Ya Mars'ta hayat varsa?

Mars'ın Hubble ile çekilen fotoğraflarından biri.
         Yazıya başlarken öncelikle belirtmek istiyorum ki, yazının sonucunu "Mars'a değil, Venüs'e ilerlemek daha mantıklı" düşüncesine getirmeyeceğim. 
Son zamanlarda çok konuşulan konulardan ikisi Dünya dışında yaşayan canlılar ve Mars'ın kolonileştirilmesi. Özellikle, Mars'ta hayat olabileceği ihtimali üzerinde çok duruluyor. Üstelik büyük bir heyecanla. Bence, insanlar bu konuda haksız sayılmaz. Henüz Mars hakkında bu kadar çok şey bilmezken bile, diğer gezegenlerin aksine, hep bir "Marslı" düşüncesi hakimdi insanlarda. Hiç "Venüslü" veya "Satürnlü" diye bir şey duydunuz mu?
       Henüz 1897 yılında H.G. Wells tarafından yazılan "War of the Worlds" (Dünyalar Savaşı) kitabı, 1938 yılında Orson Wells tarafından haber bülteniymişçesine radyodan yayınlanıp Amerikalıların gönüllerine korku salmadan önce bile bir "Marslı" düşüncesi ve korkusu mevcuttu. Mars'ın Ares ismiyle, Yunanlılar tarafından "savaş tanrısı" olarak görülmesi aklıma gelen en eski bilgi bu konuyla ilgili. Karışıklığa mahal vermeyeyim, Mars ismini Romalılar vermiştir. Ares ismi Mars'tan daha eskidir ve Yunanlılar tarafından verilmiştir..
         Mars, mitolojide Romus ve Romulus kardeşlerin babası olarak görür. Romus ve Romulus ise Roma şehrinin mitolojik kurucusu kardeşlerdir. Star Trek hayranları, Romulanların Roma benzeri hiyerarşisine şimdi bir nebze daha fazla anlam yükleyebilirler. Bunun yanında "Martius" ayı, günümüz Türkiye'sinde ki ismiyle, benim de doğduğum ay olan, eskiden yıl başı olarak kabul edilen "Mart" ismi de Romalıların Mars'ın onuruna verdikleri isim olarak günümüze ulaşmış. Ancak, benim favorim hala "Thor's day" yani Thursday". Yunan mitolojisine daha fazla girmek istemiyorum. Sanırım insanlık Mars'ın sadece gökyüzünde ki "kırmızı nokta" olmaktan ileri gittiğini anlatmayı başardım.
Peki, neden kırmızı?
Mars'ın, çok sevdiğim bir program olan World Wide Telescope'dan alınan bir görüntüsü
          Mars'ın toprağı, tıpkı kardeşi Dünya gibi, büyük oranda demirden oluşuyor. Ancak, yüzeyde çok daha fazla ve oksitlenmesi çok daha yoğun. Evet, oksitlenme. Oksijen. Mars atmosferinde oksijen mevcut. Ancak hemen heyecanlanmayın. Oksijen miktarı, bizim bildiğimiz ve istediğimiz anlamda yaşama izin verecek kadar fazla değil. Bunun yanında hava basıncının aşırı düşük olması da çok büyük bir handikap. Koruyucu giyisiler olmadan Mars'ın kızıl toprağında gezemezsiniz. Tabii, ertesinde hayatta kalmak istiyorsanız.
         "Toprak" burada teknik olarak uygun ve doğru kelime olmadı ama, kulağa güzel geldiği için değiştirmedim.
         Mars'ta hayat bulma çabaları Nasa tarafından büyük bir umutla devam ettiriliyor. Ve yakın zamana kadar bu arayışın olumlu sonuçlanacağı tahmin ediliyor. Peki Mars'ta nasıl bir canlı hayatta kalabilir? Sıcaklık farkının yüksek olduğu, manyetik alanı olmayan, Güneğin bütün radyasyonuna karşı savunmasız, sıvı halde suyun bulunmadığı, aslında sıvı halde hiçbir maddenin bulunmadığı ortamda nasıl bir canlı hayatta kalabilir? Cevap basit; mikrop ve bakteri benzeri, tek veya birkaç hücreden oluşan canlılar.
       Google'dan "Protistler" aratırsanız, benim burada anlatabileceğimden çok daha fazla ve doğru bilgi edinebilirsiniz. Ancak, Wikipedia makale girişi;
"Protistler, ayrışık bir canlı grubudur ve hayvan, bitki ya da mantar olarak değerlendirilemeyen ökaryot canlılardan oluşur. Protistler bilimsel sınıflandırma açısından âlem olarak değerlendirilse de tek soylu değil, kısmi soylu bir gruptur. Vikipedi"
        Büyük ihtimalle bulacağımız canlılar tek hücreli veya mikroskobik canlılar olacak. Bunun sebebi, bir canlının "basitleştikçe", o kadar dayanıklı olması. Tamam, bunu ben uydurdum. Ancak, dünya çevresinde birçok "aşırı" ortamda yaşayan bir çok mikroskobik canlı mevcut. Ph oranı yüksek göllerde, aşırı sıcaklığa ve basınca sahip yer altı sıcak su bacaları etrafında, çok soğuk ortamlarda yıllarca "uyuyarak" hayatta kalabilen, hatta, uzay şartlarında 3 ay hayatta kalabilen canlılar var. İşte, bu sebeplerden dolayı, Mars'ta "küçük gri adamlardan" ziyade, bu çok daha küçük ve diğer canlılar için potansiyel tehlikeli, canlıların olması daha akla uygun. Tabii ki Ay'ın diğer yüzünü göremediğimiz için orada gizli uzaylı üsleri, ABD ve "Sovyet" üsleri olduğunu, Ay'ın aslında hologram olduğu düşünenlerden değilseniz.

