Doğa etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Doğa etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Büyük Yeşil Duvar





Sahara… Yazarken, okurken bile insanın aklına hemen neredeyse büyülü, insanı bir anda içine çekecekmiş gibi hissettiren bir isim. Bedevi hikayeleri ile farklı bir romantizmin, hayatta kalmanın en zor olduğu yerin ismi. Dünyada ki en büyük ikinci çölün ismi; Sahara Çölü.

                Evet, en büyük çöl değil. En büyük ikinci çöl. En büyük çöl, okuyunca çok şaşıracaksınız, Antartika.

                Geology.com ‘daki taınma göre çöl; Yıllık 250mm’den az yağış alan bölge veya alanlar çöl olarak kabul edilir. Kutup bölgelerini, kar fırtınaları ile olmalarına rağmen, çöl olarak kabul edilmesi çok garip gelebilir. İlk okuduğum zaman bunu reddetmiştim ve araştırmaya karar vermiştim. Sonra şunun farkına vardım. Bildiğimiz çöllerde kum fırtınaları gerçekleşiyor. Kutuplarda ise kar ve buz fırtınaları. Bu bölgelerin örtüsü bunlar çünkü. Daha da ilginci, Pasifik okyanusunun da önemli bir kısmı çöl olarak kabul edilebilir. Ne su altında, ne de su üstünde neredeyse hiç hayat yoktur ve su üzerinde sıcaklık farkları çok yüksek olabilir. Biraz zorlama oldu evet, neyse ki yazımda bunun üstünde bir daha durmayacağım.

                Sahara çölünün haritada nerede olduğunu herkes biliyordur. Yine de bir harita paylaşıyorum.  Eğer, bu haritada Sahara çölünü ararsanız, bulamayacaksınız, çünkü henüz sular altında. Evet, Dünya tarihinin önemli bir kısmında Sahara’yı oluşturan coğrafya sular altında yer alıyordu. Bu gün bile, bölgede yapılan arkeolojik çalışmalarda o dönemlerde yaşayan Balina – evet Balina, fosillerine rastlanmaktadır. Bu denize bu gün Tethys Denizi ismi verilmektedir. Tethys Denizinin ortadan kalkıp Sahara Çölünün ortaya çıkmasının, birçok insanın düşündüğü gibi küresel ısınma ile hiç ilgisi yok. Teknotik hareketler.

                Sahara’nın oluşmasının sebebi, kuzeye doğru ilerleyen Afrika plakasının, Avrupa plakası ile çarpışmasıdır. Afrika plakasının yukarı doğru kalkmış zamanla deniz seviyesinin üzerine yükselmiştir. Bulunan Balina fosilleri, bu aşamada gittikçe küçülen ve parçalanan Tethys Denizinde hapis kalmış hayvanların fosilleridir. Piramitleri yapmak için kullanılan Kireç taşı ve Kum taşlarının içinde de önemli kısmı deniz altında yaşayan, yüzlerce türe ait fosiller bulunmuştur. Bunların içinde tek hücreli canlılar ve bitkilerde mevcut.

                Yapılan araştırmalara göre Tethys’in yok olmasıyla ortaya çıkan bölge, çok uzun süre oldukça fazla yağış alan, yemyeşil bir yerdi. Bugünkü hayatın dünya üzerinde en zorlu olduğu yerlerden biri haline gelmesinin sebebi olarak Dünya ekseninde ki değişme gösteriliyor. Değişim sorucu Oğlak ve Yengeç Dönencelerinin yerleri değişmiş, bununla beraber birçok bölgede yağmur ve sıcaklıklar da değişmeye başladı. Yağmur miktarı azalıp, sıcaklıklar arttıkça, yaşamda yavaş yavaş Sahara’dan uzaklaştı. Ve bugün bildiğimiz haline geldi. Kısaca.

                Sahara’nın tarihi çok daha uzun ve hareketli. Ama uzatmak istemedim. Çünkü bu yazının esas konusu Sahara’nın geçmişi değil, geleceği.

               
Sahara çölü, Cezayir, Çad, Mısır, Libya, Mali, Marutanya, Fas, Nijer, Sudan ve Tunus ülkelerinde bulunuyor ve ortalama olarak 9,2 milyon km2 alana (ülkemizin 11.7 katı) sahip. Ve, maalesef, bu alan büyümeye devam ediyor. Çöllerin dünyanın ekolojik dengesi ve hayat çeşitliliği açısından önemi büyük. Fakat, yayılmaları yine aynı sebeplerden dolayı olumsuzluklara yol açacaktır. Netice de çöller bitki ve hayvan yaşamı için uygun olmadığı gibi, insan hayatını destekleyecek birçok kaynaktan yoksun, tarıma da uygunsuz alanlar.

