pek gösterişli olmayan bir geçmişe sahip, dini için vatanına sırtını dönmüş bir paralı askerdi. Savaş yeteneği ve tecrübelerini İngiltere bayrağı için değil, Katolik inancı için kullanan biriydi. Fawkes’ın bu davranışları bile bazı kesimler tarafından vatana ihanet olarak yorumlanabilirken, onu halka “süper suçlu” olarak daha kolay olabileceğin için Catsby’nin önüne geçtiğini düşünebiliriz. Belki de Catsby’nin İngiliz askerleriyle girdiği silahlı çatışmada ölmesi Fawkes’ı öne çıkardı. Belki de, 4 Kasım günü mahzende 36 varil barutun yanında, cebinde kibritlerle yakalanmış olması.

            Sadece 4 komplocu sağ kurtulabildi. Bu komplocular Kralın emriyle Londra Kulesine götürülüp işkence edildi. Fawkes’a göre komplonun başarısız olması tanrının değil, şeytanın işiydi. Bu 4 komplocu da vatana ihanet iddiası ile yargılandı ve suçlu bulundu. Şubat 1606 tarihinde asılarak, gerilerek ve parçalanarak idam edildiler. 

           
Komplo ortaya çıktıkran sonra Londralıların bunu şenlik ateşleri (bonfire) ile kutlamaları sonucunda, parlamento 5 Kasım tarihini “Guy Fawkes Day” günü ilan etti.
            Bir zamanlar vatan haini olarak simgeleştirilen Guy Fawkes, zaman içerisinde devrimci bir kahramana dönüşmüştür. Bu değişimde ki en büyük adım, 1982 yılında yayınlanmaya başlayan “V for Vendetta” çizgi romanı olmuştur. Bu eserle beraber meşhur maskesine kavuşan Fawkes bir hainden çok, toplumu “zorla iyileştirmeye çalışan bir kahraman” haline gelmiştir. 

            Wikipedia’da ki bir makalede Harry Potter serisinde Dumbledore’un kuşu “Fawkes” ın isminin de Guy Fawkes’tan geldiğine dair bir ibare gördüm. Ancak bana pek mantıklı gelmedi. 

            1847 yılında Lancet gazetesi, gördüğü kırmızı Guy Fawkes maskesi yüzünden korkup ölen 2 yaşında bir çocuktan bahseden yazı yazmış mesela. 

            Tekrar V for Vendetta’ya dönüyorum. Çizgi romandan etkilenilerek hazırlanan maske ilk olarak, 4chan üzerinden organize olmaya başlayan, dünya çapında bir çok bilgisayar korsanının bir araya gelip, doğru olanı yapmak adına hiçbir kanunu tanımayan, ne kadar karmaşaya yol açacağını umursamadan hareket eden Anonymous’un simgesi olarak dikkat çekmeye başladı. Ve “barut” alevi gibi yayıldı…
           


(Lütfen Japonların heyecanıyla okuyun) GOJİRA!!!





Tamamen çelik eksikliğinden kaynaklanıyor bu iştahı.
Ülkemizde maalesef Amerikan uyarlamaları ile tanınan, pamuk kalpli centilmen dev Godzilla’nın aslında görünenden çok daha derin bir hikayesi var. Bu hikayeyi anlayabilmek için,  Japonya’nın yaşadığı trajedileri biraz tanımak gerekiyor. 

Japonya dünya gündemine daha çok robotları ve depremleri ile gelse de, bulunduğu coğrafi konum dolayısıyla oldukça “hareketli” bir geçmişe sahip. Şu anda Japonya’yı oluşturan 4 ada, Pasifik Plakasının tam sınırında yer alıyor. Adalar, Avrasya plakası ile Pasifik plakasının çakışma noktalarında oluşmuş su altı volkanları sebebiyle oluşmuş. Dünya haritasına bakarsanız eğer, Pasifik plakasının Kuzey Amerika plakası ile birleştiği yerlerde kutupa doğru, yine volkanizma ile oluşan Aleut Adalarını ve çok korkulan Los Angeles fay hattının bulunduğunu görebilirsiniz.  Bu plakaların yarattığı deprem riskinin yanında, Japonya’yı oluşturan adalarda önemli bir kısmı “sömüş” olsa da, 118 tane volkan bulunmaktadır. En büyük ve ünlüleri, aynı zamanda Japonlar için kutsal da olan 3770 metre yüksekliğinde, en son 1708 tarihinde patlayan Fuji Dağı da var. Dağları sayarken, jeotermal ısı kaynağı olarak kullanılan su kaynakları vs. “tehlikeli” olmadıkları ve üşendiğim için saymadım. 

