amaç etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
amaç etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Büyük Yeşil Duvar





Sahara… Yazarken, okurken bile insanın aklına hemen neredeyse büyülü, insanı bir anda içine çekecekmiş gibi hissettiren bir isim. Bedevi hikayeleri ile farklı bir romantizmin, hayatta kalmanın en zor olduğu yerin ismi. Dünyada ki en büyük ikinci çölün ismi; Sahara Çölü.

                Evet, en büyük çöl değil. En büyük ikinci çöl. En büyük çöl, okuyunca çok şaşıracaksınız, Antartika.

                Geology.com ‘daki taınma göre çöl; Yıllık 250mm’den az yağış alan bölge veya alanlar çöl olarak kabul edilir. Kutup bölgelerini, kar fırtınaları ile olmalarına rağmen, çöl olarak kabul edilmesi çok garip gelebilir. İlk okuduğum zaman bunu reddetmiştim ve araştırmaya karar vermiştim. Sonra şunun farkına vardım. Bildiğimiz çöllerde kum fırtınaları gerçekleşiyor. Kutuplarda ise kar ve buz fırtınaları. Bu bölgelerin örtüsü bunlar çünkü. Daha da ilginci, Pasifik okyanusunun da önemli bir kısmı çöl olarak kabul edilebilir. Ne su altında, ne de su üstünde neredeyse hiç hayat yoktur ve su üzerinde sıcaklık farkları çok yüksek olabilir. Biraz zorlama oldu evet, neyse ki yazımda bunun üstünde bir daha durmayacağım.

                Sahara çölünün haritada nerede olduğunu herkes biliyordur. Yine de bir harita paylaşıyorum.  Eğer, bu haritada Sahara çölünü ararsanız, bulamayacaksınız, çünkü henüz sular altında. Evet, Dünya tarihinin önemli bir kısmında Sahara’yı oluşturan coğrafya sular altında yer alıyordu. Bu gün bile, bölgede yapılan arkeolojik çalışmalarda o dönemlerde yaşayan Balina – evet Balina, fosillerine rastlanmaktadır. Bu denize bu gün Tethys Denizi ismi verilmektedir. Tethys Denizinin ortadan kalkıp Sahara Çölünün ortaya çıkmasının, birçok insanın düşündüğü gibi küresel ısınma ile hiç ilgisi yok. Teknotik hareketler.

                Sahara’nın oluşmasının sebebi, kuzeye doğru ilerleyen Afrika plakasının, Avrupa plakası ile çarpışmasıdır. Afrika plakasının yukarı doğru kalkmış zamanla deniz seviyesinin üzerine yükselmiştir. Bulunan Balina fosilleri, bu aşamada gittikçe küçülen ve parçalanan Tethys Denizinde hapis kalmış hayvanların fosilleridir. Piramitleri yapmak için kullanılan Kireç taşı ve Kum taşlarının içinde de önemli kısmı deniz altında yaşayan, yüzlerce türe ait fosiller bulunmuştur. Bunların içinde tek hücreli canlılar ve bitkilerde mevcut.

                Yapılan araştırmalara göre Tethys’in yok olmasıyla ortaya çıkan bölge, çok uzun süre oldukça fazla yağış alan, yemyeşil bir yerdi. Bugünkü hayatın dünya üzerinde en zorlu olduğu yerlerden biri haline gelmesinin sebebi olarak Dünya ekseninde ki değişme gösteriliyor. Değişim sorucu Oğlak ve Yengeç Dönencelerinin yerleri değişmiş, bununla beraber birçok bölgede yağmur ve sıcaklıklar da değişmeye başladı. Yağmur miktarı azalıp, sıcaklıklar arttıkça, yaşamda yavaş yavaş Sahara’dan uzaklaştı. Ve bugün bildiğimiz haline geldi. Kısaca.

                Sahara’nın tarihi çok daha uzun ve hareketli. Ama uzatmak istemedim. Çünkü bu yazının esas konusu Sahara’nın geçmişi değil, geleceği.

               
Sahara çölü, Cezayir, Çad, Mısır, Libya, Mali, Marutanya, Fas, Nijer, Sudan ve Tunus ülkelerinde bulunuyor ve ortalama olarak 9,2 milyon km2 alana (ülkemizin 11.7 katı) sahip. Ve, maalesef, bu alan büyümeye devam ediyor. Çöllerin dünyanın ekolojik dengesi ve hayat çeşitliliği açısından önemi büyük. Fakat, yayılmaları yine aynı sebeplerden dolayı olumsuzluklara yol açacaktır. Netice de çöller bitki ve hayvan yaşamı için uygun olmadığı gibi, insan hayatını destekleyecek birçok kaynaktan yoksun, tarıma da uygunsuz alanlar.

                Bu ve bunun gibi onlarca sebepten dolayı 2007 yılında Afrika Devlet ve Hükümet Başkanlarının onayı ile “Büyük Yeşil Duvar” girişimi hayata geçiyor. İlk adımlar 2011 yılında, Afrika Birliğinin projeye 1.7 milyon Euro kaynak ayırmasıyla başlıyor. Projenin amaçları;
                Afrika’da kurak alanlarda yaşayan insanların yaşam koşullarını düzeltmek, iklim değişikliklerine karşı korumak ve kuraklığı önlemek,

               - Kurak bölgelerde ki ekosistemi güçlendirmek ve korumak ve geliştirmek,

                -Bunların sağlanması için ulusal ve uluslararası kaynakların bir araya getirilip, “Büyük Yeşil Duvar” ın oluşturulmasını sağlamak.

                -Bu girişime katılan ülkeler; Cezayir, Burkina Faso, Çad, Cibuti, Mısır, Etiyopya, Gambia, Mali, Moritanya, Nijer, Nijerya, Senegal ve Sudan. 

                Projenin ana yüklenicisi United Nations Convention to Combat Desertification, yani (Birleşmiş Milletler Çölleşme ile Savaşma ve Yeniden Kazanma). Yer alan bütün organizasyonları saymaya çalışırsam, burası bir sürü kısaltma ve yukarıda ki gibi bunların tam doğru olmayan çevirileri ile dolacak. O yüzden, bunları öğrenmek isteyenlerin aşağıdaki linke bakmalarını tavsiye ediyorum;
                http://terrafrica.org/partners/

               
Projeyle yapılmak istenen, Atlantik kıyısından, Kızıl deniz kıyısına kadar kesintisiz ilerleyen, çölün yayılmasını engelleyecek, genişliği 15-20km olan ağaçlardan bir duvar oluşturmak. Kısacası, çok büyük, tarıma büyük ölçüde uygun olmayan bir araziye, milyonlarca ağaç dikip, bunların büyümesini sağlamak. Ağaçların zaman içerisinde, Amazonlar Hindistan ormanları gibi yağmur çeken bir ortam yaratabilmesi amaçlanıyor. Ayrıca, bu bölgedeki halkın projede yer almasıyla, bu insanlara da iş olanağı kazandırılmış oluyor.

                Haritaya bakarken dikkat ettiyseniz eğer, Mısır duvara ev sahipliği yapmayacak olmasına rağmen, projenin destekçileri arasında. Bunun sebebi, ülkenin can damarı olan Nil Nehrinin devamlılığının sağlamak istemeleri. Tanzanya, Uganda ve Kenya ülkelerinin sınırlarının bulunduğu Viktorya Gölü, Nil Nehirinin kaynaklarından biri (Beyaz Nil). Buradan kuzeye doğru ilerleyen Beyaz Nil, Güney Sudan, Etiyopya, nihayetinde Mavi Nil ile birleştiği Sudan’dan Mısır’a ve oradan Akdeniz’e akıyor. Nehir bütün bölge ülkeleri için çok önemli bir kaynak. Bu sebeple kirlenmemesi ve kurumaması hayati önem taşıyor. Bundan dolayı bölgedeki yağmur miktarının artması da önemli.

By Hel-hama - Own work, CC BY-SA 3.0, https://commons.wikimedia.org/w/index.php?curid=27624659

                Buna benzer bir proje, eş zamanlı olarak Çin’de de yürütülmekte. Bildiğiniz gibi Gobi çölü Orta Asya’nın ortasında bulunuyor. Yıl içerisinde Gobi’den atmosfere yükselen tozlar, Pasifik okyanusu üzerinden ABD’nin batı kıyılarına kadar ilerleyip, burada sıcaklığın yükselmesine, havanın kirlenmesi sebep oluyor. İlginç bir şekilde, her yıl ABD ve Karayip Adalarına da büyük zararlar veren fırtınaların oluşmasında da Sahara Çölünün büyük etkisi bulunuyor.

                Tekrar Çin’e dönüyorum. Çin’in sahip olduğu ekonomik imkanlar, Afrika ülkelerinin belki toplamından da daha fazla olduğu için, işler daha hızlı ilerliyor. Bunun yanında, özellikle ABD olmak üzere Çin’i “yeni kötü dev” gibi tanıtsalar dahi, birçok ülke çevrecilik konusunda aynı adımları atmaktan kaçınıyor.  Tabii Çin’in özellikle termik santraller yüzünden yaşadığı çevre sorunları da bu konuda ki çabalarını kamçılayan önemli bir etken. Bunun yanında Çin hükümeti özellikle güneş panellerinin yaygın kullanımı ile kendi üreticilerini destekleyip, reklamını yapıyor, hem de fiyatların düşmesinde etkili oluyor. 

                Tekrar konudan uzaklaşacağım ve tarihe yöneleceğim. Haritalara dikkatli baktığınızda, bölgenin bizlerin ana yurdu olan bölgeye çok yakın olduğunu fark edebilirisiniz. Atalarımızın Orta Asya’dan ayrılıp diğer bölgelerine göç etmesinin sebebi değişen iklimle birlikte hayatın zorlaşması olduğu düşünülüyor. Kısacası, eğer Gobi Çölünün ortaya çıkmaya başlamasıyla beraber, sadece Türk tarihi değil, Dünya tarihinde de birçok önemli olayın temelleri atılmıştır. Hunların batıya ilerlemesi sonucu Kavimler Göçü ve Roma’nın yıkılması sanırım en sansasyonel olanı. 

                Tarih derslerinde işlemiş olduğumuz Orhun Yazıtları da günümüzde Moğolistan’ın başkenti Ulaanbaatar şehrinin yakınlarındadır.

                “Çöllere karşı” açılan bu savaş, dünyamızın geleceği için hiçbir şey ifade etmiyor. Neticede üzerinde yaşadığımız bu gezegen genel olarak Silisyum, karbon ve demirden oluşmuş bir kaya. Ancak, üzerinde yaşayan bizler için, bütün canlılar için, büyük önem arz ediyor. Carl Sagan’ın beyaz perdeye de uyarlanan ünlü kitabı “The Contact” (Mesaj) uzaylıların yanına gönderilecek ilk kişiyi belirlemek yapılan çalışma sırasında Judie Foster’ın canlandırdığı Eleanor Arroway karakterine “tek bir soru sorma şansınız olsa, onlara ne sorardınız?” diye sorar. Dr. Eleanor Arroway’in cevabı “kendinizi yok etmeden bu kadar ilerlemeyi nasıl başardınız?” cevabını verir. İzlemediyseniz, izlediyseniz bile hatırlamak için tekrar izlemenizi tavsiye ederim.



Ya Mars'ta hayat varsa?

Mars'ın Hubble ile çekilen fotoğraflarından biri.
         Yazıya başlarken öncelikle belirtmek istiyorum ki, yazının sonucunu "Mars'a değil, Venüs'e ilerlemek daha mantıklı" düşüncesine getirmeyeceğim. 
Son zamanlarda çok konuşulan konulardan ikisi Dünya dışında yaşayan canlılar ve Mars'ın kolonileştirilmesi. Özellikle, Mars'ta hayat olabileceği ihtimali üzerinde çok duruluyor. Üstelik büyük bir heyecanla. Bence, insanlar bu konuda haksız sayılmaz. Henüz Mars hakkında bu kadar çok şey bilmezken bile, diğer gezegenlerin aksine, hep bir "Marslı" düşüncesi hakimdi insanlarda. Hiç "Venüslü" veya "Satürnlü" diye bir şey duydunuz mu?
       Henüz 1897 yılında H.G. Wells tarafından yazılan "War of the Worlds" (Dünyalar Savaşı) kitabı, 1938 yılında Orson Wells tarafından haber bülteniymişçesine radyodan yayınlanıp Amerikalıların gönüllerine korku salmadan önce bile bir "Marslı" düşüncesi ve korkusu mevcuttu. Mars'ın Ares ismiyle, Yunanlılar tarafından "savaş tanrısı" olarak görülmesi aklıma gelen en eski bilgi bu konuyla ilgili. Karışıklığa mahal vermeyeyim, Mars ismini Romalılar vermiştir. Ares ismi Mars'tan daha eskidir ve Yunanlılar tarafından verilmiştir..
         Mars, mitolojide Romus ve Romulus kardeşlerin babası olarak görür. Romus ve Romulus ise Roma şehrinin mitolojik kurucusu kardeşlerdir. Star Trek hayranları, Romulanların Roma benzeri hiyerarşisine şimdi bir nebze daha fazla anlam yükleyebilirler. Bunun yanında "Martius" ayı, günümüz Türkiye'sinde ki ismiyle, benim de doğduğum ay olan, eskiden yıl başı olarak kabul edilen "Mart" ismi de Romalıların Mars'ın onuruna verdikleri isim olarak günümüze ulaşmış. Ancak, benim favorim hala "Thor's day" yani Thursday". Yunan mitolojisine daha fazla girmek istemiyorum. Sanırım insanlık Mars'ın sadece gökyüzünde ki "kırmızı nokta" olmaktan ileri gittiğini anlatmayı başardım.
Peki, neden kırmızı?
Mars'ın, çok sevdiğim bir program olan World Wide Telescope'dan alınan bir görüntüsü
          Mars'ın toprağı, tıpkı kardeşi Dünya gibi, büyük oranda demirden oluşuyor. Ancak, yüzeyde çok daha fazla ve oksitlenmesi çok daha yoğun. Evet, oksitlenme. Oksijen. Mars atmosferinde oksijen mevcut. Ancak hemen heyecanlanmayın. Oksijen miktarı, bizim bildiğimiz ve istediğimiz anlamda yaşama izin verecek kadar fazla değil. Bunun yanında hava basıncının aşırı düşük olması da çok büyük bir handikap. Koruyucu giyisiler olmadan Mars'ın kızıl toprağında gezemezsiniz. Tabii, ertesinde hayatta kalmak istiyorsanız.
         "Toprak" burada teknik olarak uygun ve doğru kelime olmadı ama, kulağa güzel geldiği için değiştirmedim.
         Mars'ta hayat bulma çabaları Nasa tarafından büyük bir umutla devam ettiriliyor. Ve yakın zamana kadar bu arayışın olumlu sonuçlanacağı tahmin ediliyor. Peki Mars'ta nasıl bir canlı hayatta kalabilir? Sıcaklık farkının yüksek olduğu, manyetik alanı olmayan, Güneğin bütün radyasyonuna karşı savunmasız, sıvı halde suyun bulunmadığı, aslında sıvı halde hiçbir maddenin bulunmadığı ortamda nasıl bir canlı hayatta kalabilir? Cevap basit; mikrop ve bakteri benzeri, tek veya birkaç hücreden oluşan canlılar.
       Google'dan "Protistler" aratırsanız, benim burada anlatabileceğimden çok daha fazla ve doğru bilgi edinebilirsiniz. Ancak, Wikipedia makale girişi;
"Protistler, ayrışık bir canlı grubudur ve hayvan, bitki ya da mantar olarak değerlendirilemeyen ökaryot canlılardan oluşur. Protistler bilimsel sınıflandırma açısından âlem olarak değerlendirilse de tek soylu değil, kısmi soylu bir gruptur. Vikipedi"
        Büyük ihtimalle bulacağımız canlılar tek hücreli veya mikroskobik canlılar olacak. Bunun sebebi, bir canlının "basitleştikçe", o kadar dayanıklı olması. Tamam, bunu ben uydurdum. Ancak, dünya çevresinde birçok "aşırı" ortamda yaşayan bir çok mikroskobik canlı mevcut. Ph oranı yüksek göllerde, aşırı sıcaklığa ve basınca sahip yer altı sıcak su bacaları etrafında, çok soğuk ortamlarda yıllarca "uyuyarak" hayatta kalabilen, hatta, uzay şartlarında 3 ay hayatta kalabilen canlılar var. İşte, bu sebeplerden dolayı, Mars'ta "küçük gri adamlardan" ziyade, bu çok daha küçük ve diğer canlılar için potansiyel tehlikeli, canlıların olması daha akla uygun. Tabii ki Ay'ın diğer yüzünü göremediğimiz için orada gizli uzaylı üsleri, ABD ve "Sovyet" üsleri olduğunu, Ay'ın aslında hologram olduğu düşünenlerden değilseniz.

Sol tarafta Ay'ın Dünya'dan görünen, sağda ise görünmeyen yüzü


 Ben uzaylı olsam, Jupiter'in uydularından birinde üs kurardım. Zira, Jupiter'in, Güneş'in kendisinden bile daha büyük olan, manyetik alanının oluşturduğu radyasyon, insanların, robotlar aracılığı ile bile olsa, Jupiter'i ve uydularını detaylı incelemelerini uzun bir süre engelleyecek. Nasa'nın son Jupiter görevi Juno ile ilgili;
https://tr.wikipedia.org/wiki/Juno_(uzay_arac%C4%B1)
adresine bakabilirsiniz. Türkçe pek fazla kaynak yok maalesef.
Burada ufak bir bilgi eklemek istiyorum. "Neden robotlar yüksek radyasyon bölgelerinde çalışamıyorlar?" sorusunun cevabı. İki sebebi var, kullanılan kablolar erimeye başlıyor ve kameralar kör olmaya başlıyor. Radyasyon, kameraların CCD'lerini (görüntü işlemcilerini, gözlerimizde ki retina gibi işlev görüyorlar) bozuyor. Bu sebeplerden dolayı Fukushima'da reaktörlerin içine robotlar gönderilemiyor. Robot ustası Japonlar bile henüz bu sorunları aşamadılar.
       Radyasyon, Mars yolculuğu ve Mars'ta yaşam konusunda da oldukça önemli bir etmen. İlk olarak uzaya çıkan her nesne, dünyada olduğundan daha fazla radyasyona maruz kalmaya başlar. Özellikle, dünyanın gölgesinde çıkıp, güneşe direk olarak maruz kalın nesnelerde radyasyona maruziyette artar. Yörüngede ki uydular bu durumlara göre üretilsede, canlıların, ürettiğimiz makinelere göre çok daha hassas olduğunu unutmamamız gerekiyor.
        Bu yazıyı okuyanlar şimdi Fukushima bilgilerinden sonra, yörüngemizde ki uyduların yıllarca maruz kaldıkları radyasyon ile Juno ve Mars görevinde maruz kalınan radyasyon miktarları konusunda hata yapmış olabileceğimi düşünüyor olabilirler. Bu noktada konu, bu yazının biraz dışına çıkıyor ancak şu kadarını söyleyebilirim; radyasyon koruması, 1kg malzemenin uzaya çıkarılma maliyeti ve üretim maliyeti.
        
Merak edip araştırdıysanız veya bir yerlerde denk geldiyseniz eğer, uydu ve diğer uzay araçlarının üretildiği yerlerin genelde "steril" yani, "temiz" ortamlardır. Bu ortamların tek özelliği orada çalışanların en azından saçlarını kapatan galoşlar takması değildir. Bu ortamların özel havalandırması sayesinde, ortamda toz oluşması da engellenir. Evlerde ki temizliğin en önemli sebeplerinden biri olan tozun aslında ne olduğunu hiç merak etmiş miydiz? Çoğunluk olarak duvar boyası ve evde yaşayanların ölü derileri. Evet, çok iğrenç. Temizliğe devam.
         Fakat, uzay aracı üretirken, durum biraz daha farklı hale geliyor. Olay iğrençlikten çıkıp, uzay aracını "kendimizden korumamız" gereken bir duruma geliyor. Bir saç telinin yol açabileceği kısa devre veya enstüramanların yerine oturmasını engellemesi belki size çok basit gelebilir. Ancak, bunlar yaşanmış olaylar. Aynı şekilde, insan dokusu da iletkendir, yani elektriği iletir. Bu da çok çeşitli sorunlara yol açabilir.
            Fakat, benim en çok sevdiğim sebep; hijyen. Nasıl Apollo görevleriyle dünyamıza getirilen kaya örnekleri asla atmosferimizle temas ettirilip kirletilmediyse, bizim de uzaya ne gönderdiğimiz çok önemli. Çünkü asla orada ne ile karşılaşabileceğimizi bilmiyoruz. Özellikle mikro seviyelerde.
           Biz insanlar, bütün dünyanın bizim olduğunu düşünüyoruz. Kendimizi "hayvan" olarak kabul etmememizin bir sonucu sanırım. İşte, Mars'a gidip gitmememiz konusunda sorun buradan başlıyor bence. Bizler "dünyalıyız". Ve eğer Mars'ta mikroskobik bile canlılar, yani "Marslılar" varsa, kesinlikle Mars'tan uzak durmamız gerektiği kanısındayım. Milyonlarca yıl sonra belki Mars'ın kendi florası, belki "akıllı canlılar" olacak. Evet, şu anda Mars ölü bir gezegen. Geçen zamanla beraber bunun değiceğini gösteren hiçbir şey yok. En azından bildiğimiz kadarıyla.
          Mars'ın "kolonileştirilmesi" ile ilgili yapımları takip ettiniz mi bilmiyorum, o yüzden bunlardan kısa bir özet geçeceğim. Eğer, Mars insan yaşamına uygun hale getirilmek isteniyorsa yapılması gereken şeyler aslında çok basit.
Gezegeni ısıtmak.
Atmosferi kalınlaştırmak.
Atmosferi solunabilir hale getirmek.

          İlk madde aslında en kolayı. Zira kendi gezegenimizde bunu çok başarılı şekilde yapıyoruz maalesef. "Küresel Isınma" insanlığın önündeki en büyük felaket olarak görülüyor. Atmosferi kalınlaştırmak ve solunabilir hale getirmek ise tamamen farklı konular.
         Bu konularla ilgili sayfalarca şey yazıldı, çizildi. Tekrar etmeyeceğim. En azından şimdilik, bu yazıda. Şimdi, biraz geriye döneceğim.
         Uzaya gönderdiğimiz araçları inşa ederken hijyen konusunda çok dikkatli oluyoruz. Bunun sebeplerinden biri, uzayda ki diğer gezegenleri "kirletmemek". Öne çıkan konu aslında nükleer reaktörler oluyor böyle konularda. Mesela, son olarak, Juno'nun nükleer reaktörü Jupiter'e düşürüldü. Bunun sebebi bu reaktörün hayat olabileceği veya ileride yerleşilebilecek uydular olan Ganymede, Europa, İo gibi uyduları kirletmemek.
A SNAP-27 RTG, Apollo 14  astronotları tarafından kullanıldı. - Wikipedia
https://en.wikipedia.org/wiki/Radioisotope_thermoelectric_generator

       Başlığın türkçe çevirisi olsa da, hiç tatmin edici değil. Ben kısa bir açıklamada bulunayım. RTG'ler çoğunlukla ulaşılması zor olan deniz fenerleri ve uydularda kullanılan güç kaynakları. Uranyum ve Plutonyum kadar aktif olmayan izotoplar yakıt olarak kullanılıyor. Hemen hiç hareketli parçaları bulunmuyor ve ürettikleri elektrikte kocaman kardeşlerine nazaran oldukça düşük. Fakat, ufak olmaları, bakım gerektirmemeleri çok soğuk ortamlarda çalışabilmeleri onları özellikle uzay görevleri için ideal yapıyor. Güneş enerjisinin verimliliğinin, güneşten uzaklaştıkça çok hızlı bir biçimde düşmesi, araçların elektronik donanımlarının sıcak tutulması gerekliliği, uzun soluklu görevlerde bu cihazları zorunlu kılıyor. Aşağıdaki sahne, The Martian (Marslı) filminden. Matt Damon, RTG'yi gömdükleri yerden çıkartıyor.

Evet, garip bir biçimde, Dünya'mıza göstermediğimiz özeni Nasa uzayda ki diğer gökcisimlerine gösteriyor. Doğrusunu yapıyor bence de. Çünkü, bir yere ait olmayan,orada yetişmemiş, gelişmemiş bir şeyi, her ne olursa olsun, mikrop, canlı, insan, fikir, ürünü, bir ortama sokmanın çok tehlikeli sonuçları olabilir. Hastalıklar mesela. İspanyollar Azteklerle karşılaştıkları zaman, onlara karşı zaferlerini sadece üstün silahları ve Azteklerin zafer için gitgide artan sayıda insan kurban etmelerine değil, yanlarında getirdikleri ve Azteklerin bağışıklığı olmayan hastalıklara da borçular. Aynı şey, kuzeyde İngilizler ve yerliler arasında da yaşandı. Yani Amerikalılar ve Kızılderililer. Bu tip olaylar, doğada daha da sık meydaha geliyor. Eğer bir canlının doğal bir düşmanı yoksa, o canlı bulunduğu ortamda apex predator haline gelebiliyor. Mesela Homo Sapiens. Yani insan. Zaman içerisinde doğada ki bütün rakiplerini defetti ve şu anda gezegenin hemen her noktasında yaşayan tek tür. Yani insan, doğanın dengesini, kendi lehine, değiştirdi.
         İşte, başka bir gezegene veya gökcismine gönderdiğimiz her araçla beraber, bunun aynı yerlerde tekrarlanmasını risk ediyoruz.
         Bir uzay aracında yer alabilecek mikrop vs. canlıların miktar ve çeşitliliği belki göze "dikkate alınmayacak kadar az" geliyor olabilir. Özellikle de -260 derecede, radyasyonla yıkanan bir aracın içinde. Ancak, ben ikna olamıyorum.
           Ve insanlı yolculuklar... İnsan hiçbir yere yalnız seyahat etmez. Ne Mars'a, ne de mezara. Vücudumuzda bizimle beraber yaşayan milyarlarca bakteri var. Bir kısmı hayatımızı kolaylaştırırken, bir kısmı hastalanmamıza sebep oluyor. Bunlardan tamamen kurtulmamız mümkün değil. Ayrıca, yanımızda onlarca bitki de taşıyacağız. Bize oksijen ve yemek üretmeleri için. Onların taşıdığı bakteriler de cabası.
       Kısacası, hayat olma ihtimali olan bir gezegene robotikte olsa, temasta bulunduğumuz anda, oranın habitatına müdahele etmiş oluyoruz.
        Bizim merakımız ve kendimizi beğenmişliğimiz yüzünden belki ileride "Venüslü" ve "Marslıların" olmayacağını düşünün.
        Evren çok büyük ve bu konuda çok dikkatli olmamız geerekiyor.









“İdeal Aerodinamiğe sahip Bok” sorunsalı


Hepimizin yaşadığı ancak üstüne konuşmadığımız şeyler vardır. Bunların en önemlilerinden biri hijyen, özellikle tuvalet ve banyoda yaşadığımız, tecrübe ettiğimiz olaylardır. Tıbbi konular dışında vücut atıklarımız hakkında konuşmayız. Utanırız. Hatta haklı olarak iğrenç gelir. “Kakamı bir yapmışım, iki elimin içine sığmaz, rahat 3kg gelir” gibi muhabbetler en yavşak, en alkollü, en seviyesiz ortamlarda dahi olmaz, şükürler olsun. Ama ben az sonra buna benzer bir şey anlatacağım. Ona göre. İsterseniz paragraf atlayın, isterseniz sekmeyi kapatın. 

Herkes yaşar. Tuvalette işiniz biter, sıraya ortamı, çevreyi bulduğunuz ve bulmak istediğiniz gibi bırakmak için temizlemeye başlarsınız. Sifon elbette ilk kullanılacak ve en güçlü silahızıdır. Sifonu çekersizin ancak klozette yer alan “kusursuz eseriniz” inatçı çıkar ve bir türlü “yapıştığı yerden” kurtulmaz. Hatta daha kötüsü, gitsin diye siz sifonun basıncını arttırdıkça (eğer sifonun böyle bir opsiyonu varsa) eserinizin çevresindeki “zayıf ve akımı bozan kısımlar” kopar gider. Ve geriye rüzgar tünelinde biçimlendirilmişçesine mükemmel aerodinamiğe sahip bir bok kalır. O noktadan sonra sifonun yapabileceği hiç bir şey yoktur, zira mükemmel “biçimi” sayesinde akan suyun direcinden minimum seviyede etkilenmeye başlar bok. Bu noktada yapılabilecek şeylerin sayısı elbette herkesin iğrençlik toleransı veya tuvalet alışkanlıkları ile sınırlı. Benim aklıma ilk gelenler, eğer bir eşya olsaydım kesinlikle olmak istemeyeceğim ilk şey, tuvalet fırçası. Evet, zaten bunu bir adım ileride kullanacaktık, daha erken kullanmanın bir zararı yok. Fırçanın “boka döneceğini” bilsekte. İkincisi ise erkek olmanın avantajını kullanmak. Bahsettiğim şey “Surgical Strike” yani eserin “kritik noktalarına” doğru işeyerek yapısal bütünlüğünü, o “muazzam aerodinamik dizaynını” sakatlamak ve sifonun daha “etkin” çalışmasını sağlamak. Aslında eğer mesaneniz yeteri kadar doluysa bunun üstünden bir sürü fantezi yapabilirsiniz. Ama ne yaparsanız yapın, asla temizliği yapmadan oradan ayrılmazsınız. Çünkü oraya girecek olan kişi kendimizdir. 

Bu yazı aslında “Alpha & Beta” girdisinin son paragrafıydı. Ancak sonradan kaldırıp, üstüne daha doğrusu devamına yeni bir girdi yazmaya karar verdim. Böylesi daha doğru geldi.

“Kendimle ilgili en büyük sorunlardan birinin kendimden çok fazla şey beklemem olduğunu fark ettim. İnsan üstü seviyede hemde. Kendimden aynı zamanda en azından düzgün koordinasyonu olabilecek kadar bir sporcu, dansçı olmayı bekliyorum. Hiç bir konu hakkında “bilmiyorum” dememek istiyorum. Kendimden bu kadar çok şey bekleyip, birde hepsini gerçekleştirmeye kalkışınca elbette neredeyse hepsi havada kalıyor. Ama daha kötüsü var. Bir yere kadar gelmiş oluyorum hemen her hedefimde. Ve bunlarla ilgili konuşacak kadar bilgimde oluyor. Ve insanlar sanki ben o konuda gerçekten ciddi bilgiye sahipmişim gibi bir yanılsamaya düşüyorlar. Aslında pek bir şey bilmediğimi bildiğim konularda bilgili gözüyle bakılıyorum. “Bunu bunu bunu biliyorum ama, gerisi muamma” falan gibi bir cevap verdiğim zaman ise “alçak gönüllü” oluyorum. Her zaman söylediğim bir şey var; “ne kadar şey biliyorum ama, neleri bilmediğimi tahmin edebiliyorum”. Az önce ki alçak gönüllü yaftası ile hiç uyumlu olmayan, gayet kendini beğenmiş bir yaklaşım olduğunu biliyorum. Odamda panomda, bilgisayarda, masamın üstünde bir sürü liste var. Neleri öğrenmem gerekiyor, ne için gerekiyor ve nedir listeleri. Kafamda ki listelerin sayısı bile yok. Ah şu listelerden, şu sistematiklikten bir kurtulabilsem, biraz daha rahat bir insan haline geleceğim ama... İçime işlemiş gibi geliyor artık.

                Eğer devam edersem bu yazı çok uzayacak. Okuması güç hale gelecek, zaten çok kolaymış gibi. O yüzden burada kesiyorum.”

            Elbette herkes hayatında sıkıntılar, sorunlar yaşıyor. Aksi mümkün değil zaten, adı üstünde hayat. Hepimizin hayatında ideal aerodinamiğe sahip boklar var. Kurtulması sıkıntı yaratan, bizden başka kimsenin görmediği, çözemeyeceği sorunlar. Bu sorunların kaynağı biziz, çözüm aracıda bizde. Ancak bok metaforundan uzaklaşıp biraz geniş bakarsak, aslında çözmesi en zor sorunlar bunlar. Hemen her insan karşılaştığı sorunları çözmek için önce kendine yönelir. Eğer ki hayatı boyunca edindiği bilgileri kullanmayı biliyorsa, onları kullanmaya çalışır. Tecrübelerini araştırır. İç güdülerine güvenmek ister. Arkadaşlarına danışır. Ama sorunun kaynağının “biz” olduğumuz durumlarda bunların hepsi yararsız kalır. Yetersiz demiyorum. İkisi farklı. Soruna yol açan, sorunu yaratan zaten bizim o ana kadar edindiğimiz huylar, kişilik ve alışkanlıklar, arkadaşlar ve bunun gibi bizi sokakta herhangi birinden ayıran detaylardır. Sorunu çözmek için, hali hazırda sorunu yaratan araçları kullanmaya çalışırız yani. Ve başarısız oluruz. Daha kötüsü, neden başarısız olduğumuzu da anlayamayız. Bu araçlar, bu taktikler daha önce bizi hemen her zaman düzlüğüe çıkarmamışmıydı? Nerede hata yaptık? Düşünür dururuz. Sorunu sahip olduğumuz araçlarla çözemediğimizi anlayana kadar bu döngü böyle gider. Veya unuturuz. Ama burada unutmak bir çözüm değildir. Sorun ehemmiyetini kaybetse bile varlığını sürdürür. Yıllar sonra “içimizde kalmış” olarak bize geri döner. 

            Aslında çözüm olmayan bir davranış şekli daha var. Ben genellikle strateji oyunu oynarken kullanırım bu taktiği veya salaklığı. Hedefinize ulaşmak için çok uğraşmışsınız, “kan dökmüşsünüzdür” ve nihayet bir açıklık görürsünüz veya yaratırsınız. Ancak orası aslında fırsat, açıklık falan değildir. Tuzakta değildir. Savunmasız bir nokta olduğu çok bariz ortadadır. Aslında yapmanız gerekenin önce “etrafı temizlemek” olduğunu bile bile, sorunu ortadan kaldırmak için sabırsızlıkla ileri atılırız. Bunu tarif etmek için çok uzun bir yazı yazabilirdim ama özeti şu olacaktır; bir labiranetten çıkmak için seyrek güllerden oluşan bir duvarın içinden koşarak geçmek... Evet, sorunu yine çözdük, artık o duvarın bizim için bir önemi kalmadığını düşünüyoruz. Ama duvar hala orada, labirent orada. Etrafımızı çizen, kesen dikenlerde, canımızın acısı ayrı hikaye.

            Burada dikkat edilmesi gereken bir nokta daha var. O labirentten kurtulmaya çalışırken, sorunu ortadan kaldırmak adına, labirenti yakabilirdik. Değil mi? Peki bu sorunu çözer miydi? Anlık olarak belki. Ancak büyük sorunların en önemi özelliği her zaman aynaları olmalarıdır. Tıpkı yukarıda dediğim gibi insanda “içte kalma” ezikliğini yaratırlar. Yapmamız gereken labirentin haritasını çıkarmaktı. Ne labirenti yakmak, ne kurtulma güdüsüyle güllerden duvarın içinden geçme. Ben büyük sorunların sadece “çözülmediğini” düşünürüm. Büyük sorunlar aynı zamanda yenilmesi gereken düşmanlardır. Kazanılması gereken bir çatışmadır, savaştır. Sorunu çözmek aynı zamanda yenmek anlamına gelmelidir. Bu sebeptendir ki, filmlerde hikayelerde kötü adamlar iyi adamları yakaladıkları zaman en mantıklı olanı, yani kahramanı hemen öldürmek yerine onları ezmek, egolarını tatmin etmek isterler. Sorunun hayaleti ile uğraşmak istemezler. Kafalarının içindeki labirentten kurtulmuş olmaları gerekir. Evet, kötü adamı savunuyorum, ne var bunda. 

            Sorun çözmek. Şüphesiz ki bir insanın sahip olması gereken en önemli yetenektir. Daha iyiside var aslında; o da sorunları ortaya çıkmalarını engellemek. Ama eğer insanın hayatında hiç sorun yoksa, olmuyorsa, olamıyorsa, bu seferde kendini tanıma, kendini tanıtma şansı, imkanları azalıyor. 

            Boktan girdim, kendimden çıktım. Ancak sanırım yazının nereye gittiği hakkında bir fikriniz olmaya başladı. Durum şu ki, hepimizin sebepleri aslında içimizde olan, ancak göremediğimiz sorunları var. Bilgisayar tabiriyle “sorun klavye ile monitor arasında“. Peki ne yapmak lazım bu gibi durumlarda? Merak etmeyin “basite, başlangıca dönün” demeyeceğim. Sahip olduğumuz araç, imkan ve kabiliyetler ile aynı duruma düşeceğimizi söylesem yanılmam herhalde. İhtiyaç duyulan şey yeni bir araç; yardım. 