                Bu ve bunun gibi onlarca sebepten dolayı 2007 yılında Afrika Devlet ve Hükümet Başkanlarının onayı ile “Büyük Yeşil Duvar” girişimi hayata geçiyor. İlk adımlar 2011 yılında, Afrika Birliğinin projeye 1.7 milyon Euro kaynak ayırmasıyla başlıyor. Projenin amaçları;
                Afrika’da kurak alanlarda yaşayan insanların yaşam koşullarını düzeltmek, iklim değişikliklerine karşı korumak ve kuraklığı önlemek,

               - Kurak bölgelerde ki ekosistemi güçlendirmek ve korumak ve geliştirmek,

                -Bunların sağlanması için ulusal ve uluslararası kaynakların bir araya getirilip, “Büyük Yeşil Duvar” ın oluşturulmasını sağlamak.

                -Bu girişime katılan ülkeler; Cezayir, Burkina Faso, Çad, Cibuti, Mısır, Etiyopya, Gambia, Mali, Moritanya, Nijer, Nijerya, Senegal ve Sudan. 

                Projenin ana yüklenicisi United Nations Convention to Combat Desertification, yani (Birleşmiş Milletler Çölleşme ile Savaşma ve Yeniden Kazanma). Yer alan bütün organizasyonları saymaya çalışırsam, burası bir sürü kısaltma ve yukarıda ki gibi bunların tam doğru olmayan çevirileri ile dolacak. O yüzden, bunları öğrenmek isteyenlerin aşağıdaki linke bakmalarını tavsiye ediyorum;
                http://terrafrica.org/partners/

               
Projeyle yapılmak istenen, Atlantik kıyısından, Kızıl deniz kıyısına kadar kesintisiz ilerleyen, çölün yayılmasını engelleyecek, genişliği 15-20km olan ağaçlardan bir duvar oluşturmak. Kısacası, çok büyük, tarıma büyük ölçüde uygun olmayan bir araziye, milyonlarca ağaç dikip, bunların büyümesini sağlamak. Ağaçların zaman içerisinde, Amazonlar Hindistan ormanları gibi yağmur çeken bir ortam yaratabilmesi amaçlanıyor. Ayrıca, bu bölgedeki halkın projede yer almasıyla, bu insanlara da iş olanağı kazandırılmış oluyor.

                Haritaya bakarken dikkat ettiyseniz eğer, Mısır duvara ev sahipliği yapmayacak olmasına rağmen, projenin destekçileri arasında. Bunun sebebi, ülkenin can damarı olan Nil Nehrinin devamlılığının sağlamak istemeleri. Tanzanya, Uganda ve Kenya ülkelerinin sınırlarının bulunduğu Viktorya Gölü, Nil Nehirinin kaynaklarından biri (Beyaz Nil). Buradan kuzeye doğru ilerleyen Beyaz Nil, Güney Sudan, Etiyopya, nihayetinde Mavi Nil ile birleştiği Sudan’dan Mısır’a ve oradan Akdeniz’e akıyor. Nehir bütün bölge ülkeleri için çok önemli bir kaynak. Bu sebeple kirlenmemesi ve kurumaması hayati önem taşıyor. Bundan dolayı bölgedeki yağmur miktarının artması da önemli.

By Hel-hama - Own work, CC BY-SA 3.0, https://commons.wikimedia.org/w/index.php?curid=27624659

                Buna benzer bir proje, eş zamanlı olarak Çin’de de yürütülmekte. Bildiğiniz gibi Gobi çölü Orta Asya’nın ortasında bulunuyor. Yıl içerisinde Gobi’den atmosfere yükselen tozlar, Pasifik okyanusu üzerinden ABD’nin batı kıyılarına kadar ilerleyip, burada sıcaklığın yükselmesine, havanın kirlenmesi sebep oluyor. İlginç bir şekilde, her yıl ABD ve Karayip Adalarına da büyük zararlar veren fırtınaların oluşmasında da Sahara Çölünün büyük etkisi bulunuyor.

