Van Gogh müzesi soygunu.

“Resim” denince akla gelen birkaç ikonik isim var. Bu isimleri resim sanatıyla hiç ilgilisi olmayan insanlar bile bir biçimde duymuşlardır. Rembrandt, Da Vinci, Frida Kahlo, Picasso, Van Gogh ilk anda hiç düşünmeden hemen herkesin sayabileceği isimler. Sanatta sadece yapıtları değil, kişilikleri ile de iz bırakmış, yeri gelmiş çok geniş kitleleri yönlendirmiş kişiler bunlar. Bazı insanlar için bu sanatçıların eserlerini izlemek, gözlerine ziyafet çektirmek yetmiyor. Bazı insanlar bu eserlere sahip olmak istiyor. Belki sadece maddi sebeplerle, belki de onlardan bir parçaya sahip olurlarsa kendilerini bu sanatçılara daha yakın hissedebileceklerini düşündükleri için. Veya sadece sahip olabileceklerini diğer insanlara göstermek için. Nedenleri çok önemli değil.

Tarihimiz boyunca sanat hırsızlıkları büyük ses çıkarmıştır. Ama çalınan eser ne kadar değerli ve ünlü, ki biri diğerini izler her zaman, Mona Lisa’da olduğu gibi, o kadar büyük ses getirir halk arasında. Özellikle, çalınan eser o halk için çok şey ifade ediyorsa.

Vincent Van Gogh, Hollanda halkı için çok değerli bir kişi. Sadece ürettiği eserleri ile gurur duydukları bir sanatçı değil, kendisinden sonra gelen ressamlara örnek olmuş, kendisinden önce ortaya çıkan akımlara, kalıplara baş kaldırmıştır. Fakat birçok kişi onu “kulağını kesen ressam” olarak bilir. Benim aklımda ise, madenlerde papazlık yapması ve yaşadığı her aşk acısıyla biraz daha dünyadan uzaklaşan bir insan olarak yer alıyor kendisi.

Hayatı boyunca sadece 1 adet tablosu satılan Van Gogh’un anısına 1973 yılında Hollanda’nın başkenti Amsterdam’da bir müze açıldı.


Daha önce Mona Lisa’nın çalınması ile ilgili bir yazı hazırlamıştım. Geçenlerde benzer bir soygunun çok daha yakın bir tarihte Hollanda’da bulunan Van Gogh Müzesinde de yaşandığını öğrendim. Soygunun basitliği, güvenlik görevlilerinin bir şey yapamaması, modern suçla savaş yöntemlerinin başarısını ve aynı ölçüde başarısız olmalarını görmek, konu hakkında beni heyecanlandırdı. Konu Van Gogh gibi bir sanat devi de olunca, kendimi tutamadım. Araştırdım. Ve sonrada bu yazıyı yazmaya cesaret edebildim.

Octave "Okkie" Durham
Hırsızlığın “kahramanları” Octave Durham nam-ı diğer “The Monkey” yani “maymun” ve ortağı Henk Bieslijn. Van Gogh müzesine girip, 2 tabloyu alarak çıkmaları 3 dakika 40 saniye sürmüş. Yani 220 saniye.

Ekip, ellerindeki merdiveni müzenin duvarına dayayıp, çatıya tırmanıp, camı balyoz ile kırarak müzeye giriyor. Camı kırdıkları anda alarmlar çalmaya başlıyor. İkili, camda açtıkları delikten geçmeden önce, çıkmaları için bir ip bağlamayı ihmal etmiyor. Delikten geçerken kafalarından düşen şapkaları ve kar maskelerini vakit kaybetmemek için umursamıyorlar. Seçtikleri eserler ise ressamın 1882 yılında yaptığı "View of the Sea at Scheveningen" ve 1882-1884 yılları arasında yaptığı “Congregation Leaving the Reformed Church in Nuenen”. Durham ve Biesjin’in bu iki tabloyu seçmesinin sebebini Durham, “müzeye girdikleri noktada, kendilerine yakın olan en ufak 2 tablo” olmaları olarak açıklamış.

