başarısızlık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
başarısızlık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Van Gogh müzesi soygunu.

“Resim” denince akla gelen birkaç ikonik isim var. Bu isimleri resim sanatıyla hiç ilgilisi olmayan insanlar bile bir biçimde duymuşlardır. Rembrandt, Da Vinci, Frida Kahlo, Picasso, Van Gogh ilk anda hiç düşünmeden hemen herkesin sayabileceği isimler. Sanatta sadece yapıtları değil, kişilikleri ile de iz bırakmış, yeri gelmiş çok geniş kitleleri yönlendirmiş kişiler bunlar. Bazı insanlar için bu sanatçıların eserlerini izlemek, gözlerine ziyafet çektirmek yetmiyor. Bazı insanlar bu eserlere sahip olmak istiyor. Belki sadece maddi sebeplerle, belki de onlardan bir parçaya sahip olurlarsa kendilerini bu sanatçılara daha yakın hissedebileceklerini düşündükleri için. Veya sadece sahip olabileceklerini diğer insanlara göstermek için. Nedenleri çok önemli değil.

Tarihimiz boyunca sanat hırsızlıkları büyük ses çıkarmıştır. Ama çalınan eser ne kadar değerli ve ünlü, ki biri diğerini izler her zaman, Mona Lisa’da olduğu gibi, o kadar büyük ses getirir halk arasında. Özellikle, çalınan eser o halk için çok şey ifade ediyorsa.

Vincent Van Gogh, Hollanda halkı için çok değerli bir kişi. Sadece ürettiği eserleri ile gurur duydukları bir sanatçı değil, kendisinden sonra gelen ressamlara örnek olmuş, kendisinden önce ortaya çıkan akımlara, kalıplara baş kaldırmıştır. Fakat birçok kişi onu “kulağını kesen ressam” olarak bilir. Benim aklımda ise, madenlerde papazlık yapması ve yaşadığı her aşk acısıyla biraz daha dünyadan uzaklaşan bir insan olarak yer alıyor kendisi.

Hayatı boyunca sadece 1 adet tablosu satılan Van Gogh’un anısına 1973 yılında Hollanda’nın başkenti Amsterdam’da bir müze açıldı.


Daha önce Mona Lisa’nın çalınması ile ilgili bir yazı hazırlamıştım. Geçenlerde benzer bir soygunun çok daha yakın bir tarihte Hollanda’da bulunan Van Gogh Müzesinde de yaşandığını öğrendim. Soygunun basitliği, güvenlik görevlilerinin bir şey yapamaması, modern suçla savaş yöntemlerinin başarısını ve aynı ölçüde başarısız olmalarını görmek, konu hakkında beni heyecanlandırdı. Konu Van Gogh gibi bir sanat devi de olunca, kendimi tutamadım. Araştırdım. Ve sonrada bu yazıyı yazmaya cesaret edebildim.

Octave "Okkie" Durham
Hırsızlığın “kahramanları” Octave Durham nam-ı diğer “The Monkey” yani “maymun” ve ortağı Henk Bieslijn. Van Gogh müzesine girip, 2 tabloyu alarak çıkmaları 3 dakika 40 saniye sürmüş. Yani 220 saniye.

Ekip, ellerindeki merdiveni müzenin duvarına dayayıp, çatıya tırmanıp, camı balyoz ile kırarak müzeye giriyor. Camı kırdıkları anda alarmlar çalmaya başlıyor. İkili, camda açtıkları delikten geçmeden önce, çıkmaları için bir ip bağlamayı ihmal etmiyor. Delikten geçerken kafalarından düşen şapkaları ve kar maskelerini vakit kaybetmemek için umursamıyorlar. Seçtikleri eserler ise ressamın 1882 yılında yaptığı "View of the Sea at Scheveningen" ve 1882-1884 yılları arasında yaptığı “Congregation Leaving the Reformed Church in Nuenen”. Durham ve Biesjin’in bu iki tabloyu seçmesinin sebebini Durham, “müzeye girdikleri noktada, kendilerine yakın olan en ufak 2 tablo” olmaları olarak açıklamış.

