Radyasyon etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Radyasyon etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Radyoaktif Yemek Takımı

Çernobil, Fukuşhima, Hiroşima ve Nagazaki kurbanlarına saygılarımla.

Trifoli, yani "iyonlaştırıcı radyasyon" uyarı işareti.



Geçtiğimiz senelerde eski bir Rus ajanının, Alexander Litvinenko’nun, polonyum ile zehirlenmesinin yarattığı sansasyonu hatırlarsınız sanırım. Londra’da gerçekleşen saldırıdan sonra hastaneye kaldırılan Litvinenko, radyasyon zehirlenmesi sonucu hayatını kaybetmişti. Yaşanabilecek en feci ölüm biçimlerinden biri.

Litvienko zehirlenmeden önce ve sonra.


Doktorlar ilk zamanlar sayın Litvinenko’nun neden öldüğünü açıklayamamışlardı. Bir şeylerden zehirlendiği ortadaydı ancak ne olduğunu tespit edememişlerdi. Vücudunda gamma radyasyonu yoktu. Bu yüzden radyasyon zehirlenmesi gibi durmuyordu. Kan tahlillerinden de kesin bir sonuç çıkmıyordu. Cevap, çok geç geldi. 1898 yılında Marie- Pierre Curie tarafından keşfedilen Polonyum.

Radyasyon zehirlenmesi tedavisi olmayan, maruz kalındığı andan itibaren öldüren bir zehirlenme türü. Henüz bilinen bir tedavisi yok. En tehlikeli biçimi ise radyoaktif maddenin kana karışmasıyla oluşuyor. Bu şekilde kurbanın kendisi radyoaktif hale geldiği için, kendi kendini zehirliyor.

Behzat Ç. dizisinde de vardı bununla ilgili bir bölüm. Yaşlıca bir adam cinayet büroya gelip, kendi cinayetini ihbar ediyordu. Bürodakiler “nasıl lağ?” diye bakarken, sonradan bir üniversitede öğretim üyesi olan şahıs durumu anlatıyordu Behzat ve bürodakilere.

Litvinenko’nun durumunda doktorların gözden kaçırdıkları şey, Polonyumun gamma veya beta ışımasından ziyade, çok daha güçsüz Alfa ışını yayması. Alfa ışınları o kadar zayıf ki, insan derisi, bir kağıt parçası bile bu ışınları engelleyebiliyor. Ancak, vücut içine girdikten sonra yapacak hiçbir şey yok. Radyasyon zehirlenmesi konusundan bahsetmeyeceğim, çünkü gerçekten çok kötü bir ölüm şekli. Bir çok filmde bu şekilde ölenler için “kafalarına bir kurşun sıkmak daha insancıl” şeklinde replikler geçer ve maalesef ben de buna katılıyorum.

Radyason zehirlenmesi sonucu hayatını kaybeden en şanssız kişi şüphesiz Hisashi Ouchi. 30 Eylül 1999 günü Tokaimura Nükleer Santralinde yaşanan bir kaza sebebiyle 17 sievert, ölümcül doz olarak kabul edilen 8 sievertin 2 katından fazlasına maruz kaldı ve hemen hastaneye kaldırıldı. Japon doktorlar Ouchi'yi 83 gün hayatta tutmayı başardılar. 83 gün. Bu süre içerisinde bütün vücudu radyasyon sebebiyle yanmıştı. Vücudundaki bütün beyaz kan hücrelerinin (bağışıklıktan sorumlu hücreler) yok olmuş olmasının yanında kromozları bile o kadar çok zarar görmüş ki, artık "insan hücresi" olarak işlev gösteremez hale gelmişler. Tokyo Üniversite doktorları kan nakli, plasma nakli, kök hücre tedavisi, deri nakli ve ilaçlarla hayatta tutmaya devam etmişler. İlk haftanın sonunda Ouchi "lütfen ölmeme izin verin, ben deney faresi değilim" diyerek "merhamet" dilenmiş.
Doktorlar ve Japon hükümeti burada "sadist kötü olarak" gibi gözükse de, amaçları kök hücre tedavisi ile Ouchi'nin vücudunun tekrar beyaz kan hücresi üretmesini sağlamak ve bu şekilde vücudunun kendini yenileyebileceğini ummalarıymış. Benzer kazalar günümüzde, ne mutlu ki, pek yaşanmadığı için tedavileri konusunda bilgimiz de maalesef oldukça yetersiz. 21 Aralık 1999 günü çoklu organ yetmezliği neticesinden Ouchi nihayet acılarından azad oldu.

