insanlar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
insanlar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6. toplu yokoluş (veya 7. hiç birinde orada yoktum, o yüzden sayamadım)

Soy tükenme başlıklarının reklam yüzü Kutup Ayısı


* Bu yazının herhangi bir amacı yoktur.



                       Yaklaşık 4 milyar yıldır dünyada hayat olduğu tahmin ediliyor. Tahmin ediliyor derken, sürekli yeni fosiller bulunuyor, yeni canlılar bulunuyor, yeni fikirler ortaya çıkıyor. Bunlar üstüne çok fazla yazmak istemiyorum, zira tamamen farklı bir konu. Bunun yanında altı ayda bir büyük keşifler olabilen bir alan hakkında yazı yazmak gözümü de korkutuyor.

                    Son bir kaç yıldır küresel ısınma ve soyu tükenen hayvanlar oldukça fazla konuşulan konulardan biri haline geldi. Bu elbette güzel bir şey. Ancak keşke dönüp dolaşıp "kendimizi yok ediyoruz" noktasına gelmese. İnsanlık olarak keşke bir işi de bencilleşmeden yapmaya çalışsak.


                   Çok bencil canlılar olarak, gelişmemizi de, gezegenimizin nefes alış verişlerini de hep "acaba hayatımızı nasıl etkilecek" şeklinde yorumluyoruz. Aklımıza hep ilk o soru geliyor;" bize ne olacak?". Sorunlarımızın çözümü için hep "daha önce olmadığımız yerlere gitmeye" çalışıyoruz. Bu önceden yemeğin, suyun bol olduğu, sıcaklığın uygun olduğu yerlerken, sonra tarıma uygun yerlere yönelinmeye başlandı. Şimdi ise özellikle yer altı kaynaklarına yakın yerlere gitmeye çalışıyoruz. Eğer gidemeyeceğimiz bir yerdeyse bu kaynaklar, en kolay bir araya getireceğimiz yerlere gidiyoruz. Kocaman kocaman, yolların kesişme noktalarında ki şehirlere.

                   İnsanların bu hareket biçimi hiç değişmedi. Hep bir şeyleri aradık. Yakmak için, yemek için, bükmek için, kesmek için. Ve yaralarımızı iyileştirmek için. İnsanoğlu bunun için önce doğaya, sonra bilime yöneldi. Şimdi tekrar doğaya, bilimin ışığında yöneliyor. Dediğim gibi, gelişiyoruz. Ama nasıl...

                  Bu biraz arı kovanına çomak sokmak gibi oldu. Bilmeyenler için söyleyeyim, bir çok hastalık için üretilen ilaçlar, doğadaki hayvanların, bitkilerin zehirlerinden üretiliyor. "Neden?" diye soracak olursanız, zehirlerin her biri vücut üzerinde farklı bir veya daha fazla noktaya etki eder. Çalışmasını engelleyerek veya daha fazla çalışmasını sağlayarak, vücut dengesinin bozulmasına sebep olur. Kullandığımız ilaçlarında yan etkilerinin olması bundandır.

                   Şu anki teknoloji seviyemiz, bilindiği kadarıyla tabii ki, insanlığa yeni hastalıklar üretme kapasitesini kazandırmış durumda. Elbette, teoride, bunlar için gerekli ilaçları, aşıları da. Ama, konumuz aslında bu değil. İlk paragrafta bahsettiğim küresel ısınma gerçeği maalesef gezegen üzerinde ki hemen bütün canlıları tehdit ediyor. Ancak bir tanesi var ki, onlar için tek tehdit, kendini gezegenin apex türü zanneden insan.

             Biraz dağınık ve karışık giriş kısmında sonra, konuya gireyim artık.

              







                       Virüslere karşı verdiğimiz amansız bir mücadele var. Çünkü virüsler "kötü". Ancak, virüslerin soylarının tükenmesi konusunda hiç bir sıkıntımız olmadığı gibi, bu konuda ki mücadeleyi de eleştiren hiç bir kısım bulunmuyor. Çeşitli sebeplerle ilaç kullanmayı reddeden kişiler dışında. Bunu da anlamıyorum. Farklı sebeplerle, dini, felsefi, korku bunun gibi ilaçları reddediyorsun ama, insan üretimi, yapay olan bir çok şeyi de kullanmaya devam ediyorsun. İnsan olmak "yaratıcı" olmaktır. Bunun bir parçasını kabul edip, bir parçasını reddedemezsiniz.

                   Virüslerin doğada, kendilerinde başka bir düşmanı yoktu. Ta ki insanlar küflerden, bitkilerden virüslerin "tedavisi" için gerekli "ilaçları", yani zehirleri temin etmeye başlayana kadar.

                   Virüs nedir?Virüsleri memeliler veya kertenkeleler gibi tanımlamak maalesef mümkün değildir. Bunun sebebi ise hem onlar hakkında çok az şey bilmemiz, hem de diğer canlı
Az önce dünya üzerinde 4 milyar yıldır hayat olduğu tahmin edildiğini yazmıştım. Bu hayat ne maymun, ne dinazor, ne insan ne de bakterilerden oluşuyor. Virüsler. Gezegenimizde en uzun süredir yaşayan "canlılar" virüsler. Ve gezegenlerini kimseyle paylaşmak istemiyorlar! Sadece ihtiyaçları olduğu kadar "kaynağın" hayatta kalmasına izin veriyorlar. Virüslerin çoğalması için diğer canlılara ihtiyacı var. Eğer, bulundukları ortamda yerleşebilecekleri, üreyecekleri canlılar olmazsa, onlar da varlıklarına devam edemiyorlar. Matrix filminden şu sahne, konuyu çok güzel özetliyor; formlarından çok farklı bir yapıya sahip olmalarıdır. Şöyle ki, virüslerin diğer canlılardan, özellikle bakteri ve mikroplardan çok çok daha basit bir yapıya sahip olmaları sebebiyle, "canlı" olup olmadıkları konusunda bile bir çok tartışma mevcuttur. Bazı tanımlarda "yaşamın kıyısındaki organizmalar" olarak geçerler. "Hayatta kalmak için", tıpkı "asalak" canlılar gibi bir konağa ihtiyaç duyan virüsler, konak olmadan çoğalamadıkları için asalak, yani "parazit" canlılar arasında da yer almıyorlar. Virüslerin yol açtığı hastalıkların başında AİDS, kabakulak, suçiçeği, kızamık, kuduz, sarıhumma, grip, çocuk felçi ve soğuk algınlığı gelir. Evrimin en önemli araçlarından biridir.

Virüsler hakkında daha fazla bilgi sahibi olmak için;

https://tr.0wikipedia.org/wiki/Virüs

adresini ziyaret edebilirsiniz.

              Virüsler ve diğer canlılar, virüslerin bencil davranış biçimlerinden dolayı pek iyi anlaşamıyor. Fakat, doğal hayatta birbirine düşman, av - avcı olan bir çok canlı gibi, virüslerin de doğa da kendine has, başka bir faktör tarafından doldurulamayacak rolleri var. Mesela evrimde ki rolleri sadece "zayıf olanı" veya şanssız olanı öldürmek değil. Hücre içinde ki DNA'nın değişmesini sağlayarak, evrime de katkı sağlıyorlar.

                Şu ana kadar yaşanmış olan bütün kütlesel yokoluşlardan kurtulan virüslerle olan mücadelemizin, insanlığın kendi sonunu getirebileceği konusunda neredeyse hiç düşünülmüyor. Kamusal alanda konuşulan tek şey "süper grip" korkusu ve antibiyotik kullanımının önlenemez yükselişi. Özellikle "Board Spectrum Antibiotics", yani "geniş yelpazede etkili antibiotikler", hastalığın sebebinin tespit edilemediği durumlarda doktorlar tarafından bütün dünyada sıklıkla kullanılıyor. 


   Şimdi, burada bir noktaya değinmek istiyorum. "Tıpta çok ilerlemiş" olabiliriz. Özellikle son 50 yılda. 50 yıl önce de, bir önce ki 50 yıla göre "tıpta çok ilerlemiş"tik. Tıpta sürekli ilerliyoruz. Fakat, doktorlarımız (cerrahlar değil) hala "diplomalı ilaç tedarikçisi" olmanın önüne geçebilmiş değiller. Hastaneye gittiğiniz zaman, rahatsızlığınızın vücudunuza etkisine göre (beyin, kol, kemik, mide vb.) bir bölüme gidiyorsunuz, yapılan kan testlerinin sonucuna göre size bir ilaç veriliyor. Fakat bu ilaçların uzun dönemli etkisini çoğu zaman bilmiyoruz. Düşünün, belki 100 yıldır kullanılan Aspirin'in bile hala yeni yeni etkileri tespit ediliyor. Bunun yanında şu anda kullanımda olan bir çok ilacın test süresi 5 yılı geçmiyor.

             İlaçların prospektüsünde yazan bir çok şey, tıbbi terimler sağolsun, ilaçların bütün etkilerinin tespit edildiği izlenimi veriyor. Ancak, dikkat edin, en altta yazan cümle her zaman aynı; "Beklenmedik bir etkisi olması durumunda doktorunuza danışınız.

            İlaçların vücudumuza ne yaptığını, bu ilaçları geliştiren bilim adamları da, bunları kullanmamızı tavsiye eden doktorlar da bilmiyorlar. Eğer ilaç beklenmedik bir etki yaratırsa, doktorun tavsiyesi ise ya ilacı bırakmak ya da dozajını düşürmek.

            Peki ilaçlarımızı almamalı mıyız? Kesinlikle hayır. Ben de günde en az 2 ilaç kullanan bir insanım (maalesef). İlaçlarımı almadığım zaman yaşadıklarımı biliyorum. Ancak, ihtiyacımız olmadıkça ilaç almamalıyız. "Hastalıklara savaş açmamalıyız".

             Hastalıklar kitlesel evirm yanında, bireysel evrim ve gelişme açısından çok önemli. Yine kendimden örnek vereceğim, eğer ortasonda iki kolumu kırıp 3 hafta okula gidememiş olsaydım, belki de asla okuma alışkanlığım olmayacaktı.

              Virüsler konusunda... Virüslere karşı kazanılan her "zaferin" ileri de çok daha büyük yenilgiye dönüşebileceğini unutmayın. Bu dünyanın 2 milyar yıldır bize değil, aslında onlara ait olduğunu unutmayın.


                İnsanoğlu sadece daha büyük, o kadar.










“İdeal Aerodinamiğe sahip Bok” sorunsalı


Hepimizin yaşadığı ancak üstüne konuşmadığımız şeyler vardır. Bunların en önemlilerinden biri hijyen, özellikle tuvalet ve banyoda yaşadığımız, tecrübe ettiğimiz olaylardır. Tıbbi konular dışında vücut atıklarımız hakkında konuşmayız. Utanırız. Hatta haklı olarak iğrenç gelir. “Kakamı bir yapmışım, iki elimin içine sığmaz, rahat 3kg gelir” gibi muhabbetler en yavşak, en alkollü, en seviyesiz ortamlarda dahi olmaz, şükürler olsun. Ama ben az sonra buna benzer bir şey anlatacağım. Ona göre. İsterseniz paragraf atlayın, isterseniz sekmeyi kapatın. 

Herkes yaşar. Tuvalette işiniz biter, sıraya ortamı, çevreyi bulduğunuz ve bulmak istediğiniz gibi bırakmak için temizlemeye başlarsınız. Sifon elbette ilk kullanılacak ve en güçlü silahızıdır. Sifonu çekersizin ancak klozette yer alan “kusursuz eseriniz” inatçı çıkar ve bir türlü “yapıştığı yerden” kurtulmaz. Hatta daha kötüsü, gitsin diye siz sifonun basıncını arttırdıkça (eğer sifonun böyle bir opsiyonu varsa) eserinizin çevresindeki “zayıf ve akımı bozan kısımlar” kopar gider. Ve geriye rüzgar tünelinde biçimlendirilmişçesine mükemmel aerodinamiğe sahip bir bok kalır. O noktadan sonra sifonun yapabileceği hiç bir şey yoktur, zira mükemmel “biçimi” sayesinde akan suyun direcinden minimum seviyede etkilenmeye başlar bok. Bu noktada yapılabilecek şeylerin sayısı elbette herkesin iğrençlik toleransı veya tuvalet alışkanlıkları ile sınırlı. Benim aklıma ilk gelenler, eğer bir eşya olsaydım kesinlikle olmak istemeyeceğim ilk şey, tuvalet fırçası. Evet, zaten bunu bir adım ileride kullanacaktık, daha erken kullanmanın bir zararı yok. Fırçanın “boka döneceğini” bilsekte. İkincisi ise erkek olmanın avantajını kullanmak. Bahsettiğim şey “Surgical Strike” yani eserin “kritik noktalarına” doğru işeyerek yapısal bütünlüğünü, o “muazzam aerodinamik dizaynını” sakatlamak ve sifonun daha “etkin” çalışmasını sağlamak. Aslında eğer mesaneniz yeteri kadar doluysa bunun üstünden bir sürü fantezi yapabilirsiniz. Ama ne yaparsanız yapın, asla temizliği yapmadan oradan ayrılmazsınız. Çünkü oraya girecek olan kişi kendimizdir. 