Sol tarafta Ay'ın Dünya'dan görünen, sağda ise görünmeyen yüzü


 Ben uzaylı olsam, Jupiter'in uydularından birinde üs kurardım. Zira, Jupiter'in, Güneş'in kendisinden bile daha büyük olan, manyetik alanının oluşturduğu radyasyon, insanların, robotlar aracılığı ile bile olsa, Jupiter'i ve uydularını detaylı incelemelerini uzun bir süre engelleyecek. Nasa'nın son Jupiter görevi Juno ile ilgili;
https://tr.wikipedia.org/wiki/Juno_(uzay_arac%C4%B1)
adresine bakabilirsiniz. Türkçe pek fazla kaynak yok maalesef.
Burada ufak bir bilgi eklemek istiyorum. "Neden robotlar yüksek radyasyon bölgelerinde çalışamıyorlar?" sorusunun cevabı. İki sebebi var, kullanılan kablolar erimeye başlıyor ve kameralar kör olmaya başlıyor. Radyasyon, kameraların CCD'lerini (görüntü işlemcilerini, gözlerimizde ki retina gibi işlev görüyorlar) bozuyor. Bu sebeplerden dolayı Fukushima'da reaktörlerin içine robotlar gönderilemiyor. Robot ustası Japonlar bile henüz bu sorunları aşamadılar.
       Radyasyon, Mars yolculuğu ve Mars'ta yaşam konusunda da oldukça önemli bir etmen. İlk olarak uzaya çıkan her nesne, dünyada olduğundan daha fazla radyasyona maruz kalmaya başlar. Özellikle, dünyanın gölgesinde çıkıp, güneşe direk olarak maruz kalın nesnelerde radyasyona maruziyette artar. Yörüngede ki uydular bu durumlara göre üretilsede, canlıların, ürettiğimiz makinelere göre çok daha hassas olduğunu unutmamamız gerekiyor.
        Bu yazıyı okuyanlar şimdi Fukushima bilgilerinden sonra, yörüngemizde ki uyduların yıllarca maruz kaldıkları radyasyon ile Juno ve Mars görevinde maruz kalınan radyasyon miktarları konusunda hata yapmış olabileceğimi düşünüyor olabilirler. Bu noktada konu, bu yazının biraz dışına çıkıyor ancak şu kadarını söyleyebilirim; radyasyon koruması, 1kg malzemenin uzaya çıkarılma maliyeti ve üretim maliyeti.
        
Merak edip araştırdıysanız veya bir yerlerde denk geldiyseniz eğer, uydu ve diğer uzay araçlarının üretildiği yerlerin genelde "steril" yani, "temiz" ortamlardır. Bu ortamların tek özelliği orada çalışanların en azından saçlarını kapatan galoşlar takması değildir. Bu ortamların özel havalandırması sayesinde, ortamda toz oluşması da engellenir. Evlerde ki temizliğin en önemli sebeplerinden biri olan tozun aslında ne olduğunu hiç merak etmiş miydiz? Çoğunluk olarak duvar boyası ve evde yaşayanların ölü derileri. Evet, çok iğrenç. Temizliğe devam.
         Fakat, uzay aracı üretirken, durum biraz daha farklı hale geliyor. Olay iğrençlikten çıkıp, uzay aracını "kendimizden korumamız" gereken bir duruma geliyor. Bir saç telinin yol açabileceği kısa devre veya enstüramanların yerine oturmasını engellemesi belki size çok basit gelebilir. Ancak, bunlar yaşanmış olaylar. Aynı şekilde, insan dokusu da iletkendir, yani elektriği iletir. Bu da çok çeşitli sorunlara yol açabilir.
            Fakat, benim en çok sevdiğim sebep; hijyen. Nasıl Apollo görevleriyle dünyamıza getirilen kaya örnekleri asla atmosferimizle temas ettirilip kirletilmediyse, bizim de uzaya ne gönderdiğimiz çok önemli. Çünkü asla orada ne ile karşılaşabileceğimizi bilmiyoruz. Özellikle mikro seviyelerde.
           Biz insanlar, bütün dünyanın bizim olduğunu düşünüyoruz. Kendimizi "hayvan" olarak kabul etmememizin bir sonucu sanırım. İşte, Mars'a gidip gitmememiz konusunda sorun buradan başlıyor bence. Bizler "dünyalıyız". Ve eğer Mars'ta mikroskobik bile canlılar, yani "Marslılar" varsa, kesinlikle Mars'tan uzak durmamız gerektiği kanısındayım. Milyonlarca yıl sonra belki Mars'ın kendi florası, belki "akıllı canlılar" olacak. Evet, şu anda Mars ölü bir gezegen. Geçen zamanla beraber bunun değiceğini gösteren hiçbir şey yok. En azından bildiğimiz kadarıyla.
          Mars'ın "kolonileştirilmesi" ile ilgili yapımları takip ettiniz mi bilmiyorum, o yüzden bunlardan kısa bir özet geçeceğim. Eğer, Mars insan yaşamına uygun hale getirilmek isteniyorsa yapılması gereken şeyler aslında çok basit.
Gezegeni ısıtmak.
Atmosferi kalınlaştırmak.
Atmosferi solunabilir hale getirmek.

          İlk madde aslında en kolayı. Zira kendi gezegenimizde bunu çok başarılı şekilde yapıyoruz maalesef. "Küresel Isınma" insanlığın önündeki en büyük felaket olarak görülüyor. Atmosferi kalınlaştırmak ve solunabilir hale getirmek ise tamamen farklı konular.
         Bu konularla ilgili sayfalarca şey yazıldı, çizildi. Tekrar etmeyeceğim. En azından şimdilik, bu yazıda. Şimdi, biraz geriye döneceğim.
         Uzaya gönderdiğimiz araçları inşa ederken hijyen konusunda çok dikkatli oluyoruz. Bunun sebeplerinden biri, uzayda ki diğer gezegenleri "kirletmemek". Öne çıkan konu aslında nükleer reaktörler oluyor böyle konularda. Mesela, son olarak, Juno'nun nükleer reaktörü Jupiter'e düşürüldü. Bunun sebebi bu reaktörün hayat olabileceği veya ileride yerleşilebilecek uydular olan Ganymede, Europa, İo gibi uyduları kirletmemek.
A SNAP-27 RTG, Apollo 14  astronotları tarafından kullanıldı. - Wikipedia
https://en.wikipedia.org/wiki/Radioisotope_thermoelectric_generator

       Başlığın türkçe çevirisi olsa da, hiç tatmin edici değil. Ben kısa bir açıklamada bulunayım. RTG'ler çoğunlukla ulaşılması zor olan deniz fenerleri ve uydularda kullanılan güç kaynakları. Uranyum ve Plutonyum kadar aktif olmayan izotoplar yakıt olarak kullanılıyor. Hemen hiç hareketli parçaları bulunmuyor ve ürettikleri elektrikte kocaman kardeşlerine nazaran oldukça düşük. Fakat, ufak olmaları, bakım gerektirmemeleri çok soğuk ortamlarda çalışabilmeleri onları özellikle uzay görevleri için ideal yapıyor. Güneş enerjisinin verimliliğinin, güneşten uzaklaştıkça çok hızlı bir biçimde düşmesi, araçların elektronik donanımlarının sıcak tutulması gerekliliği, uzun soluklu görevlerde bu cihazları zorunlu kılıyor. Aşağıdaki sahne, The Martian (Marslı) filminden. Matt Damon, RTG'yi gömdükleri yerden çıkartıyor.

Evet, garip bir biçimde, Dünya'mıza göstermediğimiz özeni Nasa uzayda ki diğer gökcisimlerine gösteriyor. Doğrusunu yapıyor bence de. Çünkü, bir yere ait olmayan,orada yetişmemiş, gelişmemiş bir şeyi, her ne olursa olsun, mikrop, canlı, insan, fikir, ürünü, bir ortama sokmanın çok tehlikeli sonuçları olabilir. Hastalıklar mesela. İspanyollar Azteklerle karşılaştıkları zaman, onlara karşı zaferlerini sadece üstün silahları ve Azteklerin zafer için gitgide artan sayıda insan kurban etmelerine değil, yanlarında getirdikleri ve Azteklerin bağışıklığı olmayan hastalıklara da borçular. Aynı şey, kuzeyde İngilizler ve yerliler arasında da yaşandı. Yani Amerikalılar ve Kızılderililer. Bu tip olaylar, doğada daha da sık meydaha geliyor. Eğer bir canlının doğal bir düşmanı yoksa, o canlı bulunduğu ortamda apex predator haline gelebiliyor. Mesela Homo Sapiens. Yani insan. Zaman içerisinde doğada ki bütün rakiplerini defetti ve şu anda gezegenin hemen her noktasında yaşayan tek tür. Yani insan, doğanın dengesini, kendi lehine, değiştirdi.
         İşte, başka bir gezegene veya gökcismine gönderdiğimiz her araçla beraber, bunun aynı yerlerde tekrarlanmasını risk ediyoruz.
         Bir uzay aracında yer alabilecek mikrop vs. canlıların miktar ve çeşitliliği belki göze "dikkate alınmayacak kadar az" geliyor olabilir. Özellikle de -260 derecede, radyasyonla yıkanan bir aracın içinde. Ancak, ben ikna olamıyorum.
           Ve insanlı yolculuklar... İnsan hiçbir yere yalnız seyahat etmez. Ne Mars'a, ne de mezara. Vücudumuzda bizimle beraber yaşayan milyarlarca bakteri var. Bir kısmı hayatımızı kolaylaştırırken, bir kısmı hastalanmamıza sebep oluyor. Bunlardan tamamen kurtulmamız mümkün değil. Ayrıca, yanımızda onlarca bitki de taşıyacağız. Bize oksijen ve yemek üretmeleri için. Onların taşıdığı bakteriler de cabası.
       Kısacası, hayat olma ihtimali olan bir gezegene robotikte olsa, temasta bulunduğumuz anda, oranın habitatına müdahele etmiş oluyoruz.
        Bizim merakımız ve kendimizi beğenmişliğimiz yüzünden belki ileride "Venüslü" ve "Marslıların" olmayacağını düşünün.
        Evren çok büyük ve bu konuda çok dikkatli olmamız geerekiyor.









Zalman R1

Çok uzun zamandır Asus Vento kasa kullanıyordum. İşlemci fanlarının kibrit kutusu olduğu zamanlar için oldukça güzel olan kasa, zamana yenik düştü tabii ki. Özellikle yeni çıkan kocaman ekran kartlarının takılamıyor olması, havalandırma bölümlerinin zayıflığı öne çıkan sıkıntılarıydı.

Gerçi, Vento'nun yan kapağını kesip 20cm'lik, üst kısmını kesip 12cm'lik bir fan takıp havalandırmasını büyük ölçüde geliştirmiştim ama, ekran kartları için yapacak bir şey yoktu. Tabii biraz da yenilik istiyordum.

Pek fazla uzun sürmeyen araştırmalarımdan sonra Zalman R1 almaya karar verdim. Kararımda ki en büyük etkiler iç hacminin geniş olması, güç kaynağının kasanın altına yerleştiriliyor olması ve hali hazırda bir sürü fana sahip olmasıydı. Kablolarının saklanabileceği bir sürü yer ayrılmış olması da artı olmasına rağmen, anakartın aynı bir parça üstüne monte edilip kasaya rahatlatlıkla sökülük takılamaması eksiymiş, bunu montej sırasında anladım.

Kasanın siparişini Hepsiburada.com'dan verdim. 5 günde geldi elime. 9tl'ye yakın kargo ücreti verdim. Kasa fotoğraflardan da görebileceğiniz gibi oldukça şık. Malzemeleri kaliteli. İç parçalarının kenarlarının yuvarlatılmış olması, parçaları takarken veya çıkartırken oluşabilecek yaralanmaları engelliyor. Bununla ilgili, sağ elimin işaret parmağında hala Vento'dan kalma bir yara izim var. Anakartı nispeten rahatça monte ettim. Zorlayan tek şey, anakartla gelen arka plakanın üstündeki çentiklerin anakartı geriye itmesi oldu. "Vidasız montaj" mantığına hiç alışık olmadığım için harddisklerimi takmakta biraz zorlandım. 2 tane HDD var. İkisini aynı güç kablosundan beslemek istedim. Kablolardan birinin çıkmadan ötekini takmak konusunda biraz sıkıntı yaşadım ama, ortada gezecek kablo olmaması, kabloların ekran kartı ve diğer kablolar altında kalmayacak olması, ileride buralara erişmek istersem yaşayacağım zahmeti düşününce, deydiğini düşünüyorum.

Saga2 güç kaynağımın anakarta ek güç sağlayan kablolarının kısa olması sebebiyle biraz sıkıntı yaşadım. Aynı şekilde, kasanın ses çıkışları bağlatıları için olan kablosu da kısa. Bunlar dışında ki diğer kabloların uzunlukları gayet yeterli.

40cm'lik SATA kabloları da kasanın bütün çıkışlarına rahatlıkla erişebilir.

Şimdi gelelim benim kasayı alma sebebime; havalandırma. Pek tatmin etmedi. Vento'da yaptığım değişiklikleri düşününce, aslında mantıklı. Bir kere, yan kapakta fan olmaması özellikle ekran kartı için çok fayda ediyor. Bunun yanında, ön tarafta, altta yer alan fanın karşısında harddiskler yan durduğu için, daha fazla yer kaplıyor. Ve bu fanın aslında sadece harddiskleri soğutmaktan başka bir işlevi yok.

AMD 8320 işlemcim normal kullanımda 36 derece, yük altında 65 dereceyi buluyor. Standart fanı ile beraber. Ekran kartı ise normalde 45-46 derece, yük altında 70 dereceyi buluyor. Oldukça yüksek değerler. Aynı zamanda da kafa şişiren değerler, zira özellikle işlemci fanı oldukça gürültü çıkartabiliyor ve kasanın üst kısmında ki parçayı çıkartırsanız, ki eğer bu fanları kullanmak istiyorsanız çıkarmak zorundasınız, kasanın iddia edilen gibi hiç bir ses yalıtımı kalmıyor. Ayrıca, bu parçayı çıkartırken kırmaktan da korktum, biraz kuvvet uygulamak gerekiyor yani.