Kaza olduğu sırada onunla aynı odada bulunan ama daha düşük radyasyona maruz kalan iki arkadaşından biri 6 aylık bir tedavinin ardından evine dönebilirken, Masato Shinohara maalesef 27 Nisan 2000 tarihinde çoklu organ yetmezliğinden hayatını kaybetti. Onun ölümü de maalesef Ouchi gibi acılarla dolu bir süreç sonrası geldi.
Hisashi Ouchi


Geçenlerde bir belgesel izlerken uranyum ile işlenmiş cam eşyalar gördüm bunu ve neredeyse şaşkınlıktan küçük dilimi yutuyordum. Yeniçağ zamanında Çekya’da, eski ismiyle Çek Cumhuriyeti’nde, günümüzde nükleer santrallerde yakıt ve nükleer bombalar yapımında kullanılan, doğadaki en tehlikeli maddelerden biri olan uranyum ile bardak, kase, vazo ve bunun gibi ev eşyaları yapılıyormuş.

Küçüklüğümden beri radyasyondan ve asbestten mantıksız seviyede korkan biri olarak, zaman içerisinde haklarında bir çok şey öğrenip korkumu dizginlemeyi başarsam da, uranyumdan bardağı görmek beni şoka uğrattı. Nasıl bir insan böyle bir bardaktan bir şey içerdi?

Sonra bilgilerim, şaşkınlığımın önüne geçti. Öncelikle, geçmişte yaşayan insanlar bizim bilgimize sahip değillerdi.

Sonra, doğal halde bulunan uranyum aslında çok radyoaktif bir madde değil. Günümüzde kullanılan haline getirmek için çok ciddi saflaştırma işlemlerinden geçiriliyor. Uranyumu canlılar için esas tehlikeli kılan özelliği, kimyasal olarak çok tehlikeli olması. Doğada işlenmemiş uranyum ile karşılaşmanız durumunda elinize almanızda hiçbir sakınca yok. Sadece üstündeki tozların soluma veya deri yoluyla vücudunuza girmemesine dikkat etmeniz yeterli. Neticede uranyum dünya üzerinde en çok bulunan 51. Metal ve hemen hemen her yerde, kayaların, toprağın içinde eser miktarda yer alıyor. Zaten “background radiation” yani “arka plan radyasyonu” da buradan geliyor. Hepimiz, dünyadaki her şey, güneşten gelen ve atmosferin soğuramadığı ve topraktan gelen radyasyona sürekli olarak maruz kalıyoruz. Neyse ki, toprakta bulunan uranyum, silah yapmak için kullanılan uranyum 235 değil, daha zararsız uranyum 238.

Yani, uranyumdan yapılan bir eşyayı kullanmak, bütün ön yargılarımıza rağmen, en azından kısa vadede zararlı değil.

Tabii, burada çok önemli bir şey daha var. “Neden” birileri böyle bir maddeden tabak çanak yapmak ister? Ve nasıl.

İnsan ve uranyumun ilişkisine dair en eski bilgiler, milattan önce 79 yılına dayanıyor. Roma kalıntılarından öğrenildiği kadarıyla uranyumun doğal rengi olan sarı sebebiyle seramikleri renklendirmek için kullanılıyormuş. “Uranyum camı” olarak tasvir edilen camlar ve ürünlerde aynı şekilde uranyumun rengi sebebiyle ortaya çıkmış. Çok karanlık ortamlarda hafif parlıyor olmasının bunda çok büyük etkisi de var tabii. Bizler şimdi o parlamayı çok iğrenç ve tok şiddetli yeşil bir parlaklık olarak biliyoruz ve aklımıza hemen radyasyon ve ölüm geliyor tabii.

Uranyumun bir element olarak ortaya çıkması 1789 yılında alman kimyager Martin Heinrich Klapoth’un çalışmaları ile oluyor. Elementin ismini 1781 yılında William Herschel tarafından keşfedilen Yunanlıların Göklerin Tanrısı olan Uranüs’e ithafen “uranium” koyuyor.

