uzay etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
uzay etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Es deli rüzgar, es deli böğrüme!

İnsanoğlunun dünya üzerindeki başarısının en önemli sebebi, kuşkusuz doğanın güçlerine hakim olma yeteneği. Bu genellikle “ateşin icadı” olarak düşünülür. Ve su ile rüzgarın rolleri hep ikinci plana atılır. Evet, ateş sayesinde sıcak, kolay sindirebildiğimiz yemekler yiyebiliyoruz. Suyu yönlendirerek bir çok alanı tarıma açabiliyor, milyonlarca insanın beraber yaşaması için ortam oluşturabiliyoruz. Peki rüzgar? Rüzgar ne yapar? Rüzgar ateşi söndürür, estiği zaman üşütür. Bunun yanında daha tekerlek bile icat edilmemişken, insanoğlu rüzgar sayesinde uzun mesafeleri kat etmeye başladı. Rüzgar, insanoğlunun “keşfetme arzusunu” gerçeğe dönüştürmesini sağlayan, hatta, belki de ortaya çıkmasını sağlayan en önemli etmenlerden biri.

Sallar ve küvet benzeri deniz araçları ile başlayan “keşfetme” macerası, zaman ilerledikçe kayıklara, gemilere dönüştü. Ve bu araçlar büyüdükçe, daha hızlı gitmeleri için, daha dengeli olmaları için birçok değişim geçirdi. Uçma hayalinin gerçeğe dönüşmesi yolunda da bu yönde birçok gelişme yaşandı. Aşağıda bunlara değineceğim.

Günümüzde aerodinamiğin önemi gittikçe artıyor. En önemli sebeplerinden biri ise küresel ısınma. Yakıt ekonomisi. Tabii aerodinamiğin bu aşamaya gelmesi oldukça uzun bir zaman aldı. Özellikle havacılık alanında önemli olan aerodinamik, havacılığın ilk yıllarında hiç dikkate alınmayan bir olguydu. Sadece daha kuvvetli motorlar ile daha hafif uçaklar yapılarak performans arttırılmaya çalışıyordu. Gelişmekte olan otomobil sanayisi içinse durum çok basitti; 4 tekerlek ve motoru bir araya getirip, çalışmasını ummak. Elbette biraz abarttım. Denizcilik alanında da çalışmalar genellikle, mantıkları rüzgar tünelleriyle aynı olan ve hala kullanılan, ufak havuzlarda gerçekleştiriliyordu.

Fakat aerodinamik ve hidrodinamik tasarımların olgunlaşması için rüzgar tünellerinin ortaya çıkması ve olgunlaşması gerekiyordu. Rüzgar Tünelinin geçmişi 18. Yüzyıla kadar dayanıyor. Günümüzde topçuluk ve yivli namlulu silahlar üzerine yaptığı çalışmalarla hatırlanan İngiliz matematikçi Benjamin Robins elle çalışan bir pervane ile cisimlerin rüzgara karşı dirençlerini karşılaştırmaya başlamasıyla rüzgar tüneli fikri ortaya çıktı.

Sir George Cayley
1804 yılında Sir George Cayley, 6metre/saniye rüzgar üretebilen bir “araç” yardımı ile ürettiği ufak bir planör imal etmiş, ve planör “havadan ağır uçabilen ilk cisim” olarak tarihe geçmiştir. Cayley, hala uçmanın en temel kuralı olan “kalkma (lift)” ve “forward motion (ileri, hareket)” un tek bir kaynak ile, itici güç yani, tek bir kaynaktan sağlanabileceği fikrini ortaya atmıştır. Roket biliminin babası sayılan Konstantin Tsiolkovsky’de 1897 yılında elektrikli süpürgelerdekine benzer bir üfleme sistemiyle rüzgar tüneli yapmıştır.

Ancak, bu “tüneller” şimdikiler gibi büyük makineler ve pratik kullanıma uygun olmaktan ziyade, ufak, prototip ve deneysel araçlardı.

Birinci dünya savaşının başlaması ile birlikte uçakların savaşlarda yer almaya başlaması ve savaş ilerledikçe uçakların rolünün artması ile, uçma konusunda araştırmalara önem verilmeye başlandı. 1916 yılında İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri’nde ilk rüzgar tünelleri açıldı.

Özellikle 1950’li yıllarda rüzgar tünellerinin önemi yüksek yapıların inşa edilmesi ve jet motorunun yaygınlaşmaya başlaması ile oldukça arttı. Jet motorlu uçaklar, aerodinamik olarak pervaneli kardeşlerinden büyük farklılıklar gösteriyordu. Pervaneli uçakların kanatları genelde düz, çubuk benzeri bir tasarıma sahipken, jet motorlu uçaklarda kanatlar geriye doğru eğime sahiptir. Bu eğimin hesaplanması, uçağın performansı, yakıt tüketimi ve güvenliği konusunda ölümcül öneme sahiptir.

Burada bir bilgi eklemek istiyorum. Temelleri 1950’lerin sonlarında atılan SR-71’in tasarımının tamamı elle, hiçbir bilgisayar programı yardımı olmadan yapılmış. Gerçekten büyük bir başarı. Bu uçağın görevden kaldırılmasının en büyük sebebi, uydu teknolojisindeki gelişmeler. Aynı zamanda da savunma sistemlerindeki tabii ki. 1990’larda İsveç hava kuvvetlerine ait Saab JA-37 Viggen modeli bir uçak, görev sırasında kendisinden çok daha yüksek irtifada seyreden SR-71’e radar kilitlenmesinde bulunmuş. Olayın yaşandığı bölge hakkında kesin bir bilgi verilmiyor elbette. Ancak bu kadarı bile tabuta çakılan çivilerden olması için yeterli.

Hele ki Çin’in birkaç yıl önce bir gemiden attığı füze ile yörüngedeki bir uyduyu vurduğunu düşünürsek, uçaklar artık radarlara ve füzelerin menzillerine karşı çok daha korumasızlar.

Bu yüzden en iyi savunma şekli olarak “görünmezlik” olarak adlandırılan, “stealth” özelliği ön plana çıkmaya başladı.