Vento'dan çıkan 12cm'lik fanı bu kasanın üst kısmına ekleyeceğim. Umarım bu sıcaklıklarda etkisi olur.

Sonuç olarak, parçaları kaliteli, fiyatı makul, iç hacmi geniş, sistem montajı gayet makul bir kasa. Beyaz olanı biraz daha şık gibi.Kasa içi LED'ler ile güzelliştirilebilir.

Fotoğraflar internettendir.



Kırmızı + Yeşil? Hiroşima ;(



                Bu sorunun kafamı bu kadar patlatacağını hiç düşünmezdim. Durun, size uzun versiyonunu anlatayım;
                Evvelsi gün, yani Cuma, maaşımı almak için Kızılay’a gittim. 2 aydır alamadığım maaşımı yani. Nihayet maaşımı aldım, bir kısmını kredi kartıma yatırdım, bir kısmıyla içtim ve tabii ki kendime bir maket aldım. Maket Comanche maketi. Amerikan filmlerinde sanki ABD ordusu başka bir şey kullanmıyormuş gibi gösterilen, ama sadece 2 tane prototipi üretilen bir savaş helikopteri. 6 milyar doların üstünde para harcanıp, soğuk savaşın bitmesi sebebiyle iptal edilmiş bir proje. İnternette nasıl boyayacağıma dair bir şeyler aradım. Zira, maketin kılavuzunda bir kamuflaj düzeni yok. Zaten yapılan bir desende yok. Kendim bir şeyler üreteceğim artık. Su-50’ye yaptığım gibi köşeli bir şey yapabilirim.
                Tabii burada kilit noktalardan biri desenin renkleri. Elimde siyah, beyaz, kırmıza ve yeşil renkler var. Benim ihtiyacım olan iki renk daha var ama; sarı ve kahverengi. Kırmızı ve yeşil karışınca hangi renk ortaya çıkıyordu sorusunu kendime çok sordum. Kime sorsam kilitlendi:) Çok enteresan muhabbetler çıktı hatta ortaya. Koca koca, üniversite mezunu insanlar çıkamadık içinden:)
                Şu aralar canımı sıkan şeylerden biri, keşke bütün sorunlarım böyle olsa, tripodumun kaybettiğim kafası. Kesin kaybetmeyeyim diye acayip bir yere koydum, şimdi bulamıyorum. Bazen fotoğraf makinesinde takılı unutuyordum, hep ondan oldu işte. Odamda fotoğraf makinemi ve malzemelerimi koyabileceğim düzgün bir yer ayarlayamadım hala maalesef.
                Dün fotoğraf makinemin objektifinin canına okudum. Kullandığım süper adi UV filtresi sıkıştı objektifte. Vida kısmından kaldı. Youtube dan birkaç arama yaptım, ilk bulduğumu denedim ve durum daha da kötü oldu… Birkaç yöntem daha var, birini denedim, yine biraz hasar verebilecek bir yöntemdi ama pek işe yaramadı galiba. Gerçi, biraz döndürmeyi becerdim ama… Şu satırları yazarken henüz kahvaltı etmemiştim, ettikten sonra saç kurutma makinesi ile ısıtıp öyle deneyeceğim bir de…
Temsili fotoğraf, internette buldum öyle
                Bir kız arkadaşım olsun istiyorum. Az bir şey ilgi alanlarımı paylaşsın istiyorum. Tabii, Excel vs. gibi şeylerle uğraşmasa da olur, anlamamasını anlarım. Ama ne bileyim, beraber fotoğraf çekebilelim… Hatta hoş bir kız olsun, onun güzel güzel fotoğraflarını çekeyim. Bu satırları yazarken aklım öyle yerlere gidiyor ki… Vay be diyorum kendi kendime. Ne bileyim, kıpır kıpır olsun, heyecanlı olsun, mutlu olsun… Bana da bulaştırsın o heyecanını, mutluluğu. O benim yanımda güvende hissetsin kendini, ben onun yanında mutlu olayım, huzurlu olayım. Şiir yazabilsem tekrar, bir şeyler karalayabilsem keşke…
                İlaçlarımı almaya devam ediyorum. Hala yarım doz. Doktor “3-4 gün” demişti ama, ben süreyi uzattım biraz. 1 ay ilaç almayınca, zaten ilaçları almaya başlayınca tam doktorun tam doz almamı söylediği aralıkta çok sıkıntı yaşamaya başladım yine. Sıkıntımı katlamaya gerek yok. Yarın son kez yarım doz alacağım. Ondan sonra tam doza geçiş… Hayatımda değişen bir şey olmayacak işe girene kadar.
                İş arama çabalarımı son 2 gündür çok salladım. Gerçi, tamamen bırakmadım ama, sıfıra yakın oldu. Yaptığım tek olumlu hareket Sera’nın danışmanlık şirketine mail göndermem oldu. Oranın sahibi beni tanıyor. Konuşmuşluğumuz var en azından. Denemekten zarar gelmez. 2 aydır adamın tam adını bulmaya çalışıyordum. İlk adını bilip, yaptığı işi bilip, şirketini bulmak pek kolay olmadı. Aslında kolaydı ama, nasıl yapacağımı düşünemedim. Her şey tecrübe.
                Yıllarca tuttuğum günlüğümü askere gitmeden önce atmıştım. Defterlerimi, her şeyi, neredeyse. Bir tek fotoğraflardan bir kısmı kaldı. İnsan bir şeyi neden atar? Hele ki anılarını? Şimdi o kadar pişmanım ki… Hatırladığım bazı şeyler var. Olaylar var, kişiler var. Anlar var, günler var… Nasıl hissettiğimi hatırlıyorum, her birinde. Ama hatırladığım şeyin sadece bir gölge olduğunu da biliyorum. Acının büyüklüğünü, keskinliğini, mutluluğun, çoşkunun dalgalarının büyüklüğünü, hayal kırıklıklarının soğukluğunu… Hepsini hatırlıyorum. Ama kafama düşen o balyoz hissinin sadece gölgesi var anılarımda. Özellikle şiir defterimi attığım için çok pişmanım. Her ne kadar pek bir şeye benzemese de  yazdıklarım, arada her bozuk saat gibi düzgün şeyler çıkıyordu kalemimden;
                “Gelsen geri, öpsen beni… Tüm sıkıntılar bu iki dudak için değilmiş gibi sanki”
Yazmıştım mesela. Ama harika hafızam gerisini hatırlayamıyor işte. Bu sebepten dolayı da üzülüyorum tabii. İnsan kızıyor kendine…
               
Fotoğraf… Tarih 24 kasım 2012. Mekan… Ya ben bu yerlerin adlarını niye hiç hatırlamıyorum? Karanfil-2’de, Meksika temalı bir yer var işte, orası. Yıllardan sonra ilk kez bir kadınla beraberim. Ara ara bahsediyorum, internetten tanıştığım bayan. Söylediği bazı şeyler hala aklımda. Mesela o benimle tanışmak istemişti, numaramı istemişti “uyumadan önce sesini duymak istiyorum” diyerek… Sıkılmadan çok uzun telefon konuşmaları yapabildiğim bir kadındı. Tek çıktığımız güne ait bir fotoğraf bu. Ben çektim. Öğretmenler günü olduğu için çok yorgundu. Hatta buluştuğumuzda fenalık geçiriyordu. Bir yerde kısa bir süre nefeslendik.Su içirdim, çikolata yedirdim. Çantasını aldım, ağır taşısın istemedim. Centilmenim ya… Sonra buraya geldik. Çok güzel muhabbet ettik. İlk buluşma için güzeldi. O kola içti, ben soda limon ve bira. Sadece bir bira içtim ama. Bu fotoğrafı o esnada çektim. Makinem ile oynuyordu. Orayı burayı çekiyordu. “Bak öyle yapmayacaksın, böyle yapacaksın” diye, çokta baştan savma bu kareyi çektim… Beğendi. Akşam evinin önüne kadar bıraktım. Şımarmasın diye giderken arkama bakmamam sanırım yaptığım en önemli hata idi. Sonra bir daha yüzyüze görüşemedik. İkimizinde işi ve ailevi durumları yüzünden. Ve bir gün bana çektiği sms herşeyi altüst etti; ev arkadaşım ve eski sevgilim birşeyler çeviriyorlar ve bu çok zoruma gidiyor!
                Bana neden bunu anlatma gereği duydu bilmiyorum. Ondan hoşlanmıştım ama ne tepki vereceğimi bilemedim. Bir yerden sonra kavga etmeye başladık. Daha doğrusu bana durduk yerde atarlanmaya başladı. “Ben seninle kavga etmek istemiyorum, sadece sana destek olmak istiyorum, yanında olmak istiyorum” yazdığım son mesajım son oldu… Bu da hala içimde kalan bir başka hayal kırıklığının hikayesi idi. Ondan gerçekten hoşlanmıştım…
Bombanın düşmesi istenen yer, T şeklinde ki görselin oratasında ki köprü
Bu gün 6 Ağustos. Hiroşima’ya atılan, dünyanın ilk nükleer saldırısının 68.yıl dönümü. Tamamen sivillere yönelik olmasından mütevellit, yapılan en büyük terörist saldırı olarakta adlandırabiliriz. Konu ile ilgili twitter ve facebook hesaplarımda şöyle yazdım; “Hiç bir askeri hedef değeri olmamasına rağmen, sadece bombanın yaratacağı tahribatı görmek için atılan ilk atom bombasının Hiroşima'nın üstünde, tam "Barış Köprüsü" üzerinde, gökyüzünde patlamasının yıl dönümü... Bombanın adı "Little Boy", hayatını kaybeden insan sayısı 140.000...”
ABD’nin bu silahları kullanmasının sebebini “eğer Japonya teslim olmasaydı ve savaş devam etseydi, sırf Japonya’nın işgali sırasında bir milyondan fazla asker hayatını kaybedecekti” olarak açıklıyor. Ancak asla söylenmeyen, söylenemeyen gerçek, Japonların bu saldırılardan çok önce ABD hükümetine gayri resmi yollardan ulaşıp ateş kes için çabaladıklarıdır. Ama kazananın yazdığı tarih tabii ki doğru tarih olmak zorunda değil… Kazanan genelde daha çok kan döken, daha vahşi olan oluyor ve düşmanını böyle yaftalayarak kendini haklı çıkarma çabasına giriyor.
Yazıyı bu saldırıları emreden Truman’ın resmiyle bitirmek istiyorum. Tarih hakkında ki kararı umarım çok ağır verir…


Nitrogliserin


İlla ki duymuşsunuzdur. Nobel’e, şu an ödülleri dağıtacak parayı kazandıran  patlayıcı sıvı. Talaşa emdirilmesiyle dinamit, kil benzeri bir malzemeye yedirilmesiyle plastik patlayıcı, C4 yapılan patlayıcı madde. Kararsız ve tehlikeli. Çok dikkatli saklanması, hareket ettirilmesi gereken bir şey.
Bende bu aralar böyleyim. Evet, eskisine göre çok çok daha iyiyim. Ancak işin şöyle bir tarafı daha var, hala onu çok düşünüyorum. Öyle böyle değil hemde. Ama güzel bir yanı var, artık aklıma geldiği zaman gözlerim dolmuyor, kalbim donmuyor, içim ezilmiyor. Çok ezilmiyor en azından. Gerçi dün kendime çok büyük bir kötülük yaptım ve adını Google’dan arattım. Linkedİn sayfası çıktı, yeni işini öğrenmiş ve o güzel yüzünü tekrar görmüş oldum. Üzüldüm. Kafam çok karıştı. Şu an ortak arkadaşlarımızdan birini “arayıp konuşsana bir, ne yapıyormuş öğrensene” diye aramamak için kendimi nasıl tutuyorum bilmiyorum.
Çok şey değişti. Artık insanlara yardım etmek istemiyorum mesela. Bunun yanında “önce ben” doktrinimimin bokunu çıkarmış ve acayip bencil birine dönüşmüş gibi hissediyorum kendimi. Ama kendimi engelleyemiyorum. Otobüste insanlara yer vermiyorum, çimlere basıyorum... Belki çok komik geliyor bunlar ama, ben “tam nizami” bir insandım.
Dengesizleştim. Ne istediğimi bilemez hale geldim. İşimle ilgili bile aynı şeyi yaşıyorum. Ama o konuda suçlu ben değilim. Paniklemiş durumda olan patronum ve iş arkadaşlarım bana herşeyi bir den öğretmeye çalışıyorlar. Herşeyi derken, herşeyden bahsediyorum. Ben ofisin “her işi yapabilen adamı” olmak üzere işe alındım ve maalesef aksi söylense de benden çok çok hızlı olmam isteniyor. Kendi ritmimde, biçimimde çalışmama izin verilmeden hemde. Zorlanıyorum o yüzden.
Canım çok sıkılıyor. İş-ev. İş yerinde düzgün muhabbet edebilecek kimse yok. Herkes iyi, ama olmuyor işte. Yaş farkı var, eğitim farkı var, hayat tarzları çok farklı vs. derken. Homojen bir ortam değil yani.
Nefretin ne kadar kuvvetli bir motivasyon aracı olduğunu da öğrenmiş bulunuyorum bu arada. Artık yukarıda ne varsa, Allah’mı, Tanrı’mı var, Uçan Spagetti Canavarı’mı var bilmiyorum ama, beni benden, herkesi de benden korusun diyebiliyorum o kadar.
1 ay öncesine göre artık travmadan travmaya koşmuyorum. İsim vermeden, sağolsun bir kaç arkadaşım bu günlerimde yanımda oldular. Bu kişileri unutmayacağım. Vakti geldiği zaman bunun için bana çok teşekkür edecekler. Ancak teşekkür etmeleri gereken tek kişi kendileri olacak:)
Bu arada geçen hafta A New Hope’u seyrettim ve o kadar saçma geldi ki...