                Tekrar Çin’e dönüyorum. Çin’in sahip olduğu ekonomik imkanlar, Afrika ülkelerinin belki toplamından da daha fazla olduğu için, işler daha hızlı ilerliyor. Bunun yanında, özellikle ABD olmak üzere Çin’i “yeni kötü dev” gibi tanıtsalar dahi, birçok ülke çevrecilik konusunda aynı adımları atmaktan kaçınıyor.  Tabii Çin’in özellikle termik santraller yüzünden yaşadığı çevre sorunları da bu konuda ki çabalarını kamçılayan önemli bir etken. Bunun yanında Çin hükümeti özellikle güneş panellerinin yaygın kullanımı ile kendi üreticilerini destekleyip, reklamını yapıyor, hem de fiyatların düşmesinde etkili oluyor. 

                Tekrar konudan uzaklaşacağım ve tarihe yöneleceğim. Haritalara dikkatli baktığınızda, bölgenin bizlerin ana yurdu olan bölgeye çok yakın olduğunu fark edebilirisiniz. Atalarımızın Orta Asya’dan ayrılıp diğer bölgelerine göç etmesinin sebebi değişen iklimle birlikte hayatın zorlaşması olduğu düşünülüyor. Kısacası, eğer Gobi Çölünün ortaya çıkmaya başlamasıyla beraber, sadece Türk tarihi değil, Dünya tarihinde de birçok önemli olayın temelleri atılmıştır. Hunların batıya ilerlemesi sonucu Kavimler Göçü ve Roma’nın yıkılması sanırım en sansasyonel olanı. 

                Tarih derslerinde işlemiş olduğumuz Orhun Yazıtları da günümüzde Moğolistan’ın başkenti Ulaanbaatar şehrinin yakınlarındadır.

                “Çöllere karşı” açılan bu savaş, dünyamızın geleceği için hiçbir şey ifade etmiyor. Neticede üzerinde yaşadığımız bu gezegen genel olarak Silisyum, karbon ve demirden oluşmuş bir kaya. Ancak, üzerinde yaşayan bizler için, bütün canlılar için, büyük önem arz ediyor. Carl Sagan’ın beyaz perdeye de uyarlanan ünlü kitabı “The Contact” (Mesaj) uzaylıların yanına gönderilecek ilk kişiyi belirlemek yapılan çalışma sırasında Judie Foster’ın canlandırdığı Eleanor Arroway karakterine “tek bir soru sorma şansınız olsa, onlara ne sorardınız?” diye sorar. Dr. Eleanor Arroway’in cevabı “kendinizi yok etmeden bu kadar ilerlemeyi nasıl başardınız?” cevabını verir. İzlemediyseniz, izlediyseniz bile hatırlamak için tekrar izlemenizi tavsiye ederim.



6. toplu yokoluş (veya 7. hiç birinde orada yoktum, o yüzden sayamadım)

Soy tükenme başlıklarının reklam yüzü Kutup Ayısı


* Bu yazının herhangi bir amacı yoktur.



                       Yaklaşık 4 milyar yıldır dünyada hayat olduğu tahmin ediliyor. Tahmin ediliyor derken, sürekli yeni fosiller bulunuyor, yeni canlılar bulunuyor, yeni fikirler ortaya çıkıyor. Bunlar üstüne çok fazla yazmak istemiyorum, zira tamamen farklı bir konu. Bunun yanında altı ayda bir büyük keşifler olabilen bir alan hakkında yazı yazmak gözümü de korkutuyor.

                    Son bir kaç yıldır küresel ısınma ve soyu tükenen hayvanlar oldukça fazla konuşulan konulardan biri haline geldi. Bu elbette güzel bir şey. Ancak keşke dönüp dolaşıp "kendimizi yok ediyoruz" noktasına gelmese. İnsanlık olarak keşke bir işi de bencilleşmeden yapmaya çalışsak.


                   Çok bencil canlılar olarak, gelişmemizi de, gezegenimizin nefes alış verişlerini de hep "acaba hayatımızı nasıl etkilecek" şeklinde yorumluyoruz. Aklımıza hep ilk o soru geliyor;" bize ne olacak?". Sorunlarımızın çözümü için hep "daha önce olmadığımız yerlere gitmeye" çalışıyoruz. Bu önceden yemeğin, suyun bol olduğu, sıcaklığın uygun olduğu yerlerken, sonra tarıma uygun yerlere yönelinmeye başlandı. Şimdi ise özellikle yer altı kaynaklarına yakın yerlere gitmeye çalışıyoruz. Eğer gidemeyeceğimiz bir yerdeyse bu kaynaklar, en kolay bir araya getireceğimiz yerlere gidiyoruz. Kocaman kocaman, yolların kesişme noktalarında ki şehirlere.