Radyoaktivitenin keşfi ise 1896 yılında Henri Becquerel tarafından gerçekleştiriliyor. Çok güzel bir hikayedir. Bilimde şansın ve kazaların ne kadar önemli olduğunu bir kez daha ispatlar. Araştırmanızı tavsiye ederim.

Büyük bilim insanı, farklı dallarda Nobel almayı başaran ilk ve çok az insandan biri olan Marie Curie’nin uranyum ile ilişkisi, onu işleyip, içinden çok daha radyoaktif ve zehirli “radium” elementini çıkarması (elementi keşfeden kişi aslında kocası Pierre Curie idi) ve kullanımı üzerine  çalışmalar yapmıştı. Madam Curie, 1gr Radium elde etmek için 3 ton uranyum işlemiştir. Sanırım Madam Curie’nin neden kanserden vefat ettiğini şimdi anladınız. Kendisinin kullandığı kitap, defter vb. ürünlerin bazıları bugün hala radyoaktif haldedir ve bazıları kurşun kutular içinde muhafaza edilmektedir.

Yani, 1896 yılına kadar bilinmeyen radyasyon sebebiyle, insanlar çok uzun süre boyunca uranyumu cam ve seramik ürünlerde renklendirici olarak kullanmaya devam ettiler. Şaşırtıcı olan, hala devam edenler var.

Peki nasıl? Camın tamamı uranyumdan yapılmıyor. Uranyum cevheri ezilerek toz haline getiriliyor, ki bu formunu solumak radyasyon zehirlenmesine sebep olabilir, sonra cam eriyik haldeyken içine katılıp homojen şekilde karışana kadar karıştırılıyor. Nihayetinde ise normal bir cam gibi işleniyor. Tabii bu dumanları da solumamak oldukça önemli.

Alfa ışınları kağıdı bile geçemezken, Beta ışınlarını durdurmak için aluminyum levha yeterli oluyor. Gama ışınları ise kurşun levha ile durdurulabiliyor ancak.

Sürekli ev içerisinde, özel saklama kapları olmadan, hatta değişik renkleri sebebiyle sergilenen bu eşyaların yaydığı radyasyonun çok düşük olduğunu daha önce söylemiştim. Bu eşyalar, en tehlikeli ışınım türü olan Gamma değil, etkisi çok daha zayıf olan Beta ışını salıyorlar. Beta ışınlarının güçleri Gammaya göre oldukça düşük. Gamma ışınlarını engellemek için kalın kurşun levhalar gerekirken, beta ışınları için kağıt kalınlığında bakır levhalar bile yeterli olabiliyor. Fakat, vücut dokularına etki edebildikleri zaman bütün ışınların etkisi aynı oluyor.

Sonuç olarak, bu takımlarla yemek yemenin bir sakıncası yok. Ancak, takımın bir parçası, ufacık olsa bile, kırılıp yanlışlıkla yutulursa, o zaman ölümle sonuçlanacak rahatsızlıklarla karşılaşmak çok mümkün. Kısa vadede ölümcül olmasa bile, vücuda önemli derecede zarar verecektir ve

Radyasyon hayatımıza nispeten çok yeni girmiş bir olgu. Vücudumuza neler yaptığını bilsek dahi, hakkında öğreneceğimiz çok fazla şey var. Umarım bir gün radyasyon kaynaklı rahatsızlıkların tedavi edilmeye başlandığını da görebiliriz.

Ebay'den "uranium glass" araması yaptırınca karşınıza çıkan sonuçlardan çok kısa bir kesit. Görseldeki vazo kızılötesi ışıkla aydınlatıldığı için parlıyor.

(Lütfen Japonların heyecanıyla okuyun) GOJİRA!!!





Tamamen çelik eksikliğinden kaynaklanıyor bu iştahı.
Ülkemizde maalesef Amerikan uyarlamaları ile tanınan, pamuk kalpli centilmen dev Godzilla’nın aslında görünenden çok daha derin bir hikayesi var. Bu hikayeyi anlayabilmek için,  Japonya’nın yaşadığı trajedileri biraz tanımak gerekiyor. 