Dünya üzerindeki en aktif fay hatlarının dibinde olan ve onlarca volkan bulunduran Japonya’nın tarihinin onlarca doğal kaynaklı trajedi barındırıyor olması elbette sürpriz değil. Bunun yanında, insanlarında oldukça gaddar olması, uzun bir süre Japonya’yı yaşanılması en zor olan ülkelerden biri haline getirmişti (Feodal çağdan, 1800’lü yıllara kadar). Fakat, konumuz şimdilik bu değil. Konumuz Godzilla. Ama trajedilere tekrar döneceğim.

Evet, Japonya zaman içerisinde “yok olmaya”, “yanmaya”, “katledilmeye” maalesef alışmış bir coğrafya. Ancak, ikinci dünya savaşının bitimiyle beraber, bu acıları artık yaşamak istemeyen Japonya tam anlamıyla bir evrim geçirdi. Godzilla, Japon kültürünün bu aşamasının ürünlerinden biri.

Yakın tarihte yaşanan Fukushima felaketinden Godzilla’nın ortaya çıkmasından sonra olduğu için bahsetmeyeceğim. Fakat, 1293 yılında yaşanan deprem ve tsunami ile 15000 kişinin öldüğü tahmin ediliyor. 1703 yılında gerçekleşen depremle 10000, 1792 yılında Uzen Dağında yaşanan volkan patlaması sonucu ortaya çıkan tsunami ile yine 15000 kişinin hayatını kaybettiği kaydediliyor. Son olarak, 1923 yılında ülkenin yaşadığı en büyük felaketlerden biri olan “Kanto Depreminde” 100000 üstünde kişinin hayatını kaybettiği tahmin ediliyor. 4 dakika süren bu depremin şiddetinin 7.9’un üstünde olduğu düşünülüyor. Fakat en büyük can kaybına yıkılan binalar değil, deprem sonrası çıkan yangının sebep olduğu kaydedidiliyor. Öyle ki, ateşten hortumların oluştuğu, bu hortumların insanları kağıt parçasıymış gibi yakarak etrafa saçtığı anlatılıyor. Depremin ertesi günü, Kanto bölgesinin emniyet müdürü, ölü sayısının yüksekliğinden dolayı, görevini hakkıyla yerine getiremediği için utancından Seppuku yapıp hayatına son vermiştir. (Seppuku, Harakiri olarakta bilinir. Katana karına sokulur, önce sağa, sonra sola doğru çekilir. Bu şekilde intihar edilir. En onurlu ölüm yollarından biridir)

Depremden sonra ordunun hızlıca müdahele edip yardım sağlaması, daha sonraları halkında militarist toplum/devlet anlayışını desteklemesini ve Japonya’nın Çin’i işgali ve 2.Dünya Savaşına katılmasına giden yolda ilerlemesine sebep olacaktır.

Godzilla ilk olarak 1954 yılında Godzilla isimli film ile beyaz perdeye çıktı. 29 filmde yer alan Godzilla, her ne kadar su altından gelmiş, radyasyon sebebiyle değişim geçirmiş bir canavar olsa da, hep insanları korumak için savaştı. Buradaki radyasyon vurgusu çok önemli. Direkt olarak Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan bombaları ve ABD’nin Pasifikte yaptığı nükleer testin serpintisine maruz kalan “Lucky Dragon 5” gemisi ve mürettebatının (Şanslı Ejderha 5 – pekte şanslı değilmiş) yaşadıklarını referans gösteriyor. Burada çok önemli bir şey var, bize tarih derslerinde ÖĞRETİLMEYEN, ama TV ve diğer kaynaklardan öğrendiğimiz bilgilere göre, ABD Japon hükümetini koşulsuz teslim olması için uyarıyor, cevap gelmeyince önce Hiroşima’ya, sonra da Nagazaki’ye atom bombası atıyor. Bunun üzerine Japonya koşulsuz olarak teslim oluyor.