1960’lı yıllar iki dev, Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği arasında uzay yarışının teknoloji ve tekniğin sınırladığı yıllar oldu. Uzay çalışmaları, özellikle dönüş kapsülünün, aerodinamik konusunda mühendislere büyük sorunlar çıkardı. Daha sonraları ABD’nin Shuttle (uzay mekiği) ve Sovyetlerin “Buran” programlarında gördüğümüz üzere, bir cismin aerodinamik olması, sadece onun hız ve manevra kabiliyeti ile ilgili değil. Bu iki araç, yüksek hızlarda atmosfere giriş yapmak üzere tasarlanmıştı. Ve bu yüzden çok yüksek ısılara dayanmalara gerekiyordu. Bu yüzden, gövdeleri atmosferin sürtünme kuvvetiyle ısınmaması için, burunları ve alt yüzeyleri, bana kamyonları andıran bir şekilde dizayn edildi. Maalesef bu araçların ömürleri çok uzun olmadı. ABD’nin mekik programı Columbia faciasından sonra iptal edildi. Kalan 4 mekik NASA tarafından çeşitli müzelere satıldı. Bir tanesi testlerde ve acil durumlarda kullanılmak üzere yedeğe ayrıldı.

Sovyetlerin Buran’ının akıbeti ise çok daha hüzünlü. Uzay çalışmalarını ekonomik sebeplerle devam ettiremeyen Sovyetler, sonrasında Rusya, Buran’ı Kazakistan’da bulunan Baykonur Uzay Üssünde bir hangara kaldırdı. 2002 yılında çıkan kuvvetli bir fırtınada, bakımsız kalan hangar binası üretilen tek Buran’ın üstüne yıkıldı ve kullanılamaz hale getirdi. Bu olayda 8 kişi hayatını kaybetti.


Günümüzde büyük ölçüde kullanılan “delta kanat” ve “elmas kanat” tasarımları aerodinamik olarak verimliliklerini ispatlanmış durumda. Günümüzde delta kanat tasarımı özellikle nispeten ucuz, üretim için daha düşük savaş uçaklarının üretiminde kullanılıyor. Elmas kanat tasarımı ise, daha karışık, pahalı ve üst düzey uçaklar için kullanılıyor. Bunun sebebi, delta kanat tasarımının pilot tarafından daha rahat kontrol edilebilen bir yapıda olması. Elmas kanat tasarımlarda ise, pilotun uçağı düz uçurması için bile çok kuvvetli bilgisayar sistemlerinden yardım alması gerekiyor. Northrop Grumman tarafından üretilen B-2 bombardıman uçğı ve yeni nesil X-47 drone’da uygulanan “uçak kanat” tasarımı ise, verimlilik açısından diğer tasarımlardan da önde olsa da, kokpitten kontrol edilmeleri bir pilot tarafından oldukça zor. Northrop Grumman yetkilileri yaptıkları açıklamalarda, bilgisayar teknolojilerindeki gelişmeler sayesinde B-2’yi tasarlayabildiklerini ve yine işlem gücündeki artış sayesinde uçağın uçabildiğini söylemişlerdi. Ve bu uçak 1980’lerde geliştirildi. Şaşkınlık verici.

Özellikle radarda görünmez bir tasarım için bilgisayar şart olsa da, bu tasarımın uygunluğu için rüzgar tünelleri şart. Simülasyonlarımız, bilgisayar sistemlerimiz ne kadar yetenekli, güçlü olsa da, henüz gerçek hayatı kopyalamayacak kadar gelişmedi. Bunun yanında, uçakların, arabaların, gemileri, binaların, gerçek boyutlarıyla doğa koşullarıyla çarpıştırmadan önce bir kez daha deneme alanında yer bulmaları gerekiyor.

Motor sporları, özellikle Formula 1, genel kitlelere hitap eden, aerodinamiğin ön plana çıktığı alanlardan. Motorsporlarında aerodinamiğin önemi, aracın yol tutuşu noktasında önem kazanıyor. Aracın hareketiyle oluşan hava akımının mümkün olduğunca aracın üstünden geçirilerek hem aracın altında hava boşluklarının oluşmasının önlenmesi, hem de araç üzerinde basınç alanı oluşturarak aracın “aerodinamik ağırlığının” arttırılması önem taşıyor. Bunun yanında, motora soğutma için yeteri kadar hava girmesi, motordan çıkan sıcak havanın aracın arkasında istenmeyen türbülanslara girmemesini de sağlamak gerekiyor. Üstelik bunları araçları her sene daha da yavaşlatmaya çalışan bir otorite altında yarışmak için yapmaları gerekiyor üreticilerin.

[embed]https://www.youtube.com/watch?v=L-8HhloJTGY[/embed]

Formula 1’de yapılan kural değişiklikleri beni son yıllarda çok çok rahatsız etmeye başladı ama yazının konusu bu değil.

Binalar ve şehirler konusunda da önemi gittikçe artıyor rüzgar tünellerinin. Özellikle gök delenlerin rüzgarlarla verdikleri tepkiler ve rüzgara verdiği yön gittikçe artan şehirleşmede çok önemli. New York’ta bulunan ve 1902 yılında tamamlanan 87 metre yüksekliğindeki Flatiron binasının rüzgarı yönünü değiştirmesi çevrede yaşayan insanlar için sıkıntılar yaşatmaya başlamış. Bunlardan benim en çok dikkat çeken, binanın yakınında yürüyen kadınların eteklerinin rüzgar sebebiyle uçuşmaya başlaması oldu. Birçok hanımefendinin eteği bileklerinin üzerine kadar yükseliyormuş. Yukarıdan baktığınız zaman üçgen biçiminde olduğunu fark ettiğiniz yapı, köşelerden gelen rüzgarlar çevresinden dolaştırırken, tam cephelerden gelen rüzgarlarda ise, sağ-sol yerine, yukarı-aşağı yönlendirerek buna sebep oluyor.

Günümüzde bu efekt, yukarıdan gelen taze hava ile sokak seviyesindeki havanın kalitesini arttırmak olarak düşünülebilse de, o zamanlar pek hoş karşılanmamış. Çünkü, o yıllarda büyük şehirlerdeki hava kirliliği günümüzdeki kadar ciddi bir konu değildi. Ancak günümüzde bu konu çok ciddiye alınıyor. Hangi canlı olursa olsun, bir bölgedeki birey sayısı arttıkça, o bölgedeki kaynakları daha hızlı tüketmeye başlar. “Kaynak” dendiği zaman ilk akla gelen yiyecek, arazi, yer altı kaynakları olarak algılansa da, “hava” da bunlardan biri. Günümüzde binalarda çalışacak kişi sayısına göre bile belirli hacim, tavan yüksekliği ve pencere sayısı ve ebatları belirlenmeye başladı. Çünkü, temiz, hareket eden hava, kaliteli yaşam için çok önemli bir gereklilik. İşte, Flatiron binası gibi yüksek binaların sayıları arttıkça, şehirlerdeki hava akımı daha hızlı değişmeye başlıyor. Yani, binalar açısından rüzgar tünelleri ile yapılan çalışmalar sadece binaları rüzgarın etkilerinden korumak değil, şehiri ve çevresindeki kendisi gibi yüksek binaları da rüzgarda yaratacağı etkiden korumak içinde kullanılıyor.

Bu etkilerin binalar tarafından da yaratıldığını ve etkilendiklerini az önce söylemiştim. Yazıyı yazarken yaptığım araştırmalar sırasında, 11 Eylül saldırılarıyla yıkılan Dünya Ticaret Merkezi kulelerinin çabuk yıkılmasına neden olan etkenlerden birinin, kulelerin zaman içerisinde rüzgar sebebiyle zayıflamış olmasını savunan birkaç yazı gördüm. Özellikle 11 Eylül Saldırıları konusunda üretilen komplo teorilerine meraklıların ilgisini çekebilecek bir konu. Ama benim teknik bilgimi fersah fersah aşan bir konu olduğu için bilmediğim sularda yüzmek istemiyorum.

Gemilerin tasarımında da rüzgar tünellerinin kullanıldığını söyledim ancak pek bahsetmedim. Rüzgar tünelleri genel olarak bütün geminin tasarımında kullanılmıyor. En önemli kullanım alanı, özellikle askeri denizaltılar için, pervanelerin tasarımı. Deniz araçlarında, özellikle askeri deniz altılarda pervane çok önemli. Pervanenin hem sessiz olması, hem de verimli olması gerekiyor.

Bot, gemi ve uçak pervaneleri.
Peki, pervane neden bu kadar önemli? Önce, uçak ve gemi pervaneleri arasında tasarım olarak çok büyük bir fark yok. En azından prensipte. Denizaltı pervanelerini özel kılan, düşman sonarlarından saklanabilmek için sessiz olmaları gerekliliği. Peki, pervaneler dönerken neden ses çıkartıyor, en önemli konu bu. Pervane su altında dönerken, pervanenin uç noktalarında su, oluşan basınç ile kaynamaya başlıyor. Ve sonra bu baloncuklar patlıyor. Gazlı içeceklerdeki balonların dipten yükselip, yüzeye çıkınca patlaması gibi düşünebilirsiniz. Ama denizaltılarda kaynayan su miktarı çok daha fazla olduğu için, ortaya çıkan seste fazla oluyor tabii. Denizaltı pervanelerinin tasarımları ülkeler tarafından sıkı biçimde korunan sırlardan bu yüzden. Yeni denizaltıların kuru havuzlarda çekilen fotoğraflarında hepsinin pervanelerinin örtülü olması da bu yüzden.



Yukarıda anlattığım amaçlar için farklı rüzgar tünelleri kullanılıyor. Ana olarak açık ve kapalı olarak ikiye ayrılıyor tüneller. Kapalı tüneller, boru şeklinde inşa edilmişlerdir. Hava akımı kapalı ortamda gerçekleştiği için daha yüksek hızlara, daha verimli bir biçimde çıkabiliyor. Yine kapalı olmasından dolayı dışarıya çıkan gürültü de daha düşük oluyor.
Hidden Figures (Gizli Sayılar) filminden bir kare. Rüzgar Tüneli içerisinde, dönüş kapsülü üzerinde çalışıyor.


Açık sistemler ise çalışma sırasında insanların aktif olarak müdahele edebildiği tüneller. Yukarıdaki videoda buna örnek bir tünel görebilirsiniz. Videoda araca doğru püskürtülen "gaz" ile dizaynın hava akımına tam olarak nasıl tepki verdiğini gözle görülebiliyor.
Hız konusunda da tüneller üçe ayrılıyor. Ses altı, ses hızına geçiş ve ses üstü

Ülkemizde rüzgar tünellerinin geçmişi, cumhuriyet sonrasında başlıyor. 1941 yılında dönemin başbakanı Şükrü Saraçoğlu’nun talimatıyla hazırlıklarına başlanan ART, “Aerodinamik Araştırma Merkezi”, 1944 yılında İngilizlerle ortaklık kurularak inşaasına başlanmış, 1950 yılında işler hale gelse de, o dönemde birçok uçak fabrikasının kapanmasıyla maalesef atıl hale gelmiş. 1956 yılında Milli Savunma Bakanlığına devredilen ART, 1993’e kadar hiçbir faaliyette bulunmamış. Yapılan temizlik, bakım, yenileme çalışmalarının ardından 1998 yılında ART dünya standartlarında hizmet verebilecek kapasiteye ulaşmış.

ART, ses hızından düşük hıza sahip, kapalı sistem bir rüzgar tüneli. Tünel genişliği 3 metre, yüksekliği 2.44metre ve uzunluğu 6 metre ve ulaşabildiği en yüksek hız saniyede 100m/s. Bu hıza çıkmak için 1000 beygir gücünde motor kullanıyor.

Beşevler’de, Ankara Üniversite Dişçilik Fakültesinin yanında bulunan ART’ın 2015 yılında yapılacak yeni hastane için yıkılmak istenmiş ancak akıbeti henüz belirli değil.

Büyük umutlarla inşa edilmiş bu yapının, yaşanan onlarca talihsizlik neticesinde atıl kalması, “metruk yapı” olarak anılmaya başlanması çok üzücü. Ülkemiz için hem kültür, hem sanayi mirası olabilecek bir yapının kaderi umarım dozerlerin kepçeleri önünde kalmak olmaz.
Mimarlar Odasının hazırladığı ayrıntılı rapora aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz;

http://www.mimarlarodasiankara.org/download/artTesOneri.pdf
http://www.mimarlarodasiankara.org/?Did=6894

Bazı web sitelerinde yer alan ve ODTÜ'de yapılan yeni rüzgar tünelinin ise "Türkiye'nin ilk rüzgar tüneli" olarak adlandırılması maalesef büyük bir hata.

https://www.finansgundem.com/haber/turkiyenin-ilk-ruzgar-tuneli/1412966



Dünyada hayat var mı?




        
8 Aralık 1990 tarihinde, 9 gezegenin bulunduğu bir güneş sisteminin 3. Gezegeninin 1500km uzağından bir uzay aracı geçiyordu. İlk gözlem ve ölçümlerde gezegenin ana yapısının demir ve kayadan oluştuğu anlaşılmıştı. Ayrıca, gezegeni çevreleyen güçlü manyetik alanın yanında, buna paralel bir radyasyon kuşağı da mevcuttu. Ama gezegeni heyecanlı kılan en önemli şey, ona uzayda yuvarlanan mavi bir misket görünümü veren, yüzeyinin 2/3’ünü kaplayan suydu.
Gezegenin atmosferinde yüksek miktarda nitrojen bulunuyordu. Bunun yanında kaynağı biyolojik süreçler olan oksijen, metan ve azot oksit tespit edilmişti. Bu deliller ışığında, gezegende en azından bitki varlığının, yani yaşamın var olduğu, kesinleşmiş oluyordu. 

         Peki, zeki yaşam? Acaba bu gezegende yaşayan zeki bir canlı türü var mıydı acaba? Öncelikle “zeka” nın ne olduğu ve nasıl tespit edilebileceğini kestirmek zorundayız. Homo Sapiens, yani insan, “zeki” bir canlı olmasına rağmen, çok çok uzun bir süre boyunca tıpkı diğer hayvanlar gibi mağaralarda yaşadı, avcılık ve toplayıcılıkla hayatta kalmaya çalıştı. Bu evrede insanı diğer hayvanlardan ayıran en önemli özellikleri alet kullanabilmesi ve konuşmasıydı. Doğada bu iki özelliğe sahip başka canlılarda var. Bazı maymun türleri Hindistan cevisi kabuklarını kırmak için sivri taşları kullanıyorlar mesela. Ahtapotlar başta olmak üzere birçok canlı, problemleri çözme konusunda çok yetenekli. Bunun yanında, biz anlayamasak ta, başta Yunus ve Balinalar olmak üzere birçok hayvan türü birbirleri ile haberleşmek için ses dalgalarını kullanıyorlar. İnsanın, teknolojisi dışında, bu hayvanlardan çokta farklı yok.

         
Çin Seddi. Alt yörüngeden.
Tabii, bunların hiçbiri, en azından bildiğimiz ve yakın gelecekte sahip olabileceğimiz teknolojik imkanlarla uzaydan tespit edilebilecek şeyler değil. Uzaydan görülebilecek kadar büyük ateş yakılmazsa tabii ki. Veya, bu ebatta bir şey inşa edilmez ise. Çin Seddi’nin, Piramitlerin bile aslında uzaydan gözükmediğini düşündüğünüz zaman, bunun ne kadar zor bir iş olduğunu anlıyor insan.


         Henüz bu seviyedeki bir medeniyetlerin, gündüz veya gece, uzaydan gözükebilecek şehirler kurabileceklerini düşünmek hata olur. Çünkü yüksek miktarda canlının bir arada yaşayabilmesi için, ihtiyaç duyulan kaynakları bir araya getirmek gerekir. Hangi canlı türü olursa olsun, bir toplumun popülasyonu aşırı yükseldiği zaman kaynak yetersizliği, savaş veya hastalıklar sebebiyle o toplumun popülasyonu kaynakların yeterli olduğu seviyeye düşürecektir. “Endüstriyelleşme” adımlarının atılmaya başlandığı 1600lı yılların başlarında Londra’da 250.000 kadar kişi yaşadığı düşünülüyor. 400lü yıllarda yıkılan Roma’da ise, imparatorluğun en parlak zamanlarında 1 milyon kişinin yaşadığı tahmin ediliyor. Bu kadar insanın bir arada yaşayabilmesi, iki dönem için de büyük bir başarı olarak anılsa da, iki şehrin de yine aynı dönemlerde çok geniş çaplı veba salgınlarıyla ve yangınlarla nüfuslarının önemli kısmını kaybettiklerini biliyoruz.

          Bu şehirlerin en büyük özelliği, imparatorluklarının başkentleri ve insan uygarlığının bir dönemler incisi olması. Bu özelliklerini ise, kendilerini “büyük” yapan lanetlerine borçlular. Ticaret.
Henüz endüstriyelleşmemiş, bilim alanında, özellikle sağlık konusunda ilerleyememiş uygarlıkların uzaydan rahatlıkla görülebilecek şekilde şehirler, anıtlar, veya diğer türlü yapı inşa etmesi bu yüzden pek mümkün değil.

           İnsanlar tarafından yazının icat edildiğini düşünülen milattan önce 4000 yılından bu yana, yani 6017 yıl boyunca, sizce inşa edilen en büyük yapı nedir? Sadece ebat olarak düşünmeyin. Cevap sizi büyük ihtimalle çok şaşırtacak. O yüzden, yazının sonunda vereceğim cevabı.

           Tabii ki, bu şekilde bir arayış için, o gezegenin etrafında, hiçbir noktayı atlamadan yapılacak görüntüleme çalışması da yapılması gerekiyor. Bütün gezegenin haritasını çıkarmak yani. Şimdi size garip gelecek bir bilgi vereyim. Şu ana kadar çıkartılan Venüs, Dünya, Ay ve Mars haritaları içerisinde, doğruluk oranı en düşük olanı dünyanın haritası. Bunun sebebi ise, Dünyanın sahip olduğu tektonik plaka hareketleri, iklimi (özellikle buzullar), çok iyi bir çözücü olan suyun gezegenin %70’ini kaplaması ve insanların varlığı.

             Harita oluşturmak için yapılan geçişler gezegene ne kadar yakın olursa, detaylar o kadar az olacak, ancak harita o kadar kısa sürede tamamlanacaktır. Daha detaylı bir harita için ise çok daha fazla vakit harcamak gerekecektir. 

            
Yerleşim birimlerinin, canlıların izlerinin tespit edilebileceği bir görüntü için oldukça detaylı bir görüntüye ve bir o kadar da büyük şansa ihtiyaç var. Zeki yaşamının ağaçlık bir bölgede yer aldığını, ve ağaçların uygarlığın bütün hareketlerini sakladığını bir düşünün. Veya Kapadokya’da ki gibi mağara yerleşimlerini uydu ile tespit mümkün değil. Hatta, biraz daha ileri düşünelim, suyun altında yaşamını devam ettiren bir türün yerleşim alanlarını tespit etmek daha da zor olacaktır. Fakat, su altında ateş yakılamayacağından dolayı, böyle bir türün medeniyet yarışında da ilerlemesi pek mümkün olmayacaktır. Tabii, bütün gelişimlerini DNA manipülasyona üzerine kurmuyorlarsa. Böyle gelişimlere örnek olarak aklınıza Mass Effect oyun serisinden “Leviathan” türü gelebilir. Oyunu oynamayanlar ufak bir araştırma yapabilirler veya benim bunun hakkında bir yazı yazmamı bekleyebilirler ama, nefeslerini tutmasınlar.

            
Medeniyet seviyeniz buysa, sizi uzaydan tespit etmeleri mümkün değil.
Esas konuma dönersem eğer, bir gezegende zeki bir yaşamın anlamanın en kolay yolu, biraz da onlardan yardım almak. Bunun da en kolay biçimi radyo dalgaları. Şu anda dünya üzerinde radyo frekansı ile yayın yapan bütün radyo ve televizyon sinyalleri senelerdir uzaya yayılıyor. Yani nereden baksanız 60 senedir uzaya “insanlar burada yaşıyor!” ilanı veriyoruz.

İşte, zeki yaşamın bulunduğu düşünülen bir gezegene yaklaşıldığı benzer radyo dalgaları tespit edilmez ise, ya gezegende ki yaşam “zeki” değil, ya da henüz “zeki” sayılabilecek seviyeye ulaşmamışlar demektir.

          
İşte, 1990 yılında Galileo uzay aracı da bu radyo sinyallerini tespit ederek bizlere dünyada zeki yaşamın var olduğunu ispat etti.

          Sorunun cevabı ise, elektrik şebekesi. İnşa edilen 10000 nükleer, termik, doğalgaz santrali, baraj, kilometrelerce yüksek gerilim hattı bir araya gelince, inşa edilen en büyük “şey” haline geliyor. Bu şebekenin çok büyük bir kısmının birbiriyle bağlantılı olması, bunu daha da etkileyici hale getiriyor.

Güneş'e ateş eden adamın bilmesi gerekenler.







***Dikkat, bu yazı bazı bilimsel gerçekleri yok saymaktadır.***

Bizim "güneş" olarak isimlendirdiğimiz, evrenin uzak bir köşesinde yer alan, hiçbir özelliği olmayan bir yıldız, kendi işinde gücünde, her zaman ki gibi parlıyordu. Ne dünkünden, ne de geçen haftakinden bir farkı yoktu. Zaten, 5 milyar yaşında olan bu genç yıldız için gün veya haftaların bir anlamı, bizim anladığımız kadarıyla yoktu. Ancak, bu sıcak, parlak, hidrojen topunun etrafında dönen, önemsiz bir demir yığınının üstünde yaşayan bizler için, durum tam tersi.
Andromeda Galaksisi. Samanyolu'nun da buna benzer "Spiral" yapıda olduğu düşünülüyor.

Tamam, ciddileşiyorum şimdi. Zaten hikaye yazar gibi yazmayı hiç sevemedim. Güneşin, galaksi merkezinden 26000 ışık yılı uzaklıkta dönmekte olduğu ve, bu dönüşünü de yaklaşık 250 milyon yılda tamamladığı düşünülmektedir. Yani, güneş şu anda bulunduğu pozisyona daha önce geldiğinde, dünya üzerinde ilk dinazorlar ve memeliler yeni yeni yaşamaya başlıyordu. Ve bir daha aynı noktada olduğunda üzerinde belki hiç hayat olmayacak.
Güneşin rengi aslında beyazdır. Atmosfer sebebiyle sarı görürüz.

Güneşin parlama kuvveti her zaman sabit değildir. Güneşin "solar maximum" ve "solar minimum" ismi verilen 2 mevsimi vardır. 11 yıllık döngülerle, güneşteki lekelerin sayısıyla beraber, güneşin yaydığı enerji miktarı artar veya azaları. Döngünün en yüksek ve en düşük noktaları arasında %0,07, yani binde 7'lik fark olduğu gözlemlenmiştir. Bu muazzam farkın, dünyamız üzerinde ki etkisi, maalesef (maalesefi yazmış bulundum, silmek istemiyorum, demek benim de içimde bir manyak var) ona "sıkmak için" yeterli bahaneyi vermiyor. Zira, güneşten yayılan enerjinin oldukça ufak bir kısmı, 2 milyarda 1', yani %0,00000005 dünyaya ulaşıyor.  Umarım sıfırların sayıları doğrudur.

Dünyamızda, yarı küremizide, sıcaklığın artmasının esas sebebi, eksen hareketi. Bunu uzun uzun anlatmak istemiyorum ama dünyanın yıl içerisinde güneşe doğru eğiminin değiştiğini, güneşi daha fazla alan yarım kürenin daha fazla enerji alarak yaz mevsimine girdiğini söyleyerek özetleyebilirim.

Şimdi, işin eğlenceli kısmına geçelim; Matematik. G3 sabit dipçikli piyade tüfeğinden ateşlenen 7.62 çapındaki merminin namludan çıkış hızı, 800m/s. Yani saniyede 800 metre, bu da saatte 2880km hıza denk geliyor. Güneşin dünyadan uzaklığı 148 milyon km. Yani kurşunun dünyadan güneşe ulaşması 2141,2 gün veya 5,86 yıl sürüyor. Yazının bundan kısmı, işin biraz hikaye kısmı.
Hemen her sağlıklı Türk erkeğinin askerlikte kullandığı silah. G3


Şimdi kurşunumuzun atmosferden çıktığını düşünelim. Düşünelim diyorum, zira, bir cismin atmısferden çıkabilmesi, yani Dünya'nın yerçekiminde kurtulabilmesi için, saniyede 11000km hıza ulaşması gerekiyor. Bu hız, ses hızının 32 katına, G3'ün namlu çıkış hızının ise neredeyse 14 katı. Eğer, herhangi bir cisim, bu hıza ulaşamazsa, eninde sonunda yerçekimine yenik düşüp, uzaya çıkamadan atmosfere geri dönecektir. İster bir kurşun, ister bir füze, isterse uçak olsun.

Kurşunumuzun "bir biçimde" atmosferden çıktığını ve saatte 2880km hızla, güneşe doğru uçtuğunu düşünelim. Karşılacağı ilk gök cismi, dünyamızın biricik uydusu Ay. Ay ile dünya arasında ki mesafe değişiklik gösteriyor. En yakın olduğu zaman 363bin, en uzak olduğu zaman ise 405bin km uzakta. Ortalama 384bin km yani. Kurşunumuzun bu mesafeyi kat etme süresi 133 saat veya 5,5gün. Ayın dünya etrafında ki bir turunun 28 gün sürdüğünü düşünürsek, bu süre içerisinde ay turunun %19'unu tamamlamış olacak. Kurşunun ayı vurması, veya ayın kütlesine kapılması ihtimali pek olası gözükmüyor yani. Nasa'nın Ay'a ilk insanlı uçuşu Apollo 11, Satürn V roketi ile, bu uçuşu 3 günde gerçekleştirmişti.

Universe Sandbox oyunu ile kaydettiğim videoda, Güneş sistemiminizdeki ilk 4 gezegenib önümüzde ki 7 seneki hareketlerini görebilirsiniz.

 

Güneş sisteminde Dünya'mızın ikizi olarak kabul edilen ve ismini Yunan Mitolojisinde ki Afrodit'ten alan sonraki durağımız olan Venüs'ün dünyamıza uzaklığı ortalama 38milyon km. Kurşunumuzun Ay'a olan yolculuğunu hesaba katmazsak, Dünya'dan Venüs'e yolculuğu 549,76gün veya 1,5 yıl sürecek. Bunun karşılığında ise, düşünülenin üstüne Dünya'mız gibi hayat barındırabilecek bir gezegen değil, tam aksine atmosferi asidik, atmosfer basıncının 93 bar, yani Dünya'da ki basıncın neredeyse 90 katı olan bir "cehennem" ile karşılaşacak. 1960'lı yıllarda NASA Ay'a insan göndermeye odaklanmış iken, Sovyetler Birliğinin hedefi Venüs olmuştu. Toplam 16 araçtan oluşan Venera (Rusça Venüs) görevleriyle, Ruslar gezegenler arasında ilk iletişim, başka bir gezegen yüzeyinden ilk görüntü, Venüs yüzeyinden ilk görüntüleri elde etme gibi başarılara imza atmışlardır. Ancak, nedense, NASA'nın Apollo 11 görevi ile "uzay yarışını" kazandığı varsayılıyor.

Günşten önceki son durak olan Merkür'e sürecek yolculuk ise çok daha uzun soluklu, 91bin km. Güneşe en yakın gezegen olan Merkür, tıpkı ayımız, latince ismiyle Luna gibi, yörüngesi kilitlenmiş bir gök cismi. Yani, güneşe her zaman aynı yüzü dönük. Bunun neticesinde, gezegenin bir yüzü kavrulurken, diğer tarafı oldukça soğuk. Eğer, Merkür'ün bir atmosferi olsaydı, bu sıcaklık farkları sebebiyle oluşacak rüzgarlar belki de güneş sisteminde ki en kuvvetler rüzgarlar olacaktı. Güneş sistemindeki diğer gezegenlerin aksine, Güneş tarafından sürekli kavrulan bu gezegen, tıpkı Ay gibi neredeyse siyah beyaz bir görüntüye mahkum kalmış. Kurşunumuzun bunlara tanık olması ise G3'ün namlusundan ayrıldıktan sonra uzayda geçireceği 13316,5 gün veya 3,6 yıl sürecek bir yolculukla mümkün olacak.

Merkür'den sonra, Dünya'da ki herşeyin kaynağı, Güneş... Dünya'dan başlayan 148milyon km yolculuğun son durağı. Merkür'den Güneş yapılacak 57milyon km son bir zıplama. Toplamda 2141,2 gün, 5,86 yıl sürecek yolculuğun son durağı.

Elbette, kurşunumuz, bu, bir çok bilimsel gerçek ve kanunu yok saydığım yolculuğu tamamlayabilse bile, asla ve asla Güneş'e ulaşamayacak. Güneş'e ulaşmadan çok uzun süre önce, 6000 dereceye yakın sıcaklığın etkisiyle eriyecektir.


Benim yok saydığım bilimsel gerçekleri denklemime tekrar eklersem, 2141 gün süreceğini hesapladığım bu yolculuğun tamamen başarısız olma ihtimali oldukça yüksek. Tabii hala kurşunun atmosferden ayrıldığını varsayıyorum. Zira, kurşunun bahsettiğim gök cisimlerinden birinin çekim alanına yakalanıp yoluna devam edememesi çok büyük bir ihtimal. Bunun yanında aynı çekim alanı, kurşunun rotasından sapmasına sebep olabilir. Hızını etkileyebilir. Yolculuğun uzamasına, kısalmasına sebep olabilir. Hatta, kurşunun yönünü Güneş'ten, Güneş Sisteminin dışına bile çevirebilir.

Venüs ve Merkür'ün bilinen doğal uyduları yok. Merkür'ün yörüngesine, Güneş'e olan yakınlığından dolayı, uydu sokmak oldukça zor bir iş olsa da, Venüs yörüngesinde 1970'li yıllardan beri yollanmış uydular hala bulunmakta. Kurşunumuz bunlardan birine de çarpabilir.



























Ya Mars'ta hayat varsa?

Mars'ın Hubble ile çekilen fotoğraflarından biri.
         Yazıya başlarken öncelikle belirtmek istiyorum ki, yazının sonucunu "Mars'a değil, Venüs'e ilerlemek daha mantıklı" düşüncesine getirmeyeceğim. 
Son zamanlarda çok konuşulan konulardan ikisi Dünya dışında yaşayan canlılar ve Mars'ın kolonileştirilmesi. Özellikle, Mars'ta hayat olabileceği ihtimali üzerinde çok duruluyor. Üstelik büyük bir heyecanla. Bence, insanlar bu konuda haksız sayılmaz. Henüz Mars hakkında bu kadar çok şey bilmezken bile, diğer gezegenlerin aksine, hep bir "Marslı" düşüncesi hakimdi insanlarda. Hiç "Venüslü" veya "Satürnlü" diye bir şey duydunuz mu?
       Henüz 1897 yılında H.G. Wells tarafından yazılan "War of the Worlds" (Dünyalar Savaşı) kitabı, 1938 yılında Orson Wells tarafından haber bülteniymişçesine radyodan yayınlanıp Amerikalıların gönüllerine korku salmadan önce bile bir "Marslı" düşüncesi ve korkusu mevcuttu. Mars'ın Ares ismiyle, Yunanlılar tarafından "savaş tanrısı" olarak görülmesi aklıma gelen en eski bilgi bu konuyla ilgili. Karışıklığa mahal vermeyeyim, Mars ismini Romalılar vermiştir. Ares ismi Mars'tan daha eskidir ve Yunanlılar tarafından verilmiştir..
         Mars, mitolojide Romus ve Romulus kardeşlerin babası olarak görür. Romus ve Romulus ise Roma şehrinin mitolojik kurucusu kardeşlerdir. Star Trek hayranları, Romulanların Roma benzeri hiyerarşisine şimdi bir nebze daha fazla anlam yükleyebilirler. Bunun yanında "Martius" ayı, günümüz Türkiye'sinde ki ismiyle, benim de doğduğum ay olan, eskiden yıl başı olarak kabul edilen "Mart" ismi de Romalıların Mars'ın onuruna verdikleri isim olarak günümüze ulaşmış. Ancak, benim favorim hala "Thor's day" yani Thursday". Yunan mitolojisine daha fazla girmek istemiyorum. Sanırım insanlık Mars'ın sadece gökyüzünde ki "kırmızı nokta" olmaktan ileri gittiğini anlatmayı başardım.
Peki, neden kırmızı?
Mars'ın, çok sevdiğim bir program olan World Wide Telescope'dan alınan bir görüntüsü
          Mars'ın toprağı, tıpkı kardeşi Dünya gibi, büyük oranda demirden oluşuyor. Ancak, yüzeyde çok daha fazla ve oksitlenmesi çok daha yoğun. Evet, oksitlenme. Oksijen. Mars atmosferinde oksijen mevcut. Ancak hemen heyecanlanmayın. Oksijen miktarı, bizim bildiğimiz ve istediğimiz anlamda yaşama izin verecek kadar fazla değil. Bunun yanında hava basıncının aşırı düşük olması da çok büyük bir handikap. Koruyucu giyisiler olmadan Mars'ın kızıl toprağında gezemezsiniz. Tabii, ertesinde hayatta kalmak istiyorsanız.
         "Toprak" burada teknik olarak uygun ve doğru kelime olmadı ama, kulağa güzel geldiği için değiştirmedim.
         Mars'ta hayat bulma çabaları Nasa tarafından büyük bir umutla devam ettiriliyor. Ve yakın zamana kadar bu arayışın olumlu sonuçlanacağı tahmin ediliyor. Peki Mars'ta nasıl bir canlı hayatta kalabilir? Sıcaklık farkının yüksek olduğu, manyetik alanı olmayan, Güneğin bütün radyasyonuna karşı savunmasız, sıvı halde suyun bulunmadığı, aslında sıvı halde hiçbir maddenin bulunmadığı ortamda nasıl bir canlı hayatta kalabilir? Cevap basit; mikrop ve bakteri benzeri, tek veya birkaç hücreden oluşan canlılar.
       Google'dan "Protistler" aratırsanız, benim burada anlatabileceğimden çok daha fazla ve doğru bilgi edinebilirsiniz. Ancak, Wikipedia makale girişi;
"Protistler, ayrışık bir canlı grubudur ve hayvan, bitki ya da mantar olarak değerlendirilemeyen ökaryot canlılardan oluşur. Protistler bilimsel sınıflandırma açısından âlem olarak değerlendirilse de tek soylu değil, kısmi soylu bir gruptur. Vikipedi"
        Büyük ihtimalle bulacağımız canlılar tek hücreli veya mikroskobik canlılar olacak. Bunun sebebi, bir canlının "basitleştikçe", o kadar dayanıklı olması. Tamam, bunu ben uydurdum. Ancak, dünya çevresinde birçok "aşırı" ortamda yaşayan bir çok mikroskobik canlı mevcut. Ph oranı yüksek göllerde, aşırı sıcaklığa ve basınca sahip yer altı sıcak su bacaları etrafında, çok soğuk ortamlarda yıllarca "uyuyarak" hayatta kalabilen, hatta, uzay şartlarında 3 ay hayatta kalabilen canlılar var. İşte, bu sebeplerden dolayı, Mars'ta "küçük gri adamlardan" ziyade, bu çok daha küçük ve diğer canlılar için potansiyel tehlikeli, canlıların olması daha akla uygun. Tabii ki Ay'ın diğer yüzünü göremediğimiz için orada gizli uzaylı üsleri, ABD ve "Sovyet" üsleri olduğunu, Ay'ın aslında hologram olduğu düşünenlerden değilseniz.

Sol tarafta Ay'ın Dünya'dan görünen, sağda ise görünmeyen yüzü


 Ben uzaylı olsam, Jupiter'in uydularından birinde üs kurardım. Zira, Jupiter'in, Güneş'in kendisinden bile daha büyük olan, manyetik alanının oluşturduğu radyasyon, insanların, robotlar aracılığı ile bile olsa, Jupiter'i ve uydularını detaylı incelemelerini uzun bir süre engelleyecek. Nasa'nın son Jupiter görevi Juno ile ilgili;
https://tr.wikipedia.org/wiki/Juno_(uzay_arac%C4%B1)
adresine bakabilirsiniz. Türkçe pek fazla kaynak yok maalesef.
Burada ufak bir bilgi eklemek istiyorum. "Neden robotlar yüksek radyasyon bölgelerinde çalışamıyorlar?" sorusunun cevabı. İki sebebi var, kullanılan kablolar erimeye başlıyor ve kameralar kör olmaya başlıyor. Radyasyon, kameraların CCD'lerini (görüntü işlemcilerini, gözlerimizde ki retina gibi işlev görüyorlar) bozuyor. Bu sebeplerden dolayı Fukushima'da reaktörlerin içine robotlar gönderilemiyor. Robot ustası Japonlar bile henüz bu sorunları aşamadılar.
       Radyasyon, Mars yolculuğu ve Mars'ta yaşam konusunda da oldukça önemli bir etmen. İlk olarak uzaya çıkan her nesne, dünyada olduğundan daha fazla radyasyona maruz kalmaya başlar. Özellikle, dünyanın gölgesinde çıkıp, güneşe direk olarak maruz kalın nesnelerde radyasyona maruziyette artar. Yörüngede ki uydular bu durumlara göre üretilsede, canlıların, ürettiğimiz makinelere göre çok daha hassas olduğunu unutmamamız gerekiyor.
        Bu yazıyı okuyanlar şimdi Fukushima bilgilerinden sonra, yörüngemizde ki uyduların yıllarca maruz kaldıkları radyasyon ile Juno ve Mars görevinde maruz kalınan radyasyon miktarları konusunda hata yapmış olabileceğimi düşünüyor olabilirler. Bu noktada konu, bu yazının biraz dışına çıkıyor ancak şu kadarını söyleyebilirim; radyasyon koruması, 1kg malzemenin uzaya çıkarılma maliyeti ve üretim maliyeti.
        
Merak edip araştırdıysanız veya bir yerlerde denk geldiyseniz eğer, uydu ve diğer uzay araçlarının üretildiği yerlerin genelde "steril" yani, "temiz" ortamlardır. Bu ortamların tek özelliği orada çalışanların en azından saçlarını kapatan galoşlar takması değildir. Bu ortamların özel havalandırması sayesinde, ortamda toz oluşması da engellenir. Evlerde ki temizliğin en önemli sebeplerinden biri olan tozun aslında ne olduğunu hiç merak etmiş miydiz? Çoğunluk olarak duvar boyası ve evde yaşayanların ölü derileri. Evet, çok iğrenç. Temizliğe devam.
         Fakat, uzay aracı üretirken, durum biraz daha farklı hale geliyor. Olay iğrençlikten çıkıp, uzay aracını "kendimizden korumamız" gereken bir duruma geliyor. Bir saç telinin yol açabileceği kısa devre veya enstüramanların yerine oturmasını engellemesi belki size çok basit gelebilir. Ancak, bunlar yaşanmış olaylar. Aynı şekilde, insan dokusu da iletkendir, yani elektriği iletir. Bu da çok çeşitli sorunlara yol açabilir.
            Fakat, benim en çok sevdiğim sebep; hijyen. Nasıl Apollo görevleriyle dünyamıza getirilen kaya örnekleri asla atmosferimizle temas ettirilip kirletilmediyse, bizim de uzaya ne gönderdiğimiz çok önemli. Çünkü asla orada ne ile karşılaşabileceğimizi bilmiyoruz. Özellikle mikro seviyelerde.
           Biz insanlar, bütün dünyanın bizim olduğunu düşünüyoruz. Kendimizi "hayvan" olarak kabul etmememizin bir sonucu sanırım. İşte, Mars'a gidip gitmememiz konusunda sorun buradan başlıyor bence. Bizler "dünyalıyız". Ve eğer Mars'ta mikroskobik bile canlılar, yani "Marslılar" varsa, kesinlikle Mars'tan uzak durmamız gerektiği kanısındayım. Milyonlarca yıl sonra belki Mars'ın kendi florası, belki "akıllı canlılar" olacak. Evet, şu anda Mars ölü bir gezegen. Geçen zamanla beraber bunun değiceğini gösteren hiçbir şey yok. En azından bildiğimiz kadarıyla.
          Mars'ın "kolonileştirilmesi" ile ilgili yapımları takip ettiniz mi bilmiyorum, o yüzden bunlardan kısa bir özet geçeceğim. Eğer, Mars insan yaşamına uygun hale getirilmek isteniyorsa yapılması gereken şeyler aslında çok basit.
Gezegeni ısıtmak.
Atmosferi kalınlaştırmak.
Atmosferi solunabilir hale getirmek.

          İlk madde aslında en kolayı. Zira kendi gezegenimizde bunu çok başarılı şekilde yapıyoruz maalesef. "Küresel Isınma" insanlığın önündeki en büyük felaket olarak görülüyor. Atmosferi kalınlaştırmak ve solunabilir hale getirmek ise tamamen farklı konular.
         Bu konularla ilgili sayfalarca şey yazıldı, çizildi. Tekrar etmeyeceğim. En azından şimdilik, bu yazıda. Şimdi, biraz geriye döneceğim.
         Uzaya gönderdiğimiz araçları inşa ederken hijyen konusunda çok dikkatli oluyoruz. Bunun sebeplerinden biri, uzayda ki diğer gezegenleri "kirletmemek". Öne çıkan konu aslında nükleer reaktörler oluyor böyle konularda. Mesela, son olarak, Juno'nun nükleer reaktörü Jupiter'e düşürüldü. Bunun sebebi bu reaktörün hayat olabileceği veya ileride yerleşilebilecek uydular olan Ganymede, Europa, İo gibi uyduları kirletmemek.
A SNAP-27 RTG, Apollo 14  astronotları tarafından kullanıldı. - Wikipedia
https://en.wikipedia.org/wiki/Radioisotope_thermoelectric_generator

       Başlığın türkçe çevirisi olsa da, hiç tatmin edici değil. Ben kısa bir açıklamada bulunayım. RTG'ler çoğunlukla ulaşılması zor olan deniz fenerleri ve uydularda kullanılan güç kaynakları. Uranyum ve Plutonyum kadar aktif olmayan izotoplar yakıt olarak kullanılıyor. Hemen hiç hareketli parçaları bulunmuyor ve ürettikleri elektrikte kocaman kardeşlerine nazaran oldukça düşük. Fakat, ufak olmaları, bakım gerektirmemeleri çok soğuk ortamlarda çalışabilmeleri onları özellikle uzay görevleri için ideal yapıyor. Güneş enerjisinin verimliliğinin, güneşten uzaklaştıkça çok hızlı bir biçimde düşmesi, araçların elektronik donanımlarının sıcak tutulması gerekliliği, uzun soluklu görevlerde bu cihazları zorunlu kılıyor. Aşağıdaki sahne, The Martian (Marslı) filminden. Matt Damon, RTG'yi gömdükleri yerden çıkartıyor.

Evet, garip bir biçimde, Dünya'mıza göstermediğimiz özeni Nasa uzayda ki diğer gökcisimlerine gösteriyor. Doğrusunu yapıyor bence de. Çünkü, bir yere ait olmayan,orada yetişmemiş, gelişmemiş bir şeyi, her ne olursa olsun, mikrop, canlı, insan, fikir, ürünü, bir ortama sokmanın çok tehlikeli sonuçları olabilir. Hastalıklar mesela. İspanyollar Azteklerle karşılaştıkları zaman, onlara karşı zaferlerini sadece üstün silahları ve Azteklerin zafer için gitgide artan sayıda insan kurban etmelerine değil, yanlarında getirdikleri ve Azteklerin bağışıklığı olmayan hastalıklara da borçular. Aynı şey, kuzeyde İngilizler ve yerliler arasında da yaşandı. Yani Amerikalılar ve Kızılderililer. Bu tip olaylar, doğada daha da sık meydaha geliyor. Eğer bir canlının doğal bir düşmanı yoksa, o canlı bulunduğu ortamda apex predator haline gelebiliyor. Mesela Homo Sapiens. Yani insan. Zaman içerisinde doğada ki bütün rakiplerini defetti ve şu anda gezegenin hemen her noktasında yaşayan tek tür. Yani insan, doğanın dengesini, kendi lehine, değiştirdi.
         İşte, başka bir gezegene veya gökcismine gönderdiğimiz her araçla beraber, bunun aynı yerlerde tekrarlanmasını risk ediyoruz.
         Bir uzay aracında yer alabilecek mikrop vs. canlıların miktar ve çeşitliliği belki göze "dikkate alınmayacak kadar az" geliyor olabilir. Özellikle de -260 derecede, radyasyonla yıkanan bir aracın içinde. Ancak, ben ikna olamıyorum.
           Ve insanlı yolculuklar... İnsan hiçbir yere yalnız seyahat etmez. Ne Mars'a, ne de mezara. Vücudumuzda bizimle beraber yaşayan milyarlarca bakteri var. Bir kısmı hayatımızı kolaylaştırırken, bir kısmı hastalanmamıza sebep oluyor. Bunlardan tamamen kurtulmamız mümkün değil. Ayrıca, yanımızda onlarca bitki de taşıyacağız. Bize oksijen ve yemek üretmeleri için. Onların taşıdığı bakteriler de cabası.
       Kısacası, hayat olma ihtimali olan bir gezegene robotikte olsa, temasta bulunduğumuz anda, oranın habitatına müdahele etmiş oluyoruz.
        Bizim merakımız ve kendimizi beğenmişliğimiz yüzünden belki ileride "Venüslü" ve "Marslıların" olmayacağını düşünün.
        Evren çok büyük ve bu konuda çok dikkatli olmamız geerekiyor.