Müzenin güvenlik görevlileri, alarmlar çalar çalmaz hırsızların bulunduğu yeri tespit edip hemen ulaşmışlar ama, burayı çok seveceksiniz, müze güvenlik görevlilerinin bu olaylara müdahele etmesi yönetim tarafından yasaklandığı için, hiçbir şey yapamamışlar. İkili, tabloları aldıktan sonra, daha önce sarkıttıkları ipten tırmanıp, merdiveni kullanmayı gerek görmeden atlayarak müzeden çıkıyorlar.

Octave Durham bu anları, “polisler geldiği zaman daha müzeden ayrılmamıştık. Polislerin yanından geçerken, radyo konuşmalarından beni aradıklarını duyabiliyordum. Aradıklarının benim olduğumu bilmiyorlardı. Önlerinden geçerek oradan uzaklaştık” diyerek anlatıyor.

Octave Dunham, eve vardığı zaman deniz manzarası resmini çerçeveye bağlayan klipsleri tuvalete, çerçeveyi ise bir kanala atmış.

Cor van Hout (soldaki)
Octave, eserleri serbest piyasada satamayacağı için, yer altı dünyasından yardım istemiş. 1983’te bira devi Alfred H. Heineken’i kaçırmaktan hüküm giyen Cor van Hout ile anlaşan, Octave’ın şansı yerinde gitmemiş. Satışın gerçekleşeceği gün van Hout vefat etmiş.

Müzenin küratörü Nienke Bakker, soygundan sonra “Gerçekten çok kötü bir gündü. Hırsızlıklar her zaman travmatik olaylar ama, müze ve barındırdığı eserlerin bütün bir topluma hatta dünyaya ait olduğunu düşününce, hele ki böylesine barbarca bir şekilde, travmanın şiddeti daha da artıyor” açıklamasında bulunmuş.

Daha sonra Octave ve Henk, o zamanlar Amsterdan’da marihuana satan Raffaele Imperiale ile bağlantıya geçmiş. İki tablo için 350.000 Euro’ya anlaşılmış. Bugünün kuruyla aşağı yukarı 2milyon 500bin lira yani. (Nisan 2020 kuru) 2 Van Gogh için, bedavadan biraz pahalı. Daha sonra mahkemede Imperiale’nin avukatı savunma olarak, Imperiale’nin tabloları alırken çalındıklarını bildiğini ancak “kendisinin sanata çok önem verdiğini” ve “çok iyi bir anlaşma olduğu” için aldığını belirtmiş.

2002 model Mercedes E320


Hırsızlarımız bu parayı aralarında eşit paylaşmışlar ve 6 hafta gibi bir sürede harcamışlar. Octave Dunham “motorsikletler, Mercedes E320, kız arkadaşım için elbise ve pırlantalar ve elbette New York gezisi” olarak özetlemiş.

Bu harcamalar polisin işini kolaylaştırmış. Zira, ilk günden beri şüpheliler arasında yer alan Octave Dunham’ın telefonları dinlenmeye başlanmış. Hatta, göz altına almak için dairesine bir baskında düzenlenmiş. Ancak Octave Dunham dairesinin diğer tarafından “tırmanarak” kaçmayı başarmış. Lakabının hakkını vermiş yani; Maymun. Ve ilk fırsatta Marbella, İspanya’ya kaçıyor.

Polis yaptığı aramada tabii ki tablolara ait bir iz bulamamış. Tabloları alan Raffaele Imperiale, tabloları İtalya’ya kaçırıp orada gizliyor.

Raffaele İmperiale, Dubai


2003’ün Aralık ayında nihayet polis tarafından yakalanıyor Octave. Ve ceza evine konuyor. Octave ve ortağı müzede bıraktıkları şapka ve kar maskesinden elde edilen DNA delilleri ile 4 yıl ve 4 yıl 6 ay hapse mahkûm ediliyor ama sadece 25 yatıyor. 2006 yılında hapisten çıkan Octave, başarısızlıkla sonuçlanan bir banka soygunu sonrası tekrar demir parmaklıklar arkasında buluyor kendini. Hapisten çıktıktan sonra, 2013 yılında, hala tamamen masum olduğunu iddia etse de, müze yetkililerine tabloları tekrar ele geçirmeleri için yardım edebileceğini, onlar için tabloları satın alabileceğini söylüyor. Tabii müze yetkilileri bu teklifi reddediyorlar.

Tüm bunları dışında, bu iki eser serbest piyasada hiç satışa çıkmadığı için belirli bir değerleri yok, en azından Lidyalıların icadı para bazında. Çalınan tablolar;

View of the Sea at Scheveningen


Congregation Leaving the Reformed Church in Nuenen


2015 yılında Octave, hala tamamen masum olduğunu iddia ederken, bir doküman yapımcısı ile suç hayatından ve bütün borçlarını ödemeye (E320’yi hatırladınız değil mi?) yetecek bir meblağ karşılığında yardım etmeyi teklif ediyor.

Daha sonradan bu belgeseli çekse de, belgesel yapımcısı ücret ödenmediğini açıklamış.

Uzun bir süre hiçbir suçu ve iddiayı kabul etmeyen Octave, yine aynı belgeselde “Müzeye, sanata karşı özel bir ilgim olduğu için girmedim, Sadece yapabildiğim için girdim. Bir hırsız bunu yapar.” açıklamasında bulunuyor.

İtalyan finanslar suçlar şubesinin çabaları neticesinde, tablolar Napoli’de, meşhur Pompei yakınlarında ele geçiriliyor. Tablolar Camorra suç örgütünün bir üyesi olan, Raffaele Imperiale’nin annesinin Pompei yakınlarında bulunan evine saklanıyor. İtalyan polisinin yaptığı aramada, duvarlardaki gizli bölmeler ve arazide değeri 20 milyon euro’yu geçen tarihi eser, nakit ve tablolar ve ufak bir uçak ele geçiriliyor. Tarih 30 Eylül 2016.

Polisin buraya odaklanmasının sebebi ise, Raffaele Imperiale’nin Dubai, İspanya ve Man Adalarında uyuşturucu trafiğine karışması. Buralarda yapılan tutuklamalar, bilmecenin parçalarının tamamlayarak, cevabın Pompei’de olduğunu göstermiş polislere. Özellikle Mario Cerrone isimli bir tanık, ifadesinde, tabloların yerini tam olarak anlatmış.

2013-2014’te, Raffaele Imperiale yasal olarak işlettiği inşaat işleri için Dubai’ye gitmek için Hollanda’dan ayrılmış ve burada uyuşturucu ticareti suçundan tutuklanarak yargılanmış, 20 yıl hapis cezasına çarptırılmış.

Bütün bunlar olup biterken, Octave Dunham suç hayatına nokta koymuş, müzisyen olan kızına asistanlık ve şoförlük yapmaya başlamış.

View of the Sea at Scheveningen resminin sol alt köşesindeki ufak hasar dışında, Octave çatıdan atlarken oluşan hasardan, başka bir hasar olmaması, müze yetkilileri tarafından mucize olarak tanımlanmış. Ve nihayet eksik 2 Van Gogh, müze duvarında yerlerini tekrar almış.


Konuyla ilgili internette müze yetkililerinin, polislerin, sanat yorumcularının oldukça fazla yorumu ve açıklaması var. Ancak ben bunların hiçbirine değinmek istemedim. Yazıya sanat ve suç olarak yaklaşmak istedim. Yoksa müze yetkililerinin durumdan hoşnut olmadıklarını, eleştirmenlerin özellikle müze güvenliği sebebiyle yetkilileri eleştirdiğini uzun uzun anlatmaya gerek yok. Sanat eserleri sadece biçilen maddi değerleri kadar değerli değiller. Bunun en güzeli örneği, yapılan onlarca replikaları, çekilen fotoğrafları ve kopyaları.

Eğer yazımı buraya kadar okumuşsanız, sizden Van Gogh’un hayatını şöyle bir yarım saat araştırmanızı rica ediyorum. Türkçe çok güzel kaynaklar var. Bir sanatçının hepimizin yaşadığı şeylere nasıl tepkiler vererek bu kadar güzel eserler ürettiğini anlamanızı rica ediyorum.

Eğer ilgilenirseniz, Mona Lisa’nın çalınması hakkında ki yazımın linkini aşağıda bulabilirsiniz.

Okuduğunuz, vakit ayırdığınız için teşekkür ederim.

https://arasinadasi.blogspot.com/2017/11/mona-lisa-neden-bu-kadar-degerli.html


“İdeal Aerodinamiğe sahip Bok” sorunsalı


Hepimizin yaşadığı ancak üstüne konuşmadığımız şeyler vardır. Bunların en önemlilerinden biri hijyen, özellikle tuvalet ve banyoda yaşadığımız, tecrübe ettiğimiz olaylardır. Tıbbi konular dışında vücut atıklarımız hakkında konuşmayız. Utanırız. Hatta haklı olarak iğrenç gelir. “Kakamı bir yapmışım, iki elimin içine sığmaz, rahat 3kg gelir” gibi muhabbetler en yavşak, en alkollü, en seviyesiz ortamlarda dahi olmaz, şükürler olsun. Ama ben az sonra buna benzer bir şey anlatacağım. Ona göre. İsterseniz paragraf atlayın, isterseniz sekmeyi kapatın. 

Herkes yaşar. Tuvalette işiniz biter, sıraya ortamı, çevreyi bulduğunuz ve bulmak istediğiniz gibi bırakmak için temizlemeye başlarsınız. Sifon elbette ilk kullanılacak ve en güçlü silahızıdır. Sifonu çekersizin ancak klozette yer alan “kusursuz eseriniz” inatçı çıkar ve bir türlü “yapıştığı yerden” kurtulmaz. Hatta daha kötüsü, gitsin diye siz sifonun basıncını arttırdıkça (eğer sifonun böyle bir opsiyonu varsa) eserinizin çevresindeki “zayıf ve akımı bozan kısımlar” kopar gider. Ve geriye rüzgar tünelinde biçimlendirilmişçesine mükemmel aerodinamiğe sahip bir bok kalır. O noktadan sonra sifonun yapabileceği hiç bir şey yoktur, zira mükemmel “biçimi” sayesinde akan suyun direcinden minimum seviyede etkilenmeye başlar bok. Bu noktada yapılabilecek şeylerin sayısı elbette herkesin iğrençlik toleransı veya tuvalet alışkanlıkları ile sınırlı. Benim aklıma ilk gelenler, eğer bir eşya olsaydım kesinlikle olmak istemeyeceğim ilk şey, tuvalet fırçası. Evet, zaten bunu bir adım ileride kullanacaktık, daha erken kullanmanın bir zararı yok. Fırçanın “boka döneceğini” bilsekte. İkincisi ise erkek olmanın avantajını kullanmak. Bahsettiğim şey “Surgical Strike” yani eserin “kritik noktalarına” doğru işeyerek yapısal bütünlüğünü, o “muazzam aerodinamik dizaynını” sakatlamak ve sifonun daha “etkin” çalışmasını sağlamak. Aslında eğer mesaneniz yeteri kadar doluysa bunun üstünden bir sürü fantezi yapabilirsiniz. Ama ne yaparsanız yapın, asla temizliği yapmadan oradan ayrılmazsınız. Çünkü oraya girecek olan kişi kendimizdir. 

Bu yazı aslında “Alpha & Beta” girdisinin son paragrafıydı. Ancak sonradan kaldırıp, üstüne daha doğrusu devamına yeni bir girdi yazmaya karar verdim. Böylesi daha doğru geldi.