Müzenin güvenlik görevlileri, alarmlar çalar çalmaz hırsızların bulunduğu yeri tespit edip hemen ulaşmışlar ama, burayı çok seveceksiniz, müze güvenlik görevlilerinin bu olaylara müdahele etmesi yönetim tarafından yasaklandığı için, hiçbir şey yapamamışlar. İkili, tabloları aldıktan sonra, daha önce sarkıttıkları ipten tırmanıp, merdiveni kullanmayı gerek görmeden atlayarak müzeden çıkıyorlar.

Octave Durham bu anları, “polisler geldiği zaman daha müzeden ayrılmamıştık. Polislerin yanından geçerken, radyo konuşmalarından beni aradıklarını duyabiliyordum. Aradıklarının benim olduğumu bilmiyorlardı. Önlerinden geçerek oradan uzaklaştık” diyerek anlatıyor.

Octave Dunham, eve vardığı zaman deniz manzarası resmini çerçeveye bağlayan klipsleri tuvalete, çerçeveyi ise bir kanala atmış.

Cor van Hout (soldaki)
Octave, eserleri serbest piyasada satamayacağı için, yer altı dünyasından yardım istemiş. 1983’te bira devi Alfred H. Heineken’i kaçırmaktan hüküm giyen Cor van Hout ile anlaşan, Octave’ın şansı yerinde gitmemiş. Satışın gerçekleşeceği gün van Hout vefat etmiş.

Müzenin küratörü Nienke Bakker, soygundan sonra “Gerçekten çok kötü bir gündü. Hırsızlıklar her zaman travmatik olaylar ama, müze ve barındırdığı eserlerin bütün bir topluma hatta dünyaya ait olduğunu düşününce, hele ki böylesine barbarca bir şekilde, travmanın şiddeti daha da artıyor” açıklamasında bulunmuş.

Daha sonra Octave ve Henk, o zamanlar Amsterdan’da marihuana satan Raffaele Imperiale ile bağlantıya geçmiş. İki tablo için 350.000 Euro’ya anlaşılmış. Bugünün kuruyla aşağı yukarı 2milyon 500bin lira yani. (Nisan 2020 kuru) 2 Van Gogh için, bedavadan biraz pahalı. Daha sonra mahkemede Imperiale’nin avukatı savunma olarak, Imperiale’nin tabloları alırken çalındıklarını bildiğini ancak “kendisinin sanata çok önem verdiğini” ve “çok iyi bir anlaşma olduğu” için aldığını belirtmiş.

2002 model Mercedes E320


Hırsızlarımız bu parayı aralarında eşit paylaşmışlar ve 6 hafta gibi bir sürede harcamışlar. Octave Dunham “motorsikletler, Mercedes E320, kız arkadaşım için elbise ve pırlantalar ve elbette New York gezisi” olarak özetlemiş.

Bu harcamalar polisin işini kolaylaştırmış. Zira, ilk günden beri şüpheliler arasında yer alan Octave Dunham’ın telefonları dinlenmeye başlanmış. Hatta, göz altına almak için dairesine bir baskında düzenlenmiş. Ancak Octave Dunham dairesinin diğer tarafından “tırmanarak” kaçmayı başarmış. Lakabının hakkını vermiş yani; Maymun. Ve ilk fırsatta Marbella, İspanya’ya kaçıyor.

Polis yaptığı aramada tabii ki tablolara ait bir iz bulamamış. Tabloları alan Raffaele Imperiale, tabloları İtalya’ya kaçırıp orada gizliyor.

Raffaele İmperiale, Dubai


2003’ün Aralık ayında nihayet polis tarafından yakalanıyor Octave. Ve ceza evine konuyor. Octave ve ortağı müzede bıraktıkları şapka ve kar maskesinden elde edilen DNA delilleri ile 4 yıl ve 4 yıl 6 ay hapse mahkûm ediliyor ama sadece 25 yatıyor. 2006 yılında hapisten çıkan Octave, başarısızlıkla sonuçlanan bir banka soygunu sonrası tekrar demir parmaklıklar arkasında buluyor kendini. Hapisten çıktıktan sonra, 2013 yılında, hala tamamen masum olduğunu iddia etse de, müze yetkililerine tabloları tekrar ele geçirmeleri için yardım edebileceğini, onlar için tabloları satın alabileceğini söylüyor. Tabii müze yetkilileri bu teklifi reddediyorlar.