                   İnsanların bu hareket biçimi hiç değişmedi. Hep bir şeyleri aradık. Yakmak için, yemek için, bükmek için, kesmek için. Ve yaralarımızı iyileştirmek için. İnsanoğlu bunun için önce doğaya, sonra bilime yöneldi. Şimdi tekrar doğaya, bilimin ışığında yöneliyor. Dediğim gibi, gelişiyoruz. Ama nasıl...

                  Bu biraz arı kovanına çomak sokmak gibi oldu. Bilmeyenler için söyleyeyim, bir çok hastalık için üretilen ilaçlar, doğadaki hayvanların, bitkilerin zehirlerinden üretiliyor. "Neden?" diye soracak olursanız, zehirlerin her biri vücut üzerinde farklı bir veya daha fazla noktaya etki eder. Çalışmasını engelleyerek veya daha fazla çalışmasını sağlayarak, vücut dengesinin bozulmasına sebep olur. Kullandığımız ilaçlarında yan etkilerinin olması bundandır.

                   Şu anki teknoloji seviyemiz, bilindiği kadarıyla tabii ki, insanlığa yeni hastalıklar üretme kapasitesini kazandırmış durumda. Elbette, teoride, bunlar için gerekli ilaçları, aşıları da. Ama, konumuz aslında bu değil. İlk paragrafta bahsettiğim küresel ısınma gerçeği maalesef gezegen üzerinde ki hemen bütün canlıları tehdit ediyor. Ancak bir tanesi var ki, onlar için tek tehdit, kendini gezegenin apex türü zanneden insan.

             Biraz dağınık ve karışık giriş kısmında sonra, konuya gireyim artık.

              







                       Virüslere karşı verdiğimiz amansız bir mücadele var. Çünkü virüsler "kötü". Ancak, virüslerin soylarının tükenmesi konusunda hiç bir sıkıntımız olmadığı gibi, bu konuda ki mücadeleyi de eleştiren hiç bir kısım bulunmuyor. Çeşitli sebeplerle ilaç kullanmayı reddeden kişiler dışında. Bunu da anlamıyorum. Farklı sebeplerle, dini, felsefi, korku bunun gibi ilaçları reddediyorsun ama, insan üretimi, yapay olan bir çok şeyi de kullanmaya devam ediyorsun. İnsan olmak "yaratıcı" olmaktır. Bunun bir parçasını kabul edip, bir parçasını reddedemezsiniz.

                   Virüslerin doğada, kendilerinde başka bir düşmanı yoktu. Ta ki insanlar küflerden, bitkilerden virüslerin "tedavisi" için gerekli "ilaçları", yani zehirleri temin etmeye başlayana kadar.

                   Virüs nedir?Virüsleri memeliler veya kertenkeleler gibi tanımlamak maalesef mümkün değildir. Bunun sebebi ise hem onlar hakkında çok az şey bilmemiz, hem de diğer canlı
Az önce dünya üzerinde 4 milyar yıldır hayat olduğu tahmin edildiğini yazmıştım. Bu hayat ne maymun, ne dinazor, ne insan ne de bakterilerden oluşuyor. Virüsler. Gezegenimizde en uzun süredir yaşayan "canlılar" virüsler. Ve gezegenlerini kimseyle paylaşmak istemiyorlar! Sadece ihtiyaçları olduğu kadar "kaynağın" hayatta kalmasına izin veriyorlar. Virüslerin çoğalması için diğer canlılara ihtiyacı var. Eğer, bulundukları ortamda yerleşebilecekleri, üreyecekleri canlılar olmazsa, onlar da varlıklarına devam edemiyorlar. Matrix filminden şu sahne, konuyu çok güzel özetliyor; formlarından çok farklı bir yapıya sahip olmalarıdır. Şöyle ki, virüslerin diğer canlılardan, özellikle bakteri ve mikroplardan çok çok daha basit bir yapıya sahip olmaları sebebiyle, "canlı" olup olmadıkları konusunda bile bir çok tartışma mevcuttur. Bazı tanımlarda "yaşamın kıyısındaki organizmalar" olarak geçerler. "Hayatta kalmak için", tıpkı "asalak" canlılar gibi bir konağa ihtiyaç duyan virüsler, konak olmadan çoğalamadıkları için asalak, yani "parazit" canlılar arasında da yer almıyorlar. Virüslerin yol açtığı hastalıkların başında AİDS, kabakulak, suçiçeği, kızamık, kuduz, sarıhumma, grip, çocuk felçi ve soğuk algınlığı gelir. Evrimin en önemli araçlarından biridir.