Japonya dünya gündemine daha çok robotları ve depremleri ile gelse de, bulunduğu coğrafi konum dolayısıyla oldukça “hareketli” bir geçmişe sahip. Şu anda Japonya’yı oluşturan 4 ada, Pasifik Plakasının tam sınırında yer alıyor. Adalar, Avrasya plakası ile Pasifik plakasının çakışma noktalarında oluşmuş su altı volkanları sebebiyle oluşmuş. Dünya haritasına bakarsanız eğer, Pasifik plakasının Kuzey Amerika plakası ile birleştiği yerlerde kutupa doğru, yine volkanizma ile oluşan Aleut Adalarını ve çok korkulan Los Angeles fay hattının bulunduğunu görebilirsiniz.  Bu plakaların yarattığı deprem riskinin yanında, Japonya’yı oluşturan adalarda önemli bir kısmı “sömüş” olsa da, 118 tane volkan bulunmaktadır. En büyük ve ünlüleri, aynı zamanda Japonlar için kutsal da olan 3770 metre yüksekliğinde, en son 1708 tarihinde patlayan Fuji Dağı da var. Dağları sayarken, jeotermal ısı kaynağı olarak kullanılan su kaynakları vs. “tehlikeli” olmadıkları ve üşendiğim için saymadım. 

Dünya üzerindeki en aktif fay hatlarının dibinde olan ve onlarca volkan bulunduran Japonya’nın tarihinin onlarca doğal kaynaklı trajedi barındırıyor olması elbette sürpriz değil. Bunun yanında, insanlarında oldukça gaddar olması, uzun bir süre Japonya’yı yaşanılması en zor olan ülkelerden biri haline getirmişti (Feodal çağdan, 1800’lü yıllara kadar). Fakat, konumuz şimdilik bu değil. Konumuz Godzilla. Ama trajedilere tekrar döneceğim.

Evet, Japonya zaman içerisinde “yok olmaya”, “yanmaya”, “katledilmeye” maalesef alışmış bir coğrafya. Ancak, ikinci dünya savaşının bitimiyle beraber, bu acıları artık yaşamak istemeyen Japonya tam anlamıyla bir evrim geçirdi. Godzilla, Japon kültürünün bu aşamasının ürünlerinden biri.

Yakın tarihte yaşanan Fukushima felaketinden Godzilla’nın ortaya çıkmasından sonra olduğu için bahsetmeyeceğim. Fakat, 1293 yılında yaşanan deprem ve tsunami ile 15000 kişinin öldüğü tahmin ediliyor. 1703 yılında gerçekleşen depremle 10000, 1792 yılında Uzen Dağında yaşanan volkan patlaması sonucu ortaya çıkan tsunami ile yine 15000 kişinin hayatını kaybettiği kaydediliyor. Son olarak, 1923 yılında ülkenin yaşadığı en büyük felaketlerden biri olan “Kanto Depreminde” 100000 üstünde kişinin hayatını kaybettiği tahmin ediliyor. 4 dakika süren bu depremin şiddetinin 7.9’un üstünde olduğu düşünülüyor. Fakat en büyük can kaybına yıkılan binalar değil, deprem sonrası çıkan yangının sebep olduğu kaydedidiliyor. Öyle ki, ateşten hortumların oluştuğu, bu hortumların insanları kağıt parçasıymış gibi yakarak etrafa saçtığı anlatılıyor. Depremin ertesi günü, Kanto bölgesinin emniyet müdürü, ölü sayısının yüksekliğinden dolayı, görevini hakkıyla yerine getiremediği için utancından Seppuku yapıp hayatına son vermiştir. (Seppuku, Harakiri olarakta bilinir. Katana karına sokulur, önce sağa, sonra sola doğru çekilir. Bu şekilde intihar edilir. En onurlu ölüm yollarından biridir)

Depremden sonra ordunun hızlıca müdahele edip yardım sağlaması, daha sonraları halkında militarist toplum/devlet anlayışını desteklemesini ve Japonya’nın Çin’i işgali ve 2.Dünya Savaşına katılmasına giden yolda ilerlemesine sebep olacaktır.