Tüm bunları dışında, bu iki eser serbest piyasada hiç satışa çıkmadığı için belirli bir değerleri yok, en azından Lidyalıların icadı para bazında. Çalınan tablolar;

View of the Sea at Scheveningen


Congregation Leaving the Reformed Church in Nuenen


2015 yılında Octave, hala tamamen masum olduğunu iddia ederken, bir doküman yapımcısı ile suç hayatından ve bütün borçlarını ödemeye (E320’yi hatırladınız değil mi?) yetecek bir meblağ karşılığında yardım etmeyi teklif ediyor.

Daha sonradan bu belgeseli çekse de, belgesel yapımcısı ücret ödenmediğini açıklamış.

Uzun bir süre hiçbir suçu ve iddiayı kabul etmeyen Octave, yine aynı belgeselde “Müzeye, sanata karşı özel bir ilgim olduğu için girmedim, Sadece yapabildiğim için girdim. Bir hırsız bunu yapar.” açıklamasında bulunuyor.

İtalyan finanslar suçlar şubesinin çabaları neticesinde, tablolar Napoli’de, meşhur Pompei yakınlarında ele geçiriliyor. Tablolar Camorra suç örgütünün bir üyesi olan, Raffaele Imperiale’nin annesinin Pompei yakınlarında bulunan evine saklanıyor. İtalyan polisinin yaptığı aramada, duvarlardaki gizli bölmeler ve arazide değeri 20 milyon euro’yu geçen tarihi eser, nakit ve tablolar ve ufak bir uçak ele geçiriliyor. Tarih 30 Eylül 2016.

Polisin buraya odaklanmasının sebebi ise, Raffaele Imperiale’nin Dubai, İspanya ve Man Adalarında uyuşturucu trafiğine karışması. Buralarda yapılan tutuklamalar, bilmecenin parçalarının tamamlayarak, cevabın Pompei’de olduğunu göstermiş polislere. Özellikle Mario Cerrone isimli bir tanık, ifadesinde, tabloların yerini tam olarak anlatmış.

2013-2014’te, Raffaele Imperiale yasal olarak işlettiği inşaat işleri için Dubai’ye gitmek için Hollanda’dan ayrılmış ve burada uyuşturucu ticareti suçundan tutuklanarak yargılanmış, 20 yıl hapis cezasına çarptırılmış.

Bütün bunlar olup biterken, Octave Dunham suç hayatına nokta koymuş, müzisyen olan kızına asistanlık ve şoförlük yapmaya başlamış.

View of the Sea at Scheveningen resminin sol alt köşesindeki ufak hasar dışında, Octave çatıdan atlarken oluşan hasardan, başka bir hasar olmaması, müze yetkilileri tarafından mucize olarak tanımlanmış. Ve nihayet eksik 2 Van Gogh, müze duvarında yerlerini tekrar almış.


Konuyla ilgili internette müze yetkililerinin, polislerin, sanat yorumcularının oldukça fazla yorumu ve açıklaması var. Ancak ben bunların hiçbirine değinmek istemedim. Yazıya sanat ve suç olarak yaklaşmak istedim. Yoksa müze yetkililerinin durumdan hoşnut olmadıklarını, eleştirmenlerin özellikle müze güvenliği sebebiyle yetkilileri eleştirdiğini uzun uzun anlatmaya gerek yok. Sanat eserleri sadece biçilen maddi değerleri kadar değerli değiller. Bunun en güzeli örneği, yapılan onlarca replikaları, çekilen fotoğrafları ve kopyaları.

Eğer yazımı buraya kadar okumuşsanız, sizden Van Gogh’un hayatını şöyle bir yarım saat araştırmanızı rica ediyorum. Türkçe çok güzel kaynaklar var. Bir sanatçının hepimizin yaşadığı şeylere nasıl tepkiler vererek bu kadar güzel eserler ürettiğini anlamanızı rica ediyorum.

Eğer ilgilenirseniz, Mona Lisa’nın çalınması hakkında ki yazımın linkini aşağıda bulabilirsiniz.

Okuduğunuz, vakit ayırdığınız için teşekkür ederim.

https://arasinadasi.blogspot.com/2017/11/mona-lisa-neden-bu-kadar-degerli.html


V for Vendetta maskesi


            Hatırla, hatırla... Kasımın 5'ini hatırla...