Virüsler hakkında daha fazla bilgi sahibi olmak için;

https://tr.0wikipedia.org/wiki/Virüs

adresini ziyaret edebilirsiniz.

              Virüsler ve diğer canlılar, virüslerin bencil davranış biçimlerinden dolayı pek iyi anlaşamıyor. Fakat, doğal hayatta birbirine düşman, av - avcı olan bir çok canlı gibi, virüslerin de doğa da kendine has, başka bir faktör tarafından doldurulamayacak rolleri var. Mesela evrimde ki rolleri sadece "zayıf olanı" veya şanssız olanı öldürmek değil. Hücre içinde ki DNA'nın değişmesini sağlayarak, evrime de katkı sağlıyorlar.

                Şu ana kadar yaşanmış olan bütün kütlesel yokoluşlardan kurtulan virüslerle olan mücadelemizin, insanlığın kendi sonunu getirebileceği konusunda neredeyse hiç düşünülmüyor. Kamusal alanda konuşulan tek şey "süper grip" korkusu ve antibiyotik kullanımının önlenemez yükselişi. Özellikle "Board Spectrum Antibiotics", yani "geniş yelpazede etkili antibiotikler", hastalığın sebebinin tespit edilemediği durumlarda doktorlar tarafından bütün dünyada sıklıkla kullanılıyor. 


   Şimdi, burada bir noktaya değinmek istiyorum. "Tıpta çok ilerlemiş" olabiliriz. Özellikle son 50 yılda. 50 yıl önce de, bir önce ki 50 yıla göre "tıpta çok ilerlemiş"tik. Tıpta sürekli ilerliyoruz. Fakat, doktorlarımız (cerrahlar değil) hala "diplomalı ilaç tedarikçisi" olmanın önüne geçebilmiş değiller. Hastaneye gittiğiniz zaman, rahatsızlığınızın vücudunuza etkisine göre (beyin, kol, kemik, mide vb.) bir bölüme gidiyorsunuz, yapılan kan testlerinin sonucuna göre size bir ilaç veriliyor. Fakat bu ilaçların uzun dönemli etkisini çoğu zaman bilmiyoruz. Düşünün, belki 100 yıldır kullanılan Aspirin'in bile hala yeni yeni etkileri tespit ediliyor. Bunun yanında şu anda kullanımda olan bir çok ilacın test süresi 5 yılı geçmiyor.

             İlaçların prospektüsünde yazan bir çok şey, tıbbi terimler sağolsun, ilaçların bütün etkilerinin tespit edildiği izlenimi veriyor. Ancak, dikkat edin, en altta yazan cümle her zaman aynı; "Beklenmedik bir etkisi olması durumunda doktorunuza danışınız.

            İlaçların vücudumuza ne yaptığını, bu ilaçları geliştiren bilim adamları da, bunları kullanmamızı tavsiye eden doktorlar da bilmiyorlar. Eğer ilaç beklenmedik bir etki yaratırsa, doktorun tavsiyesi ise ya ilacı bırakmak ya da dozajını düşürmek.

            Peki ilaçlarımızı almamalı mıyız? Kesinlikle hayır. Ben de günde en az 2 ilaç kullanan bir insanım (maalesef). İlaçlarımı almadığım zaman yaşadıklarımı biliyorum. Ancak, ihtiyacımız olmadıkça ilaç almamalıyız. "Hastalıklara savaş açmamalıyız".

             Hastalıklar kitlesel evirm yanında, bireysel evrim ve gelişme açısından çok önemli. Yine kendimden örnek vereceğim, eğer ortasonda iki kolumu kırıp 3 hafta okula gidememiş olsaydım, belki de asla okuma alışkanlığım olmayacaktı.