Godzilla ilk olarak 1954 yılında Godzilla isimli film ile beyaz perdeye çıktı. 29 filmde yer alan Godzilla, her ne kadar su altından gelmiş, radyasyon sebebiyle değişim geçirmiş bir canavar olsa da, hep insanları korumak için savaştı. Buradaki radyasyon vurgusu çok önemli. Direkt olarak Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan bombaları ve ABD’nin Pasifikte yaptığı nükleer testin serpintisine maruz kalan “Lucky Dragon 5” gemisi ve mürettebatının (Şanslı Ejderha 5 – pekte şanslı değilmiş) yaşadıklarını referans gösteriyor. Burada çok önemli bir şey var, bize tarih derslerinde ÖĞRETİLMEYEN, ama TV ve diğer kaynaklardan öğrendiğimiz bilgilere göre, ABD Japon hükümetini koşulsuz teslim olması için uyarıyor, cevap gelmeyince önce Hiroşima’ya, sonra da Nagazaki’ye atom bombası atıyor. Bunun üzerine Japonya koşulsuz olarak teslim oluyor.

Yalan.

Aslında olan şu. Daha ilk bombadan önce, Japon hükümeti gayrıresmi kanallardan müttefikler ile ateşkes imzalamak için girişimlerde buluyor. ABD ordusu üst yönetimi bu girişimlerin farkında olmasına rağmen hem kendi müttefiklerine hem de Rusya’ya gözdağı vermek için yine de bombayı kullanmaya karar veriyor. Bu nokta çok önemli, bombanın atılma kararını Başkan Truman vermiyor. Hiroshima’ya da Nagazaki’ye de atılan bombaların emirleri askerler tarafından verilmiştir. Yapılan ilk saldırının emri General THOS. T. HANDY tarafından verilmiştir. İkinci bomba da atıldıktan sonra Başkan Truman’ın sinirlenerek “Yeter! Kimse bu bombaları bana sormadan atmayacak!” dediği iddia edilir. 

Godzilla'nın Holywood Bulvarında bulunan yıldızı.
Atom bombalarının kullanılması Japon halkında elbette büyük bir yara açar. Bahsettiğim yara elbette fiziksel değil, psikolojik. Beni en çok etkileyen olaylardan birkaç tanesi;

İlk Atom Bombası atıldıktan son İmparatora verilen “Hiroşima’da çok büyük bir patlama olmuş” raporu. “Çok büyük”. Düşünsenize, ne kadar büyük olduğunu anlatamıyorsunuz bile. Hiroşima’ya gönderilen mektupların “adres bulunamadı” denilerek gönderenlere iade edilmesi… O adresler artık yok.

Bombaların en büyük etkisi patlama anlarından çok, hayatta kalanların hafızalarına kazınan ve yaşadıklarıdır. Öğlen vakti atılan bombalar, yerden yükselen küller yüzünden günü bir anda geceye çevirmiş, yanabilecek hemen herşey alev almış, nereye baksanız ayrı cehennem sahnesi… Ve bir anda yağmur yağmaya başlıyor. Sizi serinleteceğini, ısıyı bir nebze düşürüp ufak bir ferahlık vereceğini umduğunuz yağmur… Simsiyah, zift gibi bir sıvı. Yükselen küllerin radyoaktif partiküller ile tekrar yüzeye dönmesi tam olarak olup biten. Bu “sudan” içen hemen hiç kimse maalesef yaşamaya devam edemedi. Konu ile ilgili Akira Kurosawa’nın 1991 yılında vizyona giren, başrolünde Richard Gere’ın oynadığı Hachi-gatsu no rapusodî (Ağustosta Rapsodi) filmini izlemenizi tavsiye ederim.

http://www.imdb.com/title/tt0101991/

SSCB, Japonya’ya savaş açıp Kore’nin kuzey kısmını işgal ettikten sonra (şimdiki Kuzey Kore sınırları) nihayet tek koşulu Japonya’nın imparatorluk sistemini koruması olan ateşkes imzalandı ve 2.Dünya Savaşı sona erdi.

Savaş sırasında Japonya’nın çektiği acıların en büyüğü nükleer silahlar olsa da, ABD bir çok Japon şehrini hedef gözetmeksizin napalm bombaları ile bombalamıştı. Bu kıyımdan esirgenen şehirler, atom bombasının tam etkisini görmek için test için kullanılmıştı. Japonya tam anlamıyla yerle bir olmuştu. Savaşan diğer ülkeler gibi yalnızca genç erkek nüfusunu değil, bütün nüfusunun önemli bir kısmını kaybetmiş, alt yapısı, büyük hasar görmüş, ordusu neredeyse tamamen yok edilmişti. Japonların artık gururlarını bir kenara bırakıp, ülkelerini tekrar inşa etmeleri gerekiyordu ve bu yaşananların tekrarlanmamasını sağlamaları gerekiyordu. Yeni gurur meseleleri buydu.