“Kendimle ilgili en büyük sorunlardan birinin kendimden çok fazla şey beklemem olduğunu fark ettim. İnsan üstü seviyede hemde. Kendimden aynı zamanda en azından düzgün koordinasyonu olabilecek kadar bir sporcu, dansçı olmayı bekliyorum. Hiç bir konu hakkında “bilmiyorum” dememek istiyorum. Kendimden bu kadar çok şey bekleyip, birde hepsini gerçekleştirmeye kalkışınca elbette neredeyse hepsi havada kalıyor. Ama daha kötüsü var. Bir yere kadar gelmiş oluyorum hemen her hedefimde. Ve bunlarla ilgili konuşacak kadar bilgimde oluyor. Ve insanlar sanki ben o konuda gerçekten ciddi bilgiye sahipmişim gibi bir yanılsamaya düşüyorlar. Aslında pek bir şey bilmediğimi bildiğim konularda bilgili gözüyle bakılıyorum. “Bunu bunu bunu biliyorum ama, gerisi muamma” falan gibi bir cevap verdiğim zaman ise “alçak gönüllü” oluyorum. Her zaman söylediğim bir şey var; “ne kadar şey biliyorum ama, neleri bilmediğimi tahmin edebiliyorum”. Az önce ki alçak gönüllü yaftası ile hiç uyumlu olmayan, gayet kendini beğenmiş bir yaklaşım olduğunu biliyorum. Odamda panomda, bilgisayarda, masamın üstünde bir sürü liste var. Neleri öğrenmem gerekiyor, ne için gerekiyor ve nedir listeleri. Kafamda ki listelerin sayısı bile yok. Ah şu listelerden, şu sistematiklikten bir kurtulabilsem, biraz daha rahat bir insan haline geleceğim ama... İçime işlemiş gibi geliyor artık.

                Eğer devam edersem bu yazı çok uzayacak. Okuması güç hale gelecek, zaten çok kolaymış gibi. O yüzden burada kesiyorum.”

            Elbette herkes hayatında sıkıntılar, sorunlar yaşıyor. Aksi mümkün değil zaten, adı üstünde hayat. Hepimizin hayatında ideal aerodinamiğe sahip boklar var. Kurtulması sıkıntı yaratan, bizden başka kimsenin görmediği, çözemeyeceği sorunlar. Bu sorunların kaynağı biziz, çözüm aracıda bizde. Ancak bok metaforundan uzaklaşıp biraz geniş bakarsak, aslında çözmesi en zor sorunlar bunlar. Hemen her insan karşılaştığı sorunları çözmek için önce kendine yönelir. Eğer ki hayatı boyunca edindiği bilgileri kullanmayı biliyorsa, onları kullanmaya çalışır. Tecrübelerini araştırır. İç güdülerine güvenmek ister. Arkadaşlarına danışır. Ama sorunun kaynağının “biz” olduğumuz durumlarda bunların hepsi yararsız kalır. Yetersiz demiyorum. İkisi farklı. Soruna yol açan, sorunu yaratan zaten bizim o ana kadar edindiğimiz huylar, kişilik ve alışkanlıklar, arkadaşlar ve bunun gibi bizi sokakta herhangi birinden ayıran detaylardır. Sorunu çözmek için, hali hazırda sorunu yaratan araçları kullanmaya çalışırız yani. Ve başarısız oluruz. Daha kötüsü, neden başarısız olduğumuzu da anlayamayız. Bu araçlar, bu taktikler daha önce bizi hemen her zaman düzlüğüe çıkarmamışmıydı? Nerede hata yaptık? Düşünür dururuz. Sorunu sahip olduğumuz araçlarla çözemediğimizi anlayana kadar bu döngü böyle gider. Veya unuturuz. Ama burada unutmak bir çözüm değildir. Sorun ehemmiyetini kaybetse bile varlığını sürdürür. Yıllar sonra “içimizde kalmış” olarak bize geri döner. 

            Aslında çözüm olmayan bir davranış şekli daha var. Ben genellikle strateji oyunu oynarken kullanırım bu taktiği veya salaklığı. Hedefinize ulaşmak için çok uğraşmışsınız, “kan dökmüşsünüzdür” ve nihayet bir açıklık görürsünüz veya yaratırsınız. Ancak orası aslında fırsat, açıklık falan değildir. Tuzakta değildir. Savunmasız bir nokta olduğu çok bariz ortadadır. Aslında yapmanız gerekenin önce “etrafı temizlemek” olduğunu bile bile, sorunu ortadan kaldırmak için sabırsızlıkla ileri atılırız. Bunu tarif etmek için çok uzun bir yazı yazabilirdim ama özeti şu olacaktır; bir labiranetten çıkmak için seyrek güllerden oluşan bir duvarın içinden koşarak geçmek... Evet, sorunu yine çözdük, artık o duvarın bizim için bir önemi kalmadığını düşünüyoruz. Ama duvar hala orada, labirent orada. Etrafımızı çizen, kesen dikenlerde, canımızın acısı ayrı hikaye.

            Burada dikkat edilmesi gereken bir nokta daha var. O labirentten kurtulmaya çalışırken, sorunu ortadan kaldırmak adına, labirenti yakabilirdik. Değil mi? Peki bu sorunu çözer miydi? Anlık olarak belki. Ancak büyük sorunların en önemi özelliği her zaman aynaları olmalarıdır. Tıpkı yukarıda dediğim gibi insanda “içte kalma” ezikliğini yaratırlar. Yapmamız gereken labirentin haritasını çıkarmaktı. Ne labirenti yakmak, ne kurtulma güdüsüyle güllerden duvarın içinden geçme. Ben büyük sorunların sadece “çözülmediğini” düşünürüm. Büyük sorunlar aynı zamanda yenilmesi gereken düşmanlardır. Kazanılması gereken bir çatışmadır, savaştır. Sorunu çözmek aynı zamanda yenmek anlamına gelmelidir. Bu sebeptendir ki, filmlerde hikayelerde kötü adamlar iyi adamları yakaladıkları zaman en mantıklı olanı, yani kahramanı hemen öldürmek yerine onları ezmek, egolarını tatmin etmek isterler. Sorunun hayaleti ile uğraşmak istemezler. Kafalarının içindeki labirentten kurtulmuş olmaları gerekir. Evet, kötü adamı savunuyorum, ne var bunda. 

            Sorun çözmek. Şüphesiz ki bir insanın sahip olması gereken en önemli yetenektir. Daha iyiside var aslında; o da sorunları ortaya çıkmalarını engellemek. Ama eğer insanın hayatında hiç sorun yoksa, olmuyorsa, olamıyorsa, bu seferde kendini tanıma, kendini tanıtma şansı, imkanları azalıyor. 

            Boktan girdim, kendimden çıktım. Ancak sanırım yazının nereye gittiği hakkında bir fikriniz olmaya başladı. Durum şu ki, hepimizin sebepleri aslında içimizde olan, ancak göremediğimiz sorunları var. Bilgisayar tabiriyle “sorun klavye ile monitor arasında“. Peki ne yapmak lazım bu gibi durumlarda? Merak etmeyin “basite, başlangıca dönün” demeyeceğim. Sahip olduğumuz araç, imkan ve kabiliyetler ile aynı duruma düşeceğimizi söylesem yanılmam herhalde. İhtiyaç duyulan şey yeni bir araç; yardım. 

            Bu noktada itiraf etmem gerekirse haddimi aşacağım. Yardım istemek. Peki kimden? İlk seçenek, aile veya arkadaşlara yönelmek. En mantıklısı. Ancak bunlar zaten sahip olduğumuz araçlar. O zaman bize aynı şekilde kullanabileceğimiz ama sahip olmadığımız bir araç gerekiyor değil mi? Nereden bulacağız peki? Arkadaşlarınız. Veya o kadar yakınsanız abinizin, ablanızın, kuzenlerinizin arkadaşları. Ama herhangi bir arkadaşları değil. Hemen herkesin çevresinde sorumluluk sahibi olan, daha önce bir çok sorunla karşılaşmış ve hayatta kalmayı başarmış, veya kafası cidden “acayip” çalışan biri vardır. – Burada kendimi referans göstermiyorum -  Bu noktada zaten sizin ihtiyacınız olan şey “dışarıdan bir bakıştır”. Şimdi diyorsunuz ki “arkadaşlarımızda zaten sahip olduğumuz araçlara dahil değilmiydi, bunun nasıl bir faydası olacak bana?”. Ve haklısınız. Bende diyeceğim ki normalde bir testereyi bir şeyleri kesmek için kullanırsınız değil mi? Bir kerede havada sallayarak müzik yapmak için kullanın. Ayrıca ”bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim ” gibi çok güzel, aslında çok mantıklı olan bir deyişimiz var. Ancak tam olarak doğru değil. Sadece 30sn düşünün, aslında arkadaşlarınız arasında o kadar fazla fark varki. Bir yerde tesadüf bir araya gelip arkadaşlık ettiğiniz insanlar vardır. İlgi alanlarınız benzemez, hayat görüşleriniz benzemez. Ama bir biçimde o insanlarla arkadaşlık edersiniz. Ve o sizin, siz onun hayatında olduğunu bile bilmediğiniz boşlukları doldurur. 

            Size en fazla 2-3 çay, kola veya biraya patlar. Ayrıca yan getirileri de çok fazladır. Bir kere hali hazırda saygı duyduğunuz bir arkadaşınızın saygı duyduğu ve tanımadığınız bir arkadaşı ile tanışma şansınız olur. Arkadaşınızı daha iyi tanımanızı sağlar. Arkadaşınız ondan yardım istediğiniz için size daha fazla saygı göstermeye başlar. Ya da daha önceden hiç duymuyorsa duymaya başlayabilir. Arkadaşınızın arkadaşı burada çok önemli. Daha önce dediğim gibi, herkesin sorunları var. Bu kişiye karşı çok dikkatli olmak gerekiyor. Size saldıracağından falan değil ama, merak etmeyin. Yazının başından beri iğrenç bir biçimde her türlü yakına sorunu çözmek adına “araç”, “imkan ” ve “kabiliyet” diyip duruyorum. Burada da aynı anlayış geçerli. Eğer ki sahip olduğunuz araçlardan maksimum fayda ve verimi almak istiyorsanız, onlara o şekilde davranmanız gerekecektir. Ama size burada araçlara, pardon insanlara nasıl davranmanız gerektiğini anlatmayacağım. Fakat bilmeniz gereken şey, arkadaşınızın arkadaşınında  sorunları olduğu. 

            Bu kişi farkında olmadan sizin sorunlarınız hakkında düşünürken, konuşurken kendi sorunları hakkında yorum yapıyor olacak. Anlattığınız bazı şeyleri dinlemeyecek, yok sayacak. Empati kurduğunu düşünüyor olduğunu sanacaksınız ancak bu aslında olmayacak. Ve bu iyi bir şey, ister inanın ister inanmayın. Çünkü bu sayede sizin yaşadığınız “kendiniz olma kirliliğinden” uzaklaştırmış olacak. Sizin sorununuz hakkında sizden uzaklaşarak yorum yapacak, dinleyecek, çözüm önerecek. İşte dışarıdan bakmak bu zaten.

            Uygulanabilecek olan diğer bir seçenek profesyonel yardım almaktır. İnsanın gözünü korkutur, cebini boşaltır. Adınızı çıkartır. Ancak tam anlamıyla dışarıdan birinin bakış açısına kavuşursunuz. Etkilidir. 

            Unutmayın, bir sorunla uğraşırken kullandığınız araçlar, taktikler ne kadar sıra dışı olursa sorunu o kadar rahat çözersiniz. Ve tatminide o kadar yüksek olur. Ancak ilk yapmanız gereken sorunu çözmek istemek. 

            Bok ve tuvalet metaforu yapmak istemiyorum. Sorunlarınızı çözün ki, hayatınıza onlardan kaçarak, onları düşünürek devam etmeye çalışmayın. Sorunlar çözülmek içindir, kederleriyle, sıkıntıları ile kendimizi sarıl sarmalamamız için değil.
 
            Ve kesinlikle unutmayın; eğer sorunu çözmek için dışarıdan yardım almışsanız ASLA AMA ASLA söylenenleri harfi harfine uygulamayın. Kendinizce yorumlayın, kendinizden bir şeyler katın. Daha önce kendi kendimizin düşmanı olduğumuzu ima etmiştim. Eğer bunu yapmazsanız gelişmeden değişirsiniz. Daha iyiye doğru değil, sadece farklı olmaya doğru ilerlersiniz. Bu satırları yazan beni bile çok ciddiye almayın. Neticede herkesin bilgisi, tecrübesi bir seviyeye kadar. “Bilinmeyene” ve şans faktörüne saygılı olun.