Yalan.

Aslında olan şu. Daha ilk bombadan önce, Japon hükümeti gayrıresmi kanallardan müttefikler ile ateşkes imzalamak için girişimlerde buluyor. ABD ordusu üst yönetimi bu girişimlerin farkında olmasına rağmen hem kendi müttefiklerine hem de Rusya’ya gözdağı vermek için yine de bombayı kullanmaya karar veriyor. Bu nokta çok önemli, bombanın atılma kararını Başkan Truman vermiyor. Hiroshima’ya da Nagazaki’ye de atılan bombaların emirleri askerler tarafından verilmiştir. Yapılan ilk saldırının emri General THOS. T. HANDY tarafından verilmiştir. İkinci bomba da atıldıktan sonra Başkan Truman’ın sinirlenerek “Yeter! Kimse bu bombaları bana sormadan atmayacak!” dediği iddia edilir. 

Godzilla'nın Holywood Bulvarında bulunan yıldızı.
Atom bombalarının kullanılması Japon halkında elbette büyük bir yara açar. Bahsettiğim yara elbette fiziksel değil, psikolojik. Beni en çok etkileyen olaylardan birkaç tanesi;

İlk Atom Bombası atıldıktan son İmparatora verilen “Hiroşima’da çok büyük bir patlama olmuş” raporu. “Çok büyük”. Düşünsenize, ne kadar büyük olduğunu anlatamıyorsunuz bile. Hiroşima’ya gönderilen mektupların “adres bulunamadı” denilerek gönderenlere iade edilmesi… O adresler artık yok.

Bombaların en büyük etkisi patlama anlarından çok, hayatta kalanların hafızalarına kazınan ve yaşadıklarıdır. Öğlen vakti atılan bombalar, yerden yükselen küller yüzünden günü bir anda geceye çevirmiş, yanabilecek hemen herşey alev almış, nereye baksanız ayrı cehennem sahnesi… Ve bir anda yağmur yağmaya başlıyor. Sizi serinleteceğini, ısıyı bir nebze düşürüp ufak bir ferahlık vereceğini umduğunuz yağmur… Simsiyah, zift gibi bir sıvı. Yükselen küllerin radyoaktif partiküller ile tekrar yüzeye dönmesi tam olarak olup biten. Bu “sudan” içen hemen hiç kimse maalesef yaşamaya devam edemedi. Konu ile ilgili Akira Kurosawa’nın 1991 yılında vizyona giren, başrolünde Richard Gere’ın oynadığı Hachi-gatsu no rapusodî (Ağustosta Rapsodi) filmini izlemenizi tavsiye ederim.

http://www.imdb.com/title/tt0101991/

SSCB, Japonya’ya savaş açıp Kore’nin kuzey kısmını işgal ettikten sonra (şimdiki Kuzey Kore sınırları) nihayet tek koşulu Japonya’nın imparatorluk sistemini koruması olan ateşkes imzalandı ve 2.Dünya Savaşı sona erdi.

Savaş sırasında Japonya’nın çektiği acıların en büyüğü nükleer silahlar olsa da, ABD bir çok Japon şehrini hedef gözetmeksizin napalm bombaları ile bombalamıştı. Bu kıyımdan esirgenen şehirler, atom bombasının tam etkisini görmek için test için kullanılmıştı. Japonya tam anlamıyla yerle bir olmuştu. Savaşan diğer ülkeler gibi yalnızca genç erkek nüfusunu değil, bütün nüfusunun önemli bir kısmını kaybetmiş, alt yapısı, büyük hasar görmüş, ordusu neredeyse tamamen yok edilmişti. Japonların artık gururlarını bir kenara bırakıp, ülkelerini tekrar inşa etmeleri gerekiyordu ve bu yaşananların tekrarlanmamasını sağlamaları gerekiyordu. Yeni gurur meseleleri buydu.