            Taksim Gezi Parkında ki ağaçların kesilmesini engellemek için yapılan oturma eyleminde zabıtaların protestoculara saldırmasıyla alevlenen Gezi Parkı olayları hepimizin hafızasında. Saman alevi gibi yayılmıştı olaylar. Ve bir anda hükümetin icraatlarından memnun olmayan her çevreden insan gösterilerde kendilerine yer bulmuştu.

            Gösteriler sırasında yüzlerini kapatmak isteyen birçok protestocu, “V for Vendetta Maskesi” denilen, maskeden takıyorlardı. Beni çok eğlendiren bu tanım hakkında arkadaş ortamlarında çok konuşmuştum, şimdi de yazmaya karar verdim.

            Dünya gündemine 2005 yılında vizyona giren, başrollerinde Natalie Portman ve Hugo Weaving’in bulunduğu V for Vendetta filmi ile oturan bu maske, 1982 yılında yayınlanmaya başlayan aynı isimli çizgi romanla hayat buldu. Yaratıcılık konusunda ciddi sıkıntıları bulunan ve çizgi roman ve (hiç sevmediğim bir tanım olan) video oyunu uyarlamalarıyla seyirci çekmeye Hollywood’un V for Vendetta’yı keşfetmesi de uzun sürmemiş. Ve, ilginç bir biçimde, filmde yaşanan olaylar (çizgi romanı okumadığım için, film üzerinden yorum yapıyorum) geçmişte yaşanan bir olayı, 1605 yılında ortaya çıkartılan “Gunpowder Plot” (Barut Komplosu) sunu işliyor. Maskeye yüzünü işleyen kişi ise, komplonun da yüzü olan, filmde “V” karakteriyle hayat bulan Guy Fawkes. Komplonun temelleri ise özgürlükten ziyade, dine dayanıyordu.



İngiltere tarihinde Katolik ve Protestan inançları arasında yaşanan çekişmenin en önemli sebeplerinden biri siyasi güçtü. Az sonra okuyacaklarınızın hepsi 16yy’da İngiltere Kralı 8.Henry’nin (1491 - 1547) Vatikan’ın İngiltere üzerindeki azaltması ve metresi Anne Boleny ile evlenebilmesi için eşi Aragornlu Catherine’den boşanabilmesi için Angelikan Kilisesini kurmasıyla başlıyor. Bu hareketi aynı zamanda “İngiltere Reformu” olarakta geçer. İçinde hem din, hem siyaset hem de aşk olan bir konu olarak tahmin edebileceğiniz gibi oldukça karmaşık bir konu. Konu ile ilgili Başrolünde Jonathan Rhys Meyers bulunan Tudors dizisini izlerseniz yaşananları, tabii ki ekrana taşınan haliyle, anlayabilirsiniz. Güzel bir dizidir aynı zamanda.

http://www.imdb.com/title/tt0758790/


         
8. Henry’nin beni en çok rahatsız eden davranışı ise, ünlü yazar ve devlet adamı Thomas More’u idam ettirmesidir. Kendisi “Ütopya” kitabının yazarıdır. Şahane bir kitaptır, zamanının çok ötesindedir. Herkesin okuması gereken bir kitaptır. Hakkında konuşmak benim haddime düşmez. O yüzden sadece “okuyun” diyebiliyorum. Özellikle İİBF öğrencileri ve mezunları.

            8.Henry’nin kızı 1.Elizabeth (1533 - 1603) döneminde, özellikle Elizabeth’in 1570 yılında Papa 5. Pius tarafından aforoz edilmesinden sonra katolik kilisesine uygulanan ağır baskının devamında 1604 yılında kilise İngiltere’de tamamen yasaklandı ve rahipler sınır dışı edildi. İşte bütün hikayenin en önemli noktası bu tarih.

            Guy Fawkes. Yeni neslin “V” olarak tanıdığı maskeye yüzünü veren kişi. 1570 yılında York mahkemesinde avukat olan Edward Fawkes ve eşi Edith’in ikinci çocuğu olarak dünyaya geldi. 8 yaşında iken babasını kaybetti, annesinin yaptığı ikinci evlilikle beraber Katolik oldu. Katolik okullarında aldığı eğitim süresince, ileride beraber ölümsüzleşeceği komplo arkadaşlarıyla tanışmaya başladı. 1591 yılında İspanya’ya gitti ve İspanya adına yeni kurulan Hollanda Cumhuriyetine karşı savaştı. İngiltere’ye döndü, İrlandalılar adına Hollandalılar ile savaştı. 1587 yılında İspanya’ya karşı savaşırken bir çok askeri ile taraf değiştirip İspanya tarafında savaşmaya başladı. 1603 yılında İspanya ordusunda yüzbaşı olması için tavsiye verildi. Guy, aynı yıl İngiltere’de Katolik devrim yapmak için İspanya’dan destek arayışına başladı.