OKUYANLAR OKUYABİLDİ AMA, BU YAZI ÇOK ÇILGIN EDİT YEDİ.



“İdeal Aerodinamiğe sahip Bok” sorunsalı


Hepimizin yaşadığı ancak üstüne konuşmadığımız şeyler vardır. Bunların en önemlilerinden biri hijyen, özellikle tuvalet ve banyoda yaşadığımız, tecrübe ettiğimiz olaylardır. Tıbbi konular dışında vücut atıklarımız hakkında konuşmayız. Utanırız. Hatta haklı olarak iğrenç gelir. “Kakamı bir yapmışım, iki elimin içine sığmaz, rahat 3kg gelir” gibi muhabbetler en yavşak, en alkollü, en seviyesiz ortamlarda dahi olmaz, şükürler olsun. Ama ben az sonra buna benzer bir şey anlatacağım. Ona göre. İsterseniz paragraf atlayın, isterseniz sekmeyi kapatın. 

Herkes yaşar. Tuvalette işiniz biter, sıraya ortamı, çevreyi bulduğunuz ve bulmak istediğiniz gibi bırakmak için temizlemeye başlarsınız. Sifon elbette ilk kullanılacak ve en güçlü silahızıdır. Sifonu çekersizin ancak klozette yer alan “kusursuz eseriniz” inatçı çıkar ve bir türlü “yapıştığı yerden” kurtulmaz. Hatta daha kötüsü, gitsin diye siz sifonun basıncını arttırdıkça (eğer sifonun böyle bir opsiyonu varsa) eserinizin çevresindeki “zayıf ve akımı bozan kısımlar” kopar gider. Ve geriye rüzgar tünelinde biçimlendirilmişçesine mükemmel aerodinamiğe sahip bir bok kalır. O noktadan sonra sifonun yapabileceği hiç bir şey yoktur, zira mükemmel “biçimi” sayesinde akan suyun direcinden minimum seviyede etkilenmeye başlar bok. Bu noktada yapılabilecek şeylerin sayısı elbette herkesin iğrençlik toleransı veya tuvalet alışkanlıkları ile sınırlı. Benim aklıma ilk gelenler, eğer bir eşya olsaydım kesinlikle olmak istemeyeceğim ilk şey, tuvalet fırçası. Evet, zaten bunu bir adım ileride kullanacaktık, daha erken kullanmanın bir zararı yok. Fırçanın “boka döneceğini” bilsekte. İkincisi ise erkek olmanın avantajını kullanmak. Bahsettiğim şey “Surgical Strike” yani eserin “kritik noktalarına” doğru işeyerek yapısal bütünlüğünü, o “muazzam aerodinamik dizaynını” sakatlamak ve sifonun daha “etkin” çalışmasını sağlamak. Aslında eğer mesaneniz yeteri kadar doluysa bunun üstünden bir sürü fantezi yapabilirsiniz. Ama ne yaparsanız yapın, asla temizliği yapmadan oradan ayrılmazsınız. Çünkü oraya girecek olan kişi kendimizdir. 

Bu yazı aslında “Alpha & Beta” girdisinin son paragrafıydı. Ancak sonradan kaldırıp, üstüne daha doğrusu devamına yeni bir girdi yazmaya karar verdim. Böylesi daha doğru geldi.

“Kendimle ilgili en büyük sorunlardan birinin kendimden çok fazla şey beklemem olduğunu fark ettim. İnsan üstü seviyede hemde. Kendimden aynı zamanda en azından düzgün koordinasyonu olabilecek kadar bir sporcu, dansçı olmayı bekliyorum. Hiç bir konu hakkında “bilmiyorum” dememek istiyorum. Kendimden bu kadar çok şey bekleyip, birde hepsini gerçekleştirmeye kalkışınca elbette neredeyse hepsi havada kalıyor. Ama daha kötüsü var. Bir yere kadar gelmiş oluyorum hemen her hedefimde. Ve bunlarla ilgili konuşacak kadar bilgimde oluyor. Ve insanlar sanki ben o konuda gerçekten ciddi bilgiye sahipmişim gibi bir yanılsamaya düşüyorlar. Aslında pek bir şey bilmediğimi bildiğim konularda bilgili gözüyle bakılıyorum. “Bunu bunu bunu biliyorum ama, gerisi muamma” falan gibi bir cevap verdiğim zaman ise “alçak gönüllü” oluyorum. Her zaman söylediğim bir şey var; “ne kadar şey biliyorum ama, neleri bilmediğimi tahmin edebiliyorum”. Az önce ki alçak gönüllü yaftası ile hiç uyumlu olmayan, gayet kendini beğenmiş bir yaklaşım olduğunu biliyorum. Odamda panomda, bilgisayarda, masamın üstünde bir sürü liste var. Neleri öğrenmem gerekiyor, ne için gerekiyor ve nedir listeleri. Kafamda ki listelerin sayısı bile yok. Ah şu listelerden, şu sistematiklikten bir kurtulabilsem, biraz daha rahat bir insan haline geleceğim ama... İçime işlemiş gibi geliyor artık.

                Eğer devam edersem bu yazı çok uzayacak. Okuması güç hale gelecek, zaten çok kolaymış gibi. O yüzden burada kesiyorum.”

            Elbette herkes hayatında sıkıntılar, sorunlar yaşıyor. Aksi mümkün değil zaten, adı üstünde hayat. Hepimizin hayatında ideal aerodinamiğe sahip boklar var. Kurtulması sıkıntı yaratan, bizden başka kimsenin görmediği, çözemeyeceği sorunlar. Bu sorunların kaynağı biziz, çözüm aracıda bizde. Ancak bok metaforundan uzaklaşıp biraz geniş bakarsak, aslında çözmesi en zor sorunlar bunlar. Hemen her insan karşılaştığı sorunları çözmek için önce kendine yönelir. Eğer ki hayatı boyunca edindiği bilgileri kullanmayı biliyorsa, onları kullanmaya çalışır. Tecrübelerini araştırır. İç güdülerine güvenmek ister. Arkadaşlarına danışır. Ama sorunun kaynağının “biz” olduğumuz durumlarda bunların hepsi yararsız kalır. Yetersiz demiyorum. İkisi farklı. Soruna yol açan, sorunu yaratan zaten bizim o ana kadar edindiğimiz huylar, kişilik ve alışkanlıklar, arkadaşlar ve bunun gibi bizi sokakta herhangi birinden ayıran detaylardır. Sorunu çözmek için, hali hazırda sorunu yaratan araçları kullanmaya çalışırız yani. Ve başarısız oluruz. Daha kötüsü, neden başarısız olduğumuzu da anlayamayız. Bu araçlar, bu taktikler daha önce bizi hemen her zaman düzlüğüe çıkarmamışmıydı? Nerede hata yaptık? Düşünür dururuz. Sorunu sahip olduğumuz araçlarla çözemediğimizi anlayana kadar bu döngü böyle gider. Veya unuturuz. Ama burada unutmak bir çözüm değildir. Sorun ehemmiyetini kaybetse bile varlığını sürdürür. Yıllar sonra “içimizde kalmış” olarak bize geri döner. 

            Aslında çözüm olmayan bir davranış şekli daha var. Ben genellikle strateji oyunu oynarken kullanırım bu taktiği veya salaklığı. Hedefinize ulaşmak için çok uğraşmışsınız, “kan dökmüşsünüzdür” ve nihayet bir açıklık görürsünüz veya yaratırsınız. Ancak orası aslında fırsat, açıklık falan değildir. Tuzakta değildir. Savunmasız bir nokta olduğu çok bariz ortadadır. Aslında yapmanız gerekenin önce “etrafı temizlemek” olduğunu bile bile, sorunu ortadan kaldırmak için sabırsızlıkla ileri atılırız. Bunu tarif etmek için çok uzun bir yazı yazabilirdim ama özeti şu olacaktır; bir labiranetten çıkmak için seyrek güllerden oluşan bir duvarın içinden koşarak geçmek... Evet, sorunu yine çözdük, artık o duvarın bizim için bir önemi kalmadığını düşünüyoruz. Ama duvar hala orada, labirent orada. Etrafımızı çizen, kesen dikenlerde, canımızın acısı ayrı hikaye.

            Burada dikkat edilmesi gereken bir nokta daha var. O labirentten kurtulmaya çalışırken, sorunu ortadan kaldırmak adına, labirenti yakabilirdik. Değil mi? Peki bu sorunu çözer miydi? Anlık olarak belki. Ancak büyük sorunların en önemi özelliği her zaman aynaları olmalarıdır. Tıpkı yukarıda dediğim gibi insanda “içte kalma” ezikliğini yaratırlar. Yapmamız gereken labirentin haritasını çıkarmaktı. Ne labirenti yakmak, ne kurtulma güdüsüyle güllerden duvarın içinden geçme. Ben büyük sorunların sadece “çözülmediğini” düşünürüm. Büyük sorunlar aynı zamanda yenilmesi gereken düşmanlardır. Kazanılması gereken bir çatışmadır, savaştır. Sorunu çözmek aynı zamanda yenmek anlamına gelmelidir. Bu sebeptendir ki, filmlerde hikayelerde kötü adamlar iyi adamları yakaladıkları zaman en mantıklı olanı, yani kahramanı hemen öldürmek yerine onları ezmek, egolarını tatmin etmek isterler. Sorunun hayaleti ile uğraşmak istemezler. Kafalarının içindeki labirentten kurtulmuş olmaları gerekir. Evet, kötü adamı savunuyorum, ne var bunda. 

            Sorun çözmek. Şüphesiz ki bir insanın sahip olması gereken en önemli yetenektir. Daha iyiside var aslında; o da sorunları ortaya çıkmalarını engellemek. Ama eğer insanın hayatında hiç sorun yoksa, olmuyorsa, olamıyorsa, bu seferde kendini tanıma, kendini tanıtma şansı, imkanları azalıyor. 

            Boktan girdim, kendimden çıktım. Ancak sanırım yazının nereye gittiği hakkında bir fikriniz olmaya başladı. Durum şu ki, hepimizin sebepleri aslında içimizde olan, ancak göremediğimiz sorunları var. Bilgisayar tabiriyle “sorun klavye ile monitor arasında“. Peki ne yapmak lazım bu gibi durumlarda? Merak etmeyin “basite, başlangıca dönün” demeyeceğim. Sahip olduğumuz araç, imkan ve kabiliyetler ile aynı duruma düşeceğimizi söylesem yanılmam herhalde. İhtiyaç duyulan şey yeni bir araç; yardım. 

            Bu noktada itiraf etmem gerekirse haddimi aşacağım. Yardım istemek. Peki kimden? İlk seçenek, aile veya arkadaşlara yönelmek. En mantıklısı. Ancak bunlar zaten sahip olduğumuz araçlar. O zaman bize aynı şekilde kullanabileceğimiz ama sahip olmadığımız bir araç gerekiyor değil mi? Nereden bulacağız peki? Arkadaşlarınız. Veya o kadar yakınsanız abinizin, ablanızın, kuzenlerinizin arkadaşları. Ama herhangi bir arkadaşları değil. Hemen herkesin çevresinde sorumluluk sahibi olan, daha önce bir çok sorunla karşılaşmış ve hayatta kalmayı başarmış, veya kafası cidden “acayip” çalışan biri vardır. – Burada kendimi referans göstermiyorum -  Bu noktada zaten sizin ihtiyacınız olan şey “dışarıdan bir bakıştır”. Şimdi diyorsunuz ki “arkadaşlarımızda zaten sahip olduğumuz araçlara dahil değilmiydi, bunun nasıl bir faydası olacak bana?”. Ve haklısınız. Bende diyeceğim ki normalde bir testereyi bir şeyleri kesmek için kullanırsınız değil mi? Bir kerede havada sallayarak müzik yapmak için kullanın. Ayrıca ”bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim ” gibi çok güzel, aslında çok mantıklı olan bir deyişimiz var. Ancak tam olarak doğru değil. Sadece 30sn düşünün, aslında arkadaşlarınız arasında o kadar fazla fark varki. Bir yerde tesadüf bir araya gelip arkadaşlık ettiğiniz insanlar vardır. İlgi alanlarınız benzemez, hayat görüşleriniz benzemez. Ama bir biçimde o insanlarla arkadaşlık edersiniz. Ve o sizin, siz onun hayatında olduğunu bile bilmediğiniz boşlukları doldurur. 

            Size en fazla 2-3 çay, kola veya biraya patlar. Ayrıca yan getirileri de çok fazladır. Bir kere hali hazırda saygı duyduğunuz bir arkadaşınızın saygı duyduğu ve tanımadığınız bir arkadaşı ile tanışma şansınız olur. Arkadaşınızı daha iyi tanımanızı sağlar. Arkadaşınız ondan yardım istediğiniz için size daha fazla saygı göstermeye başlar. Ya da daha önceden hiç duymuyorsa duymaya başlayabilir. Arkadaşınızın arkadaşı burada çok önemli. Daha önce dediğim gibi, herkesin sorunları var. Bu kişiye karşı çok dikkatli olmak gerekiyor. Size saldıracağından falan değil ama, merak etmeyin. Yazının başından beri iğrenç bir biçimde her türlü yakına sorunu çözmek adına “araç”, “imkan ” ve “kabiliyet” diyip duruyorum. Burada da aynı anlayış geçerli. Eğer ki sahip olduğunuz araçlardan maksimum fayda ve verimi almak istiyorsanız, onlara o şekilde davranmanız gerekecektir. Ama size burada araçlara, pardon insanlara nasıl davranmanız gerektiğini anlatmayacağım. Fakat bilmeniz gereken şey, arkadaşınızın arkadaşınında  sorunları olduğu. 

            Bu kişi farkında olmadan sizin sorunlarınız hakkında düşünürken, konuşurken kendi sorunları hakkında yorum yapıyor olacak. Anlattığınız bazı şeyleri dinlemeyecek, yok sayacak. Empati kurduğunu düşünüyor olduğunu sanacaksınız ancak bu aslında olmayacak. Ve bu iyi bir şey, ister inanın ister inanmayın. Çünkü bu sayede sizin yaşadığınız “kendiniz olma kirliliğinden” uzaklaştırmış olacak. Sizin sorununuz hakkında sizden uzaklaşarak yorum yapacak, dinleyecek, çözüm önerecek. İşte dışarıdan bakmak bu zaten.

            Uygulanabilecek olan diğer bir seçenek profesyonel yardım almaktır. İnsanın gözünü korkutur, cebini boşaltır. Adınızı çıkartır. Ancak tam anlamıyla dışarıdan birinin bakış açısına kavuşursunuz. Etkilidir. 

            Unutmayın, bir sorunla uğraşırken kullandığınız araçlar, taktikler ne kadar sıra dışı olursa sorunu o kadar rahat çözersiniz. Ve tatminide o kadar yüksek olur. Ancak ilk yapmanız gereken sorunu çözmek istemek. 

            Bok ve tuvalet metaforu yapmak istemiyorum. Sorunlarınızı çözün ki, hayatınıza onlardan kaçarak, onları düşünürek devam etmeye çalışmayın. Sorunlar çözülmek içindir, kederleriyle, sıkıntıları ile kendimizi sarıl sarmalamamız için değil.
 
            Ve kesinlikle unutmayın; eğer sorunu çözmek için dışarıdan yardım almışsanız ASLA AMA ASLA söylenenleri harfi harfine uygulamayın. Kendinizce yorumlayın, kendinizden bir şeyler katın. Daha önce kendi kendimizin düşmanı olduğumuzu ima etmiştim. Eğer bunu yapmazsanız gelişmeden değişirsiniz. Daha iyiye doğru değil, sadece farklı olmaya doğru ilerlersiniz. Bu satırları yazan beni bile çok ciddiye almayın. Neticede herkesin bilgisi, tecrübesi bir seviyeye kadar. “Bilinmeyene” ve şans faktörüne saygılı olun.

İşte size “Küresel Terör”ü yaratan adam...


Fotoğraftan gördüğünüz gibi kendisi Usama Bin Ladin değil. Ortadoğudan değil, müslüman değil. Hatta dindar bile değil. Kendisi ABD Deniz Kuvvetlerinde teğmen rütbesiyle görev yapmış, zaman içinde Pentagon’da askeri istihbaratta çalışmaya başlayan eski bir subay. 1933 Trinity/Texas doğumlu ve 2010 yılında dünya ile yatay hale gelmiş. Aşağıda ismini yazdıktan sonra nasıl olsa Google’dan aratacaksınız, o yüzden kendisin hakkında çok fazla şey anlatmayacağım. Ama şunları da eklemem gerekiyor. Kendisi bir alkolik, hayatın verdiği hiç bir zevki kaçırmak istemeyen bir “serseri”. Hani filmlerdeki uçuk kaçık Texas’lılar vardır ya, onların rol modeli olabilecek bir “Demokrat”.

Peki bu adam nasıl küresel terörü yarattı? Cevabı “Operation Cyclone”. Kısa bir özet geçersem, herkes Rambo filmini seyretmiştir. Kahraman Mücahitlerin SSCB’ye karşı mücadelelerinde yanlarında omuz omuza savaşan ABD’li kahraman. Bu olay gerçek, en azından kısmen. Herkesin bildiği iki şey var, ilki eğer ABD, Afganları SSCB’ye açıktan, direk bir biçimde destekleseydi bunun politik sonuçları çok acı, hatta savaşa kadar gidebilirdi. İkincisi, başta El-Kaide olmak üzere bir çok terör örgütünün çıkış noktası Afgan Mücahitlerdir. İşte Operation Cyclone bu. ABD tarafından Afgan Mücahitlere sağlanan silah, para ve askeri eğitim yardımı. Eğer ki bunu bilmiyorduysanız Ladin için söylenen “önce ABD tarafında savaştı, sonra karşısına geçti” klişesinin sebebini öğrendiniz. Bu operasyon CİA tarihindeki en büyük operasyon olmuş bu arada.

Nedenlerine, sonuçlarına çok fazla girmenin anlamı yok. Benim yapacağım bir analizinde bir geçerliliği yok zaten. Peki kim tüm bunlara ön ayak olan beyefendi? Bayanlar, baylar, karşınızda Charlie Wilson.

“Vatansever” bir ABD’li senatorün bu şekilde anılması aslında hoş değil. Ama SSCB’nin yıkılmasında önemli bir rol oynadığı ve soğuk savaşı bitiren adamlardan biri olduğu için kahraman olabiliyorsa, sanırım dolaylı yoldan milyonlarca kişinin hayatını mahfeden biri olduğunu söylemektede bir sakınca yoktur.
Son olarak; “Charlie Wilson’s War” belgeselini seyretmenizi tavsiye ederim.