Japonya’nın modernleşme süreci Osmanlı devletinin ki gibi oldukça sancılı olmuştur. Ancak bu çok farklı bir konu. Modernleşme ile ülkenin tanıştığı birçok yeni kavram olmuş, nükleer bombaların zihinlerde açtıkları yaralarla beraber, Japonya’nın kültüründe önemli değişimler meydana gelmişti. Bu değişimin “en büyük” örneklerinden biri, King Kong benzeri bir konsepte sahip olan Godzilla idi. Godzilla’nın deniz altında yaşayan, radyasyon ile evrimleşip devasa boyutlara ulaşmış bir yaratık olması, Japonların yaşadığı trajedilerden ne kadar esinlendiğini anlatmaya yetiyor aslında. Hele ki, Godzilla’nın birçok durumda esas kötü değil, gerçek kötü canavarlarla savaşmak için ortaya çıkıyor olması, “biz hatalarımızdan ders aldık” gibi bir bilinç altının eseri veya göndermesi olabilir. Bu konuda fikiri size bırakıyorum.

Godzilla’nın oldukça geniş bir dost ve düşman yelpazesi var. 29 filmden ve sayısız yan eserden oluşan bir efsanenin bu konuda fakirlik çekmesini beklemek mümkün değil. Üstüne bir de Japonların, günümüzde animeleri ve yarışmaları ile kendini ispatlayan hayal güçlerini eklediğiniz zaman, bırakın bunu beklemeyi, cevap insanın suratına resmen tokat gibi çarpıyor. Benim favori Godzilla karakterim, dev bir güve kelebeği olan Montha. Aklıma geldikçe “ıyyyyğğğ” diyorum :) 

Nükleer silahlara karşı bir tepki olan Godzilla, “Kaiju” konseptini de ortaya çıkarmıştır. Evet, Pacific Rim filminden bahsediyorum. Aslında bir Godzilla/ King Kong uyarlamasıdır Pacific Rim. Sadece görsel olarak daha şenlikli o kadar.

Godzilla’nın, Japon tarihinin önemli bir eseri olmasının yanı sıra, Dünya çapında bir çok fikre de esen kaynağı oldu. Benim en çok hoşuma giden ise “Gojirasaurus”. Her ne kadar Godzilla ile bir benzerliği olmasa da (tamam, ikisi de iki ayak üstünde yürüyor) güzel bir gönderme.

Godzilla ve Japonya’nın askeri geçmişine göz atarsak eğer, Godzilla filmlerinde, 2008 yılında vizyona giren “The Day the Earth Stood Still” (Dünyanın Durduğu Gün) filminde de işlenen “üstün ateş gücünün etkisiz kalması” temasını sık sık görüyoruz. 1951 yapımı orijinal The Day the Earth Stood Still filmini izleyeli çok oldu, net hatırlamıyorum. Ancak, 2008 yapımı filmdeki Gort gibi, Godzilla filmlerinde de, Godzilla doğanın, uzaylıların ve insanların kendisine attığı hiçbir “şeyden” ciddi yaralar almadan yoluna devam ediyor. Tabii ki, Godzilla’nın öldüğü sanılan bir kısım, yine Godzilla’nın en önemli “anlarından”.

Godzilla’nın ölümü… Godzilla, filmin sonuna doğru düşmanları ile “uğraşından” dolayı yorgunluktan bitap düşer ve yere yığılır. Japon halkı minnettar duygularla yavaşça Canavarların Kralı’na yaklaşır. Ufak bir çocuk hüzünlü yüz ifadesiyle, sakince göz yaşlarını akıtırken, Godzilla bir anda burnunda kuvvetli bir nefes verir ve gözlerini açar. Bütün halk sevinç çığlıkları atmaya başlar, artan bir minnettarlık ile Godzilla’nın evine, sulara dönmesini seyrederler.

Godzilla Japonya’dır. Savaşlarla, yıkımlarla, katliamlarla oluşmuş, uyurken atom bombaları ile uyandırılmış ve radyasyonu ile evrimleşmiş bir devdir. Ve halkını korumak için her zaman, her şeye savaşmaya hazırdır. Savaşmayı artık tercih etmese bile…
Geliyor gönlümün efendisi.