            Bu noktada itiraf etmem gerekirse haddimi aşacağım. Yardım istemek. Peki kimden? İlk seçenek, aile veya arkadaşlara yönelmek. En mantıklısı. Ancak bunlar zaten sahip olduğumuz araçlar. O zaman bize aynı şekilde kullanabileceğimiz ama sahip olmadığımız bir araç gerekiyor değil mi? Nereden bulacağız peki? Arkadaşlarınız. Veya o kadar yakınsanız abinizin, ablanızın, kuzenlerinizin arkadaşları. Ama herhangi bir arkadaşları değil. Hemen herkesin çevresinde sorumluluk sahibi olan, daha önce bir çok sorunla karşılaşmış ve hayatta kalmayı başarmış, veya kafası cidden “acayip” çalışan biri vardır. – Burada kendimi referans göstermiyorum -  Bu noktada zaten sizin ihtiyacınız olan şey “dışarıdan bir bakıştır”. Şimdi diyorsunuz ki “arkadaşlarımızda zaten sahip olduğumuz araçlara dahil değilmiydi, bunun nasıl bir faydası olacak bana?”. Ve haklısınız. Bende diyeceğim ki normalde bir testereyi bir şeyleri kesmek için kullanırsınız değil mi? Bir kerede havada sallayarak müzik yapmak için kullanın. Ayrıca ”bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim ” gibi çok güzel, aslında çok mantıklı olan bir deyişimiz var. Ancak tam olarak doğru değil. Sadece 30sn düşünün, aslında arkadaşlarınız arasında o kadar fazla fark varki. Bir yerde tesadüf bir araya gelip arkadaşlık ettiğiniz insanlar vardır. İlgi alanlarınız benzemez, hayat görüşleriniz benzemez. Ama bir biçimde o insanlarla arkadaşlık edersiniz. Ve o sizin, siz onun hayatında olduğunu bile bilmediğiniz boşlukları doldurur. 

            Size en fazla 2-3 çay, kola veya biraya patlar. Ayrıca yan getirileri de çok fazladır. Bir kere hali hazırda saygı duyduğunuz bir arkadaşınızın saygı duyduğu ve tanımadığınız bir arkadaşı ile tanışma şansınız olur. Arkadaşınızı daha iyi tanımanızı sağlar. Arkadaşınız ondan yardım istediğiniz için size daha fazla saygı göstermeye başlar. Ya da daha önceden hiç duymuyorsa duymaya başlayabilir. Arkadaşınızın arkadaşı burada çok önemli. Daha önce dediğim gibi, herkesin sorunları var. Bu kişiye karşı çok dikkatli olmak gerekiyor. Size saldıracağından falan değil ama, merak etmeyin. Yazının başından beri iğrenç bir biçimde her türlü yakına sorunu çözmek adına “araç”, “imkan ” ve “kabiliyet” diyip duruyorum. Burada da aynı anlayış geçerli. Eğer ki sahip olduğunuz araçlardan maksimum fayda ve verimi almak istiyorsanız, onlara o şekilde davranmanız gerekecektir. Ama size burada araçlara, pardon insanlara nasıl davranmanız gerektiğini anlatmayacağım. Fakat bilmeniz gereken şey, arkadaşınızın arkadaşınında  sorunları olduğu. 

            Bu kişi farkında olmadan sizin sorunlarınız hakkında düşünürken, konuşurken kendi sorunları hakkında yorum yapıyor olacak. Anlattığınız bazı şeyleri dinlemeyecek, yok sayacak. Empati kurduğunu düşünüyor olduğunu sanacaksınız ancak bu aslında olmayacak. Ve bu iyi bir şey, ister inanın ister inanmayın. Çünkü bu sayede sizin yaşadığınız “kendiniz olma kirliliğinden” uzaklaştırmış olacak. Sizin sorununuz hakkında sizden uzaklaşarak yorum yapacak, dinleyecek, çözüm önerecek. İşte dışarıdan bakmak bu zaten.

            Uygulanabilecek olan diğer bir seçenek profesyonel yardım almaktır. İnsanın gözünü korkutur, cebini boşaltır. Adınızı çıkartır. Ancak tam anlamıyla dışarıdan birinin bakış açısına kavuşursunuz. Etkilidir. 

            Unutmayın, bir sorunla uğraşırken kullandığınız araçlar, taktikler ne kadar sıra dışı olursa sorunu o kadar rahat çözersiniz. Ve tatminide o kadar yüksek olur. Ancak ilk yapmanız gereken sorunu çözmek istemek. 

            Bok ve tuvalet metaforu yapmak istemiyorum. Sorunlarınızı çözün ki, hayatınıza onlardan kaçarak, onları düşünürek devam etmeye çalışmayın. Sorunlar çözülmek içindir, kederleriyle, sıkıntıları ile kendimizi sarıl sarmalamamız için değil.
 
            Ve kesinlikle unutmayın; eğer sorunu çözmek için dışarıdan yardım almışsanız ASLA AMA ASLA söylenenleri harfi harfine uygulamayın. Kendinizce yorumlayın, kendinizden bir şeyler katın. Daha önce kendi kendimizin düşmanı olduğumuzu ima etmiştim. Eğer bunu yapmazsanız gelişmeden değişirsiniz. Daha iyiye doğru değil, sadece farklı olmaya doğru ilerlersiniz. Bu satırları yazan beni bile çok ciddiye almayın. Neticede herkesin bilgisi, tecrübesi bir seviyeye kadar. “Bilinmeyene” ve şans faktörüne saygılı olun.