           
1604 yılında Fawkes, Robert Catesby liderliğinde ki, amaçları protestan olan Kral 1.James’i (1566 - 1625) öldürüp, yerine Bohemia prensesi Elizabeth Stuart’ı (1596 - 1662) geçirmek isteyen Katolik bir gruba katıldı. Fawkes ve 12 yoldaşı, 1.James’in parlamentoyu açacağı 5 Kasım 1605 tarihinde parlamento binasını havaya uçurmak için çalışmaya başladı. Lordlar Kamarası altına 36 varil barut istifleyen komplocular, parlamentonun açılışından 1 gün önce yakalandılar.

            Yakalanmaları da biraz enteresan. Komploculardan bir tanesinin, bir yakınına 5 Kasım günü “Katolik kardeşlerinden kimsenin” parlamento yakınında olmaması için uyarıda bulunduğu bir mektup gönderiyor. İngiliz istihbaratının eline geçen bu mektup, ilk etapta ciddiye alınmasa da, 1 Kasım günü mektubu gören 1.James, belki de babası da bir patlamayla öldüğü için, konunun üstüne gidilmesini emrediyor. Ve, komplocuların “inine” yapılan ikinci baskında, suçüstü yapılmasıyla, Barut Komplosu sona eriyor.

            Evet, ikinci baskın. Komplonun erken dönemlerinde İngiliz İstihbaratı bir baskın daha yapmış, ancak suç unsuru oluşturacak bir şey bulamamışlardır. Peki bu baskınlar nereye yapılmıştı? Neredeydi bu komplocuların karargâhı? Lordlar Kamarasının sağ çaprazında, sokağın karşısında! Guy Fawkes, o sıralar isim olarak genellikle Guido Fawkes’ı kullanıyordu, 36 varil, 4500kg, barutu bu evin bodrum katında depolamış, “John Johnson” ismiyle Lordlar Kamarasının altında bulunan mahzende bekçi olarak çalışmaya başlamış ve barutu buraya istiflemeye başlamıştı.

            Aradan geçen 400 yıl içerisinde Fawkes, komplonun lideri Robert Catsby’nin önüne geçmiştir. Bunun birçok sebebi olabilir. Robert Catsby zengin bir aileden gelen biriydi. Ailesi ile beraber Katolik inancına bağlılığını korumuş, bunun sonucunda sosyal ve maddi olarak büyük kayıplara uğramış biriydi. Komplonun önemli kısmını sadece planlamamış, finansmanını da sağlamıştı. Bunun yanında Fawkes, pek gösterişli olmayan bir geçmişe sahip, dini için vatanına sırtını dönmüş bir paralı askerdi. Savaş yeteneği ve tecrübelerini İngiltere bayrağı için değil, Katolik inancı için kullanan biriydi. Fawkes’ın bu davranışları bile bazı kesimler tarafından vatana ihanet olarak yorumlanabilirken, onu halka “süper suçlu” olarak daha kolay olabileceğin için Catsby’nin önüne geçtiğini düşünebiliriz. Belki de Catsby’nin İngiliz askerleriyle girdiği silahlı çatışmada ölmesi Fawkes’ı öne çıkardı. Belki de, 4 Kasım günü mahzende 36 varil barutun yanında, cebinde kibritlerle yakalanmış olması.

            Sadece 4 komplocu sağ kurtulabildi. Bu komplocular Kralın emriyle Londra Kulesine götürülüp işkence edildi. Fawkes’a göre komplonun başarısız olması tanrının değil, şeytanın işiydi. Bu 4 komplocu da vatana ihanet iddiası ile yargılandı ve suçlu bulundu. Şubat 1606 tarihinde asılarak, gerilerek ve parçalanarak idam edildiler. 

           
Komplo ortaya çıktıkran sonra Londralıların bunu şenlik ateşleri (bonfire) ile kutlamaları sonucunda, parlamento 5 Kasım tarihini “Guy Fawkes Day” günü ilan etti.
            Bir zamanlar vatan haini olarak simgeleştirilen Guy Fawkes, zaman içerisinde devrimci bir kahramana dönüşmüştür. Bu değişimde ki en büyük adım, 1982 yılında yayınlanmaya başlayan “V for Vendetta” çizgi romanı olmuştur. Bu eserle beraber meşhur maskesine kavuşan Fawkes bir hainden çok, toplumu “zorla iyileştirmeye çalışan bir kahraman” haline gelmiştir. 

            Wikipedia’da ki bir makalede Harry Potter serisinde Dumbledore’un kuşu “Fawkes” ın isminin de Guy Fawkes’tan geldiğine dair bir ibare gördüm. Ancak bana pek mantıklı gelmedi. 

            1847 yılında Lancet gazetesi, gördüğü kırmızı Guy Fawkes maskesi yüzünden korkup ölen 2 yaşında bir çocuktan bahseden yazı yazmış mesela. 

            Tekrar V for Vendetta’ya dönüyorum. Çizgi romandan etkilenilerek hazırlanan maske ilk olarak, 4chan üzerinden organize olmaya başlayan, dünya çapında bir çok bilgisayar korsanının bir araya gelip, doğru olanı yapmak adına hiçbir kanunu tanımayan, ne kadar karmaşaya yol açacağını umursamadan hareket eden Anonymous’un simgesi olarak dikkat çekmeye başladı. Ve “barut” alevi gibi yayıldı…
           


Büyük Yeşil Duvar





Sahara… Yazarken, okurken bile insanın aklına hemen neredeyse büyülü, insanı bir anda içine çekecekmiş gibi hissettiren bir isim. Bedevi hikayeleri ile farklı bir romantizmin, hayatta kalmanın en zor olduğu yerin ismi. Dünyada ki en büyük ikinci çölün ismi; Sahara Çölü.

                Evet, en büyük çöl değil. En büyük ikinci çöl. En büyük çöl, okuyunca çok şaşıracaksınız, Antartika.

                Geology.com ‘daki taınma göre çöl; Yıllık 250mm’den az yağış alan bölge veya alanlar çöl olarak kabul edilir. Kutup bölgelerini, kar fırtınaları ile olmalarına rağmen, çöl olarak kabul edilmesi çok garip gelebilir. İlk okuduğum zaman bunu reddetmiştim ve araştırmaya karar vermiştim. Sonra şunun farkına vardım. Bildiğimiz çöllerde kum fırtınaları gerçekleşiyor. Kutuplarda ise kar ve buz fırtınaları. Bu bölgelerin örtüsü bunlar çünkü. Daha da ilginci, Pasifik okyanusunun da önemli bir kısmı çöl olarak kabul edilebilir. Ne su altında, ne de su üstünde neredeyse hiç hayat yoktur ve su üzerinde sıcaklık farkları çok yüksek olabilir. Biraz zorlama oldu evet, neyse ki yazımda bunun üstünde bir daha durmayacağım.

                Sahara çölünün haritada nerede olduğunu herkes biliyordur. Yine de bir harita paylaşıyorum.  Eğer, bu haritada Sahara çölünü ararsanız, bulamayacaksınız, çünkü henüz sular altında. Evet, Dünya tarihinin önemli bir kısmında Sahara’yı oluşturan coğrafya sular altında yer alıyordu. Bu gün bile, bölgede yapılan arkeolojik çalışmalarda o dönemlerde yaşayan Balina – evet Balina, fosillerine rastlanmaktadır. Bu denize bu gün Tethys Denizi ismi verilmektedir. Tethys Denizinin ortadan kalkıp Sahara Çölünün ortaya çıkmasının, birçok insanın düşündüğü gibi küresel ısınma ile hiç ilgisi yok. Teknotik hareketler.

                Sahara’nın oluşmasının sebebi, kuzeye doğru ilerleyen Afrika plakasının, Avrupa plakası ile çarpışmasıdır. Afrika plakasının yukarı doğru kalkmış zamanla deniz seviyesinin üzerine yükselmiştir. Bulunan Balina fosilleri, bu aşamada gittikçe küçülen ve parçalanan Tethys Denizinde hapis kalmış hayvanların fosilleridir. Piramitleri yapmak için kullanılan Kireç taşı ve Kum taşlarının içinde de önemli kısmı deniz altında yaşayan, yüzlerce türe ait fosiller bulunmuştur. Bunların içinde tek hücreli canlılar ve bitkilerde mevcut.