              Virüsler konusunda... Virüslere karşı kazanılan her "zaferin" ileri de çok daha büyük yenilgiye dönüşebileceğini unutmayın. Bu dünyanın 2 milyar yıldır bize değil, aslında onlara ait olduğunu unutmayın.


                İnsanoğlu sadece daha büyük, o kadar.










Dünyada hayat var mı?




        
8 Aralık 1990 tarihinde, 9 gezegenin bulunduğu bir güneş sisteminin 3. Gezegeninin 1500km uzağından bir uzay aracı geçiyordu. İlk gözlem ve ölçümlerde gezegenin ana yapısının demir ve kayadan oluştuğu anlaşılmıştı. Ayrıca, gezegeni çevreleyen güçlü manyetik alanın yanında, buna paralel bir radyasyon kuşağı da mevcuttu. Ama gezegeni heyecanlı kılan en önemli şey, ona uzayda yuvarlanan mavi bir misket görünümü veren, yüzeyinin 2/3’ünü kaplayan suydu.
Gezegenin atmosferinde yüksek miktarda nitrojen bulunuyordu. Bunun yanında kaynağı biyolojik süreçler olan oksijen, metan ve azot oksit tespit edilmişti. Bu deliller ışığında, gezegende en azından bitki varlığının, yani yaşamın var olduğu, kesinleşmiş oluyordu. 

         Peki, zeki yaşam? Acaba bu gezegende yaşayan zeki bir canlı türü var mıydı acaba? Öncelikle “zeka” nın ne olduğu ve nasıl tespit edilebileceğini kestirmek zorundayız. Homo Sapiens, yani insan, “zeki” bir canlı olmasına rağmen, çok çok uzun bir süre boyunca tıpkı diğer hayvanlar gibi mağaralarda yaşadı, avcılık ve toplayıcılıkla hayatta kalmaya çalıştı. Bu evrede insanı diğer hayvanlardan ayıran en önemli özellikleri alet kullanabilmesi ve konuşmasıydı. Doğada bu iki özelliğe sahip başka canlılarda var. Bazı maymun türleri Hindistan cevisi kabuklarını kırmak için sivri taşları kullanıyorlar mesela. Ahtapotlar başta olmak üzere birçok canlı, problemleri çözme konusunda çok yetenekli. Bunun yanında, biz anlayamasak ta, başta Yunus ve Balinalar olmak üzere birçok hayvan türü birbirleri ile haberleşmek için ses dalgalarını kullanıyorlar. İnsanın, teknolojisi dışında, bu hayvanlardan çokta farklı yok.

         
Çin Seddi. Alt yörüngeden.
Tabii, bunların hiçbiri, en azından bildiğimiz ve yakın gelecekte sahip olabileceğimiz teknolojik imkanlarla uzaydan tespit edilebilecek şeyler değil. Uzaydan görülebilecek kadar büyük ateş yakılmazsa tabii ki. Veya, bu ebatta bir şey inşa edilmez ise. Çin Seddi’nin, Piramitlerin bile aslında uzaydan gözükmediğini düşündüğünüz zaman, bunun ne kadar zor bir iş olduğunu anlıyor insan.


         Henüz bu seviyedeki bir medeniyetlerin, gündüz veya gece, uzaydan gözükebilecek şehirler kurabileceklerini düşünmek hata olur. Çünkü yüksek miktarda canlının bir arada yaşayabilmesi için, ihtiyaç duyulan kaynakları bir araya getirmek gerekir. Hangi canlı türü olursa olsun, bir toplumun popülasyonu aşırı yükseldiği zaman kaynak yetersizliği, savaş veya hastalıklar sebebiyle o toplumun popülasyonu kaynakların yeterli olduğu seviyeye düşürecektir. “Endüstriyelleşme” adımlarının atılmaya başlandığı 1600lı yılların başlarında Londra’da 250.000 kadar kişi yaşadığı düşünülüyor. 400lü yıllarda yıkılan Roma’da ise, imparatorluğun en parlak zamanlarında 1 milyon kişinin yaşadığı tahmin ediliyor. Bu kadar insanın bir arada yaşayabilmesi, iki dönem için de büyük bir başarı olarak anılsa da, iki şehrin de yine aynı dönemlerde çok geniş çaplı veba salgınlarıyla ve yangınlarla nüfuslarının önemli kısmını kaybettiklerini biliyoruz.