Bu yazı aslında “Alpha & Beta” girdisinin son paragrafıydı. Ancak sonradan kaldırıp, üstüne daha doğrusu devamına yeni bir girdi yazmaya karar verdim. Böylesi daha doğru geldi.

“Kendimle ilgili en büyük sorunlardan birinin kendimden çok fazla şey beklemem olduğunu fark ettim. İnsan üstü seviyede hemde. Kendimden aynı zamanda en azından düzgün koordinasyonu olabilecek kadar bir sporcu, dansçı olmayı bekliyorum. Hiç bir konu hakkında “bilmiyorum” dememek istiyorum. Kendimden bu kadar çok şey bekleyip, birde hepsini gerçekleştirmeye kalkışınca elbette neredeyse hepsi havada kalıyor. Ama daha kötüsü var. Bir yere kadar gelmiş oluyorum hemen her hedefimde. Ve bunlarla ilgili konuşacak kadar bilgimde oluyor. Ve insanlar sanki ben o konuda gerçekten ciddi bilgiye sahipmişim gibi bir yanılsamaya düşüyorlar. Aslında pek bir şey bilmediğimi bildiğim konularda bilgili gözüyle bakılıyorum. “Bunu bunu bunu biliyorum ama, gerisi muamma” falan gibi bir cevap verdiğim zaman ise “alçak gönüllü” oluyorum. Her zaman söylediğim bir şey var; “ne kadar şey biliyorum ama, neleri bilmediğimi tahmin edebiliyorum”. Az önce ki alçak gönüllü yaftası ile hiç uyumlu olmayan, gayet kendini beğenmiş bir yaklaşım olduğunu biliyorum. Odamda panomda, bilgisayarda, masamın üstünde bir sürü liste var. Neleri öğrenmem gerekiyor, ne için gerekiyor ve nedir listeleri. Kafamda ki listelerin sayısı bile yok. Ah şu listelerden, şu sistematiklikten bir kurtulabilsem, biraz daha rahat bir insan haline geleceğim ama... İçime işlemiş gibi geliyor artık.

                Eğer devam edersem bu yazı çok uzayacak. Okuması güç hale gelecek, zaten çok kolaymış gibi. O yüzden burada kesiyorum.”

            Elbette herkes hayatında sıkıntılar, sorunlar yaşıyor. Aksi mümkün değil zaten, adı üstünde hayat. Hepimizin hayatında ideal aerodinamiğe sahip boklar var. Kurtulması sıkıntı yaratan, bizden başka kimsenin görmediği, çözemeyeceği sorunlar. Bu sorunların kaynağı biziz, çözüm aracıda bizde. Ancak bok metaforundan uzaklaşıp biraz geniş bakarsak, aslında çözmesi en zor sorunlar bunlar. Hemen her insan karşılaştığı sorunları çözmek için önce kendine yönelir. Eğer ki hayatı boyunca edindiği bilgileri kullanmayı biliyorsa, onları kullanmaya çalışır. Tecrübelerini araştırır. İç güdülerine güvenmek ister. Arkadaşlarına danışır. Ama sorunun kaynağının “biz” olduğumuz durumlarda bunların hepsi yararsız kalır. Yetersiz demiyorum. İkisi farklı. Soruna yol açan, sorunu yaratan zaten bizim o ana kadar edindiğimiz huylar, kişilik ve alışkanlıklar, arkadaşlar ve bunun gibi bizi sokakta herhangi birinden ayıran detaylardır. Sorunu çözmek için, hali hazırda sorunu yaratan araçları kullanmaya çalışırız yani. Ve başarısız oluruz. Daha kötüsü, neden başarısız olduğumuzu da anlayamayız. Bu araçlar, bu taktikler daha önce bizi hemen her zaman düzlüğüe çıkarmamışmıydı? Nerede hata yaptık? Düşünür dururuz. Sorunu sahip olduğumuz araçlarla çözemediğimizi anlayana kadar bu döngü böyle gider. Veya unuturuz. Ama burada unutmak bir çözüm değildir. Sorun ehemmiyetini kaybetse bile varlığını sürdürür. Yıllar sonra “içimizde kalmış” olarak bize geri döner. 

            Aslında çözüm olmayan bir davranış şekli daha var. Ben genellikle strateji oyunu oynarken kullanırım bu taktiği veya salaklığı. Hedefinize ulaşmak için çok uğraşmışsınız, “kan dökmüşsünüzdür” ve nihayet bir açıklık görürsünüz veya yaratırsınız. Ancak orası aslında fırsat, açıklık falan değildir. Tuzakta değildir. Savunmasız bir nokta olduğu çok bariz ortadadır. Aslında yapmanız gerekenin önce “etrafı temizlemek” olduğunu bile bile, sorunu ortadan kaldırmak için sabırsızlıkla ileri atılırız. Bunu tarif etmek için çok uzun bir yazı yazabilirdim ama özeti şu olacaktır; bir labiranetten çıkmak için seyrek güllerden oluşan bir duvarın içinden koşarak geçmek... Evet, sorunu yine çözdük, artık o duvarın bizim için bir önemi kalmadığını düşünüyoruz. Ama duvar hala orada, labirent orada. Etrafımızı çizen, kesen dikenlerde, canımızın acısı ayrı hikaye.

            Burada dikkat edilmesi gereken bir nokta daha var. O labirentten kurtulmaya çalışırken, sorunu ortadan kaldırmak adına, labirenti yakabilirdik. Değil mi? Peki bu sorunu çözer miydi? Anlık olarak belki. Ancak büyük sorunların en önemi özelliği her zaman aynaları olmalarıdır. Tıpkı yukarıda dediğim gibi insanda “içte kalma” ezikliğini yaratırlar. Yapmamız gereken labirentin haritasını çıkarmaktı. Ne labirenti yakmak, ne kurtulma güdüsüyle güllerden duvarın içinden geçme. Ben büyük sorunların sadece “çözülmediğini” düşünürüm. Büyük sorunlar aynı zamanda yenilmesi gereken düşmanlardır. Kazanılması gereken bir çatışmadır, savaştır. Sorunu çözmek aynı zamanda yenmek anlamına gelmelidir. Bu sebeptendir ki, filmlerde hikayelerde kötü adamlar iyi adamları yakaladıkları zaman en mantıklı olanı, yani kahramanı hemen öldürmek yerine onları ezmek, egolarını tatmin etmek isterler. Sorunun hayaleti ile uğraşmak istemezler. Kafalarının içindeki labirentten kurtulmuş olmaları gerekir. Evet, kötü adamı savunuyorum, ne var bunda. 

            Sorun çözmek. Şüphesiz ki bir insanın sahip olması gereken en önemli yetenektir. Daha iyiside var aslında; o da sorunları ortaya çıkmalarını engellemek. Ama eğer insanın hayatında hiç sorun yoksa, olmuyorsa, olamıyorsa, bu seferde kendini tanıma, kendini tanıtma şansı, imkanları azalıyor. 

            Boktan girdim, kendimden çıktım. Ancak sanırım yazının nereye gittiği hakkında bir fikriniz olmaya başladı. Durum şu ki, hepimizin sebepleri aslında içimizde olan, ancak göremediğimiz sorunları var. Bilgisayar tabiriyle “sorun klavye ile monitor arasında“. Peki ne yapmak lazım bu gibi durumlarda? Merak etmeyin “basite, başlangıca dönün” demeyeceğim. Sahip olduğumuz araç, imkan ve kabiliyetler ile aynı duruma düşeceğimizi söylesem yanılmam herhalde. İhtiyaç duyulan şey yeni bir araç; yardım. 

            Bu noktada itiraf etmem gerekirse haddimi aşacağım. Yardım istemek. Peki kimden? İlk seçenek, aile veya arkadaşlara yönelmek. En mantıklısı. Ancak bunlar zaten sahip olduğumuz araçlar. O zaman bize aynı şekilde kullanabileceğimiz ama sahip olmadığımız bir araç gerekiyor değil mi? Nereden bulacağız peki? Arkadaşlarınız. Veya o kadar yakınsanız abinizin, ablanızın, kuzenlerinizin arkadaşları. Ama herhangi bir arkadaşları değil. Hemen herkesin çevresinde sorumluluk sahibi olan, daha önce bir çok sorunla karşılaşmış ve hayatta kalmayı başarmış, veya kafası cidden “acayip” çalışan biri vardır. – Burada kendimi referans göstermiyorum -  Bu noktada zaten sizin ihtiyacınız olan şey “dışarıdan bir bakıştır”. Şimdi diyorsunuz ki “arkadaşlarımızda zaten sahip olduğumuz araçlara dahil değilmiydi, bunun nasıl bir faydası olacak bana?”. Ve haklısınız. Bende diyeceğim ki normalde bir testereyi bir şeyleri kesmek için kullanırsınız değil mi? Bir kerede havada sallayarak müzik yapmak için kullanın. Ayrıca ”bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim ” gibi çok güzel, aslında çok mantıklı olan bir deyişimiz var. Ancak tam olarak doğru değil. Sadece 30sn düşünün, aslında arkadaşlarınız arasında o kadar fazla fark varki. Bir yerde tesadüf bir araya gelip arkadaşlık ettiğiniz insanlar vardır. İlgi alanlarınız benzemez, hayat görüşleriniz benzemez. Ama bir biçimde o insanlarla arkadaşlık edersiniz. Ve o sizin, siz onun hayatında olduğunu bile bilmediğiniz boşlukları doldurur. 