                Yapılan araştırmalara göre Tethys’in yok olmasıyla ortaya çıkan bölge, çok uzun süre oldukça fazla yağış alan, yemyeşil bir yerdi. Bugünkü hayatın dünya üzerinde en zorlu olduğu yerlerden biri haline gelmesinin sebebi olarak Dünya ekseninde ki değişme gösteriliyor. Değişim sorucu Oğlak ve Yengeç Dönencelerinin yerleri değişmiş, bununla beraber birçok bölgede yağmur ve sıcaklıklar da değişmeye başladı. Yağmur miktarı azalıp, sıcaklıklar arttıkça, yaşamda yavaş yavaş Sahara’dan uzaklaştı. Ve bugün bildiğimiz haline geldi. Kısaca.

                Sahara’nın tarihi çok daha uzun ve hareketli. Ama uzatmak istemedim. Çünkü bu yazının esas konusu Sahara’nın geçmişi değil, geleceği.

               
Sahara çölü, Cezayir, Çad, Mısır, Libya, Mali, Marutanya, Fas, Nijer, Sudan ve Tunus ülkelerinde bulunuyor ve ortalama olarak 9,2 milyon km2 alana (ülkemizin 11.7 katı) sahip. Ve, maalesef, bu alan büyümeye devam ediyor. Çöllerin dünyanın ekolojik dengesi ve hayat çeşitliliği açısından önemi büyük. Fakat, yayılmaları yine aynı sebeplerden dolayı olumsuzluklara yol açacaktır. Netice de çöller bitki ve hayvan yaşamı için uygun olmadığı gibi, insan hayatını destekleyecek birçok kaynaktan yoksun, tarıma da uygunsuz alanlar.

                Bu ve bunun gibi onlarca sebepten dolayı 2007 yılında Afrika Devlet ve Hükümet Başkanlarının onayı ile “Büyük Yeşil Duvar” girişimi hayata geçiyor. İlk adımlar 2011 yılında, Afrika Birliğinin projeye 1.7 milyon Euro kaynak ayırmasıyla başlıyor. Projenin amaçları;
                Afrika’da kurak alanlarda yaşayan insanların yaşam koşullarını düzeltmek, iklim değişikliklerine karşı korumak ve kuraklığı önlemek,

               - Kurak bölgelerde ki ekosistemi güçlendirmek ve korumak ve geliştirmek,

                -Bunların sağlanması için ulusal ve uluslararası kaynakların bir araya getirilip, “Büyük Yeşil Duvar” ın oluşturulmasını sağlamak.

                -Bu girişime katılan ülkeler; Cezayir, Burkina Faso, Çad, Cibuti, Mısır, Etiyopya, Gambia, Mali, Moritanya, Nijer, Nijerya, Senegal ve Sudan. 

                Projenin ana yüklenicisi United Nations Convention to Combat Desertification, yani (Birleşmiş Milletler Çölleşme ile Savaşma ve Yeniden Kazanma). Yer alan bütün organizasyonları saymaya çalışırsam, burası bir sürü kısaltma ve yukarıda ki gibi bunların tam doğru olmayan çevirileri ile dolacak. O yüzden, bunları öğrenmek isteyenlerin aşağıdaki linke bakmalarını tavsiye ediyorum;
                http://terrafrica.org/partners/

               
Projeyle yapılmak istenen, Atlantik kıyısından, Kızıl deniz kıyısına kadar kesintisiz ilerleyen, çölün yayılmasını engelleyecek, genişliği 15-20km olan ağaçlardan bir duvar oluşturmak. Kısacası, çok büyük, tarıma büyük ölçüde uygun olmayan bir araziye, milyonlarca ağaç dikip, bunların büyümesini sağlamak. Ağaçların zaman içerisinde, Amazonlar Hindistan ormanları gibi yağmur çeken bir ortam yaratabilmesi amaçlanıyor. Ayrıca, bu bölgedeki halkın projede yer almasıyla, bu insanlara da iş olanağı kazandırılmış oluyor.

                Haritaya bakarken dikkat ettiyseniz eğer, Mısır duvara ev sahipliği yapmayacak olmasına rağmen, projenin destekçileri arasında. Bunun sebebi, ülkenin can damarı olan Nil Nehrinin devamlılığının sağlamak istemeleri. Tanzanya, Uganda ve Kenya ülkelerinin sınırlarının bulunduğu Viktorya Gölü, Nil Nehirinin kaynaklarından biri (Beyaz Nil). Buradan kuzeye doğru ilerleyen Beyaz Nil, Güney Sudan, Etiyopya, nihayetinde Mavi Nil ile birleştiği Sudan’dan Mısır’a ve oradan Akdeniz’e akıyor. Nehir bütün bölge ülkeleri için çok önemli bir kaynak. Bu sebeple kirlenmemesi ve kurumaması hayati önem taşıyor. Bundan dolayı bölgedeki yağmur miktarının artması da önemli.

By Hel-hama - Own work, CC BY-SA 3.0, https://commons.wikimedia.org/w/index.php?curid=27624659

                Buna benzer bir proje, eş zamanlı olarak Çin’de de yürütülmekte. Bildiğiniz gibi Gobi çölü Orta Asya’nın ortasında bulunuyor. Yıl içerisinde Gobi’den atmosfere yükselen tozlar, Pasifik okyanusu üzerinden ABD’nin batı kıyılarına kadar ilerleyip, burada sıcaklığın yükselmesine, havanın kirlenmesi sebep oluyor. İlginç bir şekilde, her yıl ABD ve Karayip Adalarına da büyük zararlar veren fırtınaların oluşmasında da Sahara Çölünün büyük etkisi bulunuyor.

                Tekrar Çin’e dönüyorum. Çin’in sahip olduğu ekonomik imkanlar, Afrika ülkelerinin belki toplamından da daha fazla olduğu için, işler daha hızlı ilerliyor. Bunun yanında, özellikle ABD olmak üzere Çin’i “yeni kötü dev” gibi tanıtsalar dahi, birçok ülke çevrecilik konusunda aynı adımları atmaktan kaçınıyor.  Tabii Çin’in özellikle termik santraller yüzünden yaşadığı çevre sorunları da bu konuda ki çabalarını kamçılayan önemli bir etken. Bunun yanında Çin hükümeti özellikle güneş panellerinin yaygın kullanımı ile kendi üreticilerini destekleyip, reklamını yapıyor, hem de fiyatların düşmesinde etkili oluyor. 

                Tekrar konudan uzaklaşacağım ve tarihe yöneleceğim. Haritalara dikkatli baktığınızda, bölgenin bizlerin ana yurdu olan bölgeye çok yakın olduğunu fark edebilirisiniz. Atalarımızın Orta Asya’dan ayrılıp diğer bölgelerine göç etmesinin sebebi değişen iklimle birlikte hayatın zorlaşması olduğu düşünülüyor. Kısacası, eğer Gobi Çölünün ortaya çıkmaya başlamasıyla beraber, sadece Türk tarihi değil, Dünya tarihinde de birçok önemli olayın temelleri atılmıştır. Hunların batıya ilerlemesi sonucu Kavimler Göçü ve Roma’nın yıkılması sanırım en sansasyonel olanı. 

                Tarih derslerinde işlemiş olduğumuz Orhun Yazıtları da günümüzde Moğolistan’ın başkenti Ulaanbaatar şehrinin yakınlarındadır.

                “Çöllere karşı” açılan bu savaş, dünyamızın geleceği için hiçbir şey ifade etmiyor. Neticede üzerinde yaşadığımız bu gezegen genel olarak Silisyum, karbon ve demirden oluşmuş bir kaya. Ancak, üzerinde yaşayan bizler için, bütün canlılar için, büyük önem arz ediyor. Carl Sagan’ın beyaz perdeye de uyarlanan ünlü kitabı “The Contact” (Mesaj) uzaylıların yanına gönderilecek ilk kişiyi belirlemek yapılan çalışma sırasında Judie Foster’ın canlandırdığı Eleanor Arroway karakterine “tek bir soru sorma şansınız olsa, onlara ne sorardınız?” diye sorar. Dr. Eleanor Arroway’in cevabı “kendinizi yok etmeden bu kadar ilerlemeyi nasıl başardınız?” cevabını verir. İzlemediyseniz, izlediyseniz bile hatırlamak için tekrar izlemenizi tavsiye ederim.