          Bu şehirlerin en büyük özelliği, imparatorluklarının başkentleri ve insan uygarlığının bir dönemler incisi olması. Bu özelliklerini ise, kendilerini “büyük” yapan lanetlerine borçlular. Ticaret.
Henüz endüstriyelleşmemiş, bilim alanında, özellikle sağlık konusunda ilerleyememiş uygarlıkların uzaydan rahatlıkla görülebilecek şekilde şehirler, anıtlar, veya diğer türlü yapı inşa etmesi bu yüzden pek mümkün değil.

           İnsanlar tarafından yazının icat edildiğini düşünülen milattan önce 4000 yılından bu yana, yani 6017 yıl boyunca, sizce inşa edilen en büyük yapı nedir? Sadece ebat olarak düşünmeyin. Cevap sizi büyük ihtimalle çok şaşırtacak. O yüzden, yazının sonunda vereceğim cevabı.

           Tabii ki, bu şekilde bir arayış için, o gezegenin etrafında, hiçbir noktayı atlamadan yapılacak görüntüleme çalışması da yapılması gerekiyor. Bütün gezegenin haritasını çıkarmak yani. Şimdi size garip gelecek bir bilgi vereyim. Şu ana kadar çıkartılan Venüs, Dünya, Ay ve Mars haritaları içerisinde, doğruluk oranı en düşük olanı dünyanın haritası. Bunun sebebi ise, Dünyanın sahip olduğu tektonik plaka hareketleri, iklimi (özellikle buzullar), çok iyi bir çözücü olan suyun gezegenin %70’ini kaplaması ve insanların varlığı.

             Harita oluşturmak için yapılan geçişler gezegene ne kadar yakın olursa, detaylar o kadar az olacak, ancak harita o kadar kısa sürede tamamlanacaktır. Daha detaylı bir harita için ise çok daha fazla vakit harcamak gerekecektir. 

            
Yerleşim birimlerinin, canlıların izlerinin tespit edilebileceği bir görüntü için oldukça detaylı bir görüntüye ve bir o kadar da büyük şansa ihtiyaç var. Zeki yaşamının ağaçlık bir bölgede yer aldığını, ve ağaçların uygarlığın bütün hareketlerini sakladığını bir düşünün. Veya Kapadokya’da ki gibi mağara yerleşimlerini uydu ile tespit mümkün değil. Hatta, biraz daha ileri düşünelim, suyun altında yaşamını devam ettiren bir türün yerleşim alanlarını tespit etmek daha da zor olacaktır. Fakat, su altında ateş yakılamayacağından dolayı, böyle bir türün medeniyet yarışında da ilerlemesi pek mümkün olmayacaktır. Tabii, bütün gelişimlerini DNA manipülasyona üzerine kurmuyorlarsa. Böyle gelişimlere örnek olarak aklınıza Mass Effect oyun serisinden “Leviathan” türü gelebilir. Oyunu oynamayanlar ufak bir araştırma yapabilirler veya benim bunun hakkında bir yazı yazmamı bekleyebilirler ama, nefeslerini tutmasınlar.

            
Medeniyet seviyeniz buysa, sizi uzaydan tespit etmeleri mümkün değil.
Esas konuma dönersem eğer, bir gezegende zeki bir yaşamın anlamanın en kolay yolu, biraz da onlardan yardım almak. Bunun da en kolay biçimi radyo dalgaları. Şu anda dünya üzerinde radyo frekansı ile yayın yapan bütün radyo ve televizyon sinyalleri senelerdir uzaya yayılıyor. Yani nereden baksanız 60 senedir uzaya “insanlar burada yaşıyor!” ilanı veriyoruz.

İşte, zeki yaşamın bulunduğu düşünülen bir gezegene yaklaşıldığı benzer radyo dalgaları tespit edilmez ise, ya gezegende ki yaşam “zeki” değil, ya da henüz “zeki” sayılabilecek seviyeye ulaşmamışlar demektir.

          
İşte, 1990 yılında Galileo uzay aracı da bu radyo sinyallerini tespit ederek bizlere dünyada zeki yaşamın var olduğunu ispat etti.

          Sorunun cevabı ise, elektrik şebekesi. İnşa edilen 10000 nükleer, termik, doğalgaz santrali, baraj, kilometrelerce yüksek gerilim hattı bir araya gelince, inşa edilen en büyük “şey” haline geliyor. Bu şebekenin çok büyük bir kısmının birbiriyle bağlantılı olması, bunu daha da etkileyici hale getiriyor.