            Size en fazla 2-3 çay, kola veya biraya patlar. Ayrıca yan getirileri de çok fazladır. Bir kere hali hazırda saygı duyduğunuz bir arkadaşınızın saygı duyduğu ve tanımadığınız bir arkadaşı ile tanışma şansınız olur. Arkadaşınızı daha iyi tanımanızı sağlar. Arkadaşınız ondan yardım istediğiniz için size daha fazla saygı göstermeye başlar. Ya da daha önceden hiç duymuyorsa duymaya başlayabilir. Arkadaşınızın arkadaşı burada çok önemli. Daha önce dediğim gibi, herkesin sorunları var. Bu kişiye karşı çok dikkatli olmak gerekiyor. Size saldıracağından falan değil ama, merak etmeyin. Yazının başından beri iğrenç bir biçimde her türlü yakına sorunu çözmek adına “araç”, “imkan ” ve “kabiliyet” diyip duruyorum. Burada da aynı anlayış geçerli. Eğer ki sahip olduğunuz araçlardan maksimum fayda ve verimi almak istiyorsanız, onlara o şekilde davranmanız gerekecektir. Ama size burada araçlara, pardon insanlara nasıl davranmanız gerektiğini anlatmayacağım. Fakat bilmeniz gereken şey, arkadaşınızın arkadaşınında  sorunları olduğu. 

            Bu kişi farkında olmadan sizin sorunlarınız hakkında düşünürken, konuşurken kendi sorunları hakkında yorum yapıyor olacak. Anlattığınız bazı şeyleri dinlemeyecek, yok sayacak. Empati kurduğunu düşünüyor olduğunu sanacaksınız ancak bu aslında olmayacak. Ve bu iyi bir şey, ister inanın ister inanmayın. Çünkü bu sayede sizin yaşadığınız “kendiniz olma kirliliğinden” uzaklaştırmış olacak. Sizin sorununuz hakkında sizden uzaklaşarak yorum yapacak, dinleyecek, çözüm önerecek. İşte dışarıdan bakmak bu zaten.

            Uygulanabilecek olan diğer bir seçenek profesyonel yardım almaktır. İnsanın gözünü korkutur, cebini boşaltır. Adınızı çıkartır. Ancak tam anlamıyla dışarıdan birinin bakış açısına kavuşursunuz. Etkilidir. 

            Unutmayın, bir sorunla uğraşırken kullandığınız araçlar, taktikler ne kadar sıra dışı olursa sorunu o kadar rahat çözersiniz. Ve tatminide o kadar yüksek olur. Ancak ilk yapmanız gereken sorunu çözmek istemek. 

            Bok ve tuvalet metaforu yapmak istemiyorum. Sorunlarınızı çözün ki, hayatınıza onlardan kaçarak, onları düşünürek devam etmeye çalışmayın. Sorunlar çözülmek içindir, kederleriyle, sıkıntıları ile kendimizi sarıl sarmalamamız için değil.
 
            Ve kesinlikle unutmayın; eğer sorunu çözmek için dışarıdan yardım almışsanız ASLA AMA ASLA söylenenleri harfi harfine uygulamayın. Kendinizce yorumlayın, kendinizden bir şeyler katın. Daha önce kendi kendimizin düşmanı olduğumuzu ima etmiştim. Eğer bunu yapmazsanız gelişmeden değişirsiniz. Daha iyiye doğru değil, sadece farklı olmaya doğru ilerlersiniz. Bu satırları yazan beni bile çok ciddiye almayın. Neticede herkesin bilgisi, tecrübesi bir seviyeye kadar. “Bilinmeyene” ve şans faktörüne saygılı olun.