Japonya’nın modernleşme süreci Osmanlı devletinin ki gibi oldukça sancılı olmuştur. Ancak bu çok farklı bir konu. Modernleşme ile ülkenin tanıştığı birçok yeni kavram olmuş, nükleer bombaların zihinlerde açtıkları yaralarla beraber, Japonya’nın kültüründe önemli değişimler meydana gelmişti. Bu değişimin “en büyük” örneklerinden biri, King Kong benzeri bir konsepte sahip olan Godzilla idi. Godzilla’nın deniz altında yaşayan, radyasyon ile evrimleşip devasa boyutlara ulaşmış bir yaratık olması, Japonların yaşadığı trajedilerden ne kadar esinlendiğini anlatmaya yetiyor aslında. Hele ki, Godzilla’nın birçok durumda esas kötü değil, gerçek kötü canavarlarla savaşmak için ortaya çıkıyor olması, “biz hatalarımızdan ders aldık” gibi bir bilinç altının eseri veya göndermesi olabilir. Bu konuda fikiri size bırakıyorum.

Godzilla’nın oldukça geniş bir dost ve düşman yelpazesi var. 29 filmden ve sayısız yan eserden oluşan bir efsanenin bu konuda fakirlik çekmesini beklemek mümkün değil. Üstüne bir de Japonların, günümüzde animeleri ve yarışmaları ile kendini ispatlayan hayal güçlerini eklediğiniz zaman, bırakın bunu beklemeyi, cevap insanın suratına resmen tokat gibi çarpıyor. Benim favori Godzilla karakterim, dev bir güve kelebeği olan Montha. Aklıma geldikçe “ıyyyyğğğ” diyorum :) 

Nükleer silahlara karşı bir tepki olan Godzilla, “Kaiju” konseptini de ortaya çıkarmıştır. Evet, Pacific Rim filminden bahsediyorum. Aslında bir Godzilla/ King Kong uyarlamasıdır Pacific Rim. Sadece görsel olarak daha şenlikli o kadar.

Godzilla’nın, Japon tarihinin önemli bir eseri olmasının yanı sıra, Dünya çapında bir çok fikre de esen kaynağı oldu. Benim en çok hoşuma giden ise “Gojirasaurus”. Her ne kadar Godzilla ile bir benzerliği olmasa da (tamam, ikisi de iki ayak üstünde yürüyor) güzel bir gönderme.

Godzilla ve Japonya’nın askeri geçmişine göz atarsak eğer, Godzilla filmlerinde, 2008 yılında vizyona giren “The Day the Earth Stood Still” (Dünyanın Durduğu Gün) filminde de işlenen “üstün ateş gücünün etkisiz kalması” temasını sık sık görüyoruz. 1951 yapımı orijinal The Day the Earth Stood Still filmini izleyeli çok oldu, net hatırlamıyorum. Ancak, 2008 yapımı filmdeki Gort gibi, Godzilla filmlerinde de, Godzilla doğanın, uzaylıların ve insanların kendisine attığı hiçbir “şeyden” ciddi yaralar almadan yoluna devam ediyor. Tabii ki, Godzilla’nın öldüğü sanılan bir kısım, yine Godzilla’nın en önemli “anlarından”.

Godzilla’nın ölümü… Godzilla, filmin sonuna doğru düşmanları ile “uğraşından” dolayı yorgunluktan bitap düşer ve yere yığılır. Japon halkı minnettar duygularla yavaşça Canavarların Kralı’na yaklaşır. Ufak bir çocuk hüzünlü yüz ifadesiyle, sakince göz yaşlarını akıtırken, Godzilla bir anda burnunda kuvvetli bir nefes verir ve gözlerini açar. Bütün halk sevinç çığlıkları atmaya başlar, artan bir minnettarlık ile Godzilla’nın evine, sulara dönmesini seyrederler.

Godzilla Japonya’dır. Savaşlarla, yıkımlarla, katliamlarla oluşmuş, uyurken atom bombaları ile uyandırılmış ve radyasyonu ile evrimleşmiş bir devdir. Ve halkını korumak için her zaman, her şeye savaşmaya hazırdır. Savaşmayı artık tercih etmese bile…
Geliyor gönlümün efendisi.