“İdeal Aerodinamiğe sahip Bok” sorunsalı


Hepimizin yaşadığı ancak üstüne konuşmadığımız şeyler vardır. Bunların en önemlilerinden biri hijyen, özellikle tuvalet ve banyoda yaşadığımız, tecrübe ettiğimiz olaylardır. Tıbbi konular dışında vücut atıklarımız hakkında konuşmayız. Utanırız. Hatta haklı olarak iğrenç gelir. “Kakamı bir yapmışım, iki elimin içine sığmaz, rahat 3kg gelir” gibi muhabbetler en yavşak, en alkollü, en seviyesiz ortamlarda dahi olmaz, şükürler olsun. Ama ben az sonra buna benzer bir şey anlatacağım. Ona göre. İsterseniz paragraf atlayın, isterseniz sekmeyi kapatın. 

Herkes yaşar. Tuvalette işiniz biter, sıraya ortamı, çevreyi bulduğunuz ve bulmak istediğiniz gibi bırakmak için temizlemeye başlarsınız. Sifon elbette ilk kullanılacak ve en güçlü silahızıdır. Sifonu çekersizin ancak klozette yer alan “kusursuz eseriniz” inatçı çıkar ve bir türlü “yapıştığı yerden” kurtulmaz. Hatta daha kötüsü, gitsin diye siz sifonun basıncını arttırdıkça (eğer sifonun böyle bir opsiyonu varsa) eserinizin çevresindeki “zayıf ve akımı bozan kısımlar” kopar gider. Ve geriye rüzgar tünelinde biçimlendirilmişçesine mükemmel aerodinamiğe sahip bir bok kalır. O noktadan sonra sifonun yapabileceği hiç bir şey yoktur, zira mükemmel “biçimi” sayesinde akan suyun direcinden minimum seviyede etkilenmeye başlar bok. Bu noktada yapılabilecek şeylerin sayısı elbette herkesin iğrençlik toleransı veya tuvalet alışkanlıkları ile sınırlı. Benim aklıma ilk gelenler, eğer bir eşya olsaydım kesinlikle olmak istemeyeceğim ilk şey, tuvalet fırçası. Evet, zaten bunu bir adım ileride kullanacaktık, daha erken kullanmanın bir zararı yok. Fırçanın “boka döneceğini” bilsekte. İkincisi ise erkek olmanın avantajını kullanmak. Bahsettiğim şey “Surgical Strike” yani eserin “kritik noktalarına” doğru işeyerek yapısal bütünlüğünü, o “muazzam aerodinamik dizaynını” sakatlamak ve sifonun daha “etkin” çalışmasını sağlamak. Aslında eğer mesaneniz yeteri kadar doluysa bunun üstünden bir sürü fantezi yapabilirsiniz. Ama ne yaparsanız yapın, asla temizliği yapmadan oradan ayrılmazsınız. Çünkü oraya girecek olan kişi kendimizdir. 

Bu yazı aslında “Alpha & Beta” girdisinin son paragrafıydı. Ancak sonradan kaldırıp, üstüne daha doğrusu devamına yeni bir girdi yazmaya karar verdim. Böylesi daha doğru geldi.

“Kendimle ilgili en büyük sorunlardan birinin kendimden çok fazla şey beklemem olduğunu fark ettim. İnsan üstü seviyede hemde. Kendimden aynı zamanda en azından düzgün koordinasyonu olabilecek kadar bir sporcu, dansçı olmayı bekliyorum. Hiç bir konu hakkında “bilmiyorum” dememek istiyorum. Kendimden bu kadar çok şey bekleyip, birde hepsini gerçekleştirmeye kalkışınca elbette neredeyse hepsi havada kalıyor. Ama daha kötüsü var. Bir yere kadar gelmiş oluyorum hemen her hedefimde. Ve bunlarla ilgili konuşacak kadar bilgimde oluyor. Ve insanlar sanki ben o konuda gerçekten ciddi bilgiye sahipmişim gibi bir yanılsamaya düşüyorlar. Aslında pek bir şey bilmediğimi bildiğim konularda bilgili gözüyle bakılıyorum. “Bunu bunu bunu biliyorum ama, gerisi muamma” falan gibi bir cevap verdiğim zaman ise “alçak gönüllü” oluyorum. Her zaman söylediğim bir şey var; “ne kadar şey biliyorum ama, neleri bilmediğimi tahmin edebiliyorum”. Az önce ki alçak gönüllü yaftası ile hiç uyumlu olmayan, gayet kendini beğenmiş bir yaklaşım olduğunu biliyorum. Odamda panomda, bilgisayarda, masamın üstünde bir sürü liste var. Neleri öğrenmem gerekiyor, ne için gerekiyor ve nedir listeleri. Kafamda ki listelerin sayısı bile yok. Ah şu listelerden, şu sistematiklikten bir kurtulabilsem, biraz daha rahat bir insan haline geleceğim ama... İçime işlemiş gibi geliyor artık.

                Eğer devam edersem bu yazı çok uzayacak. Okuması güç hale gelecek, zaten çok kolaymış gibi. O yüzden burada kesiyorum.”

            Elbette herkes hayatında sıkıntılar, sorunlar yaşıyor. Aksi mümkün değil zaten, adı üstünde hayat. Hepimizin hayatında ideal aerodinamiğe sahip boklar var. Kurtulması sıkıntı yaratan, bizden başka kimsenin görmediği, çözemeyeceği sorunlar. Bu sorunların kaynağı biziz, çözüm aracıda bizde. Ancak bok metaforundan uzaklaşıp biraz geniş bakarsak, aslında çözmesi en zor sorunlar bunlar. Hemen her insan karşılaştığı sorunları çözmek için önce kendine yönelir. Eğer ki hayatı boyunca edindiği bilgileri kullanmayı biliyorsa, onları kullanmaya çalışır. Tecrübelerini araştırır. İç güdülerine güvenmek ister. Arkadaşlarına danışır. Ama sorunun kaynağının “biz” olduğumuz durumlarda bunların hepsi yararsız kalır. Yetersiz demiyorum. İkisi farklı. Soruna yol açan, sorunu yaratan zaten bizim o ana kadar edindiğimiz huylar, kişilik ve alışkanlıklar, arkadaşlar ve bunun gibi bizi sokakta herhangi birinden ayıran detaylardır. Sorunu çözmek için, hali hazırda sorunu yaratan araçları kullanmaya çalışırız yani. Ve başarısız oluruz. Daha kötüsü, neden başarısız olduğumuzu da anlayamayız. Bu araçlar, bu taktikler daha önce bizi hemen her zaman düzlüğüe çıkarmamışmıydı? Nerede hata yaptık? Düşünür dururuz. Sorunu sahip olduğumuz araçlarla çözemediğimizi anlayana kadar bu döngü böyle gider. Veya unuturuz. Ama burada unutmak bir çözüm değildir. Sorun ehemmiyetini kaybetse bile varlığını sürdürür. Yıllar sonra “içimizde kalmış” olarak bize geri döner. 

            Aslında çözüm olmayan bir davranış şekli daha var. Ben genellikle strateji oyunu oynarken kullanırım bu taktiği veya salaklığı. Hedefinize ulaşmak için çok uğraşmışsınız, “kan dökmüşsünüzdür” ve nihayet bir açıklık görürsünüz veya yaratırsınız. Ancak orası aslında fırsat, açıklık falan değildir. Tuzakta değildir. Savunmasız bir nokta olduğu çok bariz ortadadır. Aslında yapmanız gerekenin önce “etrafı temizlemek” olduğunu bile bile, sorunu ortadan kaldırmak için sabırsızlıkla ileri atılırız. Bunu tarif etmek için çok uzun bir yazı yazabilirdim ama özeti şu olacaktır; bir labiranetten çıkmak için seyrek güllerden oluşan bir duvarın içinden koşarak geçmek... Evet, sorunu yine çözdük, artık o duvarın bizim için bir önemi kalmadığını düşünüyoruz. Ama duvar hala orada, labirent orada. Etrafımızı çizen, kesen dikenlerde, canımızın acısı ayrı hikaye.

            Burada dikkat edilmesi gereken bir nokta daha var. O labirentten kurtulmaya çalışırken, sorunu ortadan kaldırmak adına, labirenti yakabilirdik. Değil mi? Peki bu sorunu çözer miydi? Anlık olarak belki. Ancak büyük sorunların en önemi özelliği her zaman aynaları olmalarıdır. Tıpkı yukarıda dediğim gibi insanda “içte kalma” ezikliğini yaratırlar. Yapmamız gereken labirentin haritasını çıkarmaktı. Ne labirenti yakmak, ne kurtulma güdüsüyle güllerden duvarın içinden geçme. Ben büyük sorunların sadece “çözülmediğini” düşünürüm. Büyük sorunlar aynı zamanda yenilmesi gereken düşmanlardır. Kazanılması gereken bir çatışmadır, savaştır. Sorunu çözmek aynı zamanda yenmek anlamına gelmelidir. Bu sebeptendir ki, filmlerde hikayelerde kötü adamlar iyi adamları yakaladıkları zaman en mantıklı olanı, yani kahramanı hemen öldürmek yerine onları ezmek, egolarını tatmin etmek isterler. Sorunun hayaleti ile uğraşmak istemezler. Kafalarının içindeki labirentten kurtulmuş olmaları gerekir. Evet, kötü adamı savunuyorum, ne var bunda. 

            Sorun çözmek. Şüphesiz ki bir insanın sahip olması gereken en önemli yetenektir. Daha iyiside var aslında; o da sorunları ortaya çıkmalarını engellemek. Ama eğer insanın hayatında hiç sorun yoksa, olmuyorsa, olamıyorsa, bu seferde kendini tanıma, kendini tanıtma şansı, imkanları azalıyor. 

            Boktan girdim, kendimden çıktım. Ancak sanırım yazının nereye gittiği hakkında bir fikriniz olmaya başladı. Durum şu ki, hepimizin sebepleri aslında içimizde olan, ancak göremediğimiz sorunları var. Bilgisayar tabiriyle “sorun klavye ile monitor arasında“. Peki ne yapmak lazım bu gibi durumlarda? Merak etmeyin “basite, başlangıca dönün” demeyeceğim. Sahip olduğumuz araç, imkan ve kabiliyetler ile aynı duruma düşeceğimizi söylesem yanılmam herhalde. İhtiyaç duyulan şey yeni bir araç; yardım. 

            Bu noktada itiraf etmem gerekirse haddimi aşacağım. Yardım istemek. Peki kimden? İlk seçenek, aile veya arkadaşlara yönelmek. En mantıklısı. Ancak bunlar zaten sahip olduğumuz araçlar. O zaman bize aynı şekilde kullanabileceğimiz ama sahip olmadığımız bir araç gerekiyor değil mi? Nereden bulacağız peki? Arkadaşlarınız. Veya o kadar yakınsanız abinizin, ablanızın, kuzenlerinizin arkadaşları. Ama herhangi bir arkadaşları değil. Hemen herkesin çevresinde sorumluluk sahibi olan, daha önce bir çok sorunla karşılaşmış ve hayatta kalmayı başarmış, veya kafası cidden “acayip” çalışan biri vardır. – Burada kendimi referans göstermiyorum -  Bu noktada zaten sizin ihtiyacınız olan şey “dışarıdan bir bakıştır”. Şimdi diyorsunuz ki “arkadaşlarımızda zaten sahip olduğumuz araçlara dahil değilmiydi, bunun nasıl bir faydası olacak bana?”. Ve haklısınız. Bende diyeceğim ki normalde bir testereyi bir şeyleri kesmek için kullanırsınız değil mi? Bir kerede havada sallayarak müzik yapmak için kullanın. Ayrıca ”bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim ” gibi çok güzel, aslında çok mantıklı olan bir deyişimiz var. Ancak tam olarak doğru değil. Sadece 30sn düşünün, aslında arkadaşlarınız arasında o kadar fazla fark varki. Bir yerde tesadüf bir araya gelip arkadaşlık ettiğiniz insanlar vardır. İlgi alanlarınız benzemez, hayat görüşleriniz benzemez. Ama bir biçimde o insanlarla arkadaşlık edersiniz. Ve o sizin, siz onun hayatında olduğunu bile bilmediğiniz boşlukları doldurur. 

            Size en fazla 2-3 çay, kola veya biraya patlar. Ayrıca yan getirileri de çok fazladır. Bir kere hali hazırda saygı duyduğunuz bir arkadaşınızın saygı duyduğu ve tanımadığınız bir arkadaşı ile tanışma şansınız olur. Arkadaşınızı daha iyi tanımanızı sağlar. Arkadaşınız ondan yardım istediğiniz için size daha fazla saygı göstermeye başlar. Ya da daha önceden hiç duymuyorsa duymaya başlayabilir. Arkadaşınızın arkadaşı burada çok önemli. Daha önce dediğim gibi, herkesin sorunları var. Bu kişiye karşı çok dikkatli olmak gerekiyor. Size saldıracağından falan değil ama, merak etmeyin. Yazının başından beri iğrenç bir biçimde her türlü yakına sorunu çözmek adına “araç”, “imkan ” ve “kabiliyet” diyip duruyorum. Burada da aynı anlayış geçerli. Eğer ki sahip olduğunuz araçlardan maksimum fayda ve verimi almak istiyorsanız, onlara o şekilde davranmanız gerekecektir. Ama size burada araçlara, pardon insanlara nasıl davranmanız gerektiğini anlatmayacağım. Fakat bilmeniz gereken şey, arkadaşınızın arkadaşınında  sorunları olduğu. 

            Bu kişi farkında olmadan sizin sorunlarınız hakkında düşünürken, konuşurken kendi sorunları hakkında yorum yapıyor olacak. Anlattığınız bazı şeyleri dinlemeyecek, yok sayacak. Empati kurduğunu düşünüyor olduğunu sanacaksınız ancak bu aslında olmayacak. Ve bu iyi bir şey, ister inanın ister inanmayın. Çünkü bu sayede sizin yaşadığınız “kendiniz olma kirliliğinden” uzaklaştırmış olacak. Sizin sorununuz hakkında sizden uzaklaşarak yorum yapacak, dinleyecek, çözüm önerecek. İşte dışarıdan bakmak bu zaten.

            Uygulanabilecek olan diğer bir seçenek profesyonel yardım almaktır. İnsanın gözünü korkutur, cebini boşaltır. Adınızı çıkartır. Ancak tam anlamıyla dışarıdan birinin bakış açısına kavuşursunuz. Etkilidir. 

            Unutmayın, bir sorunla uğraşırken kullandığınız araçlar, taktikler ne kadar sıra dışı olursa sorunu o kadar rahat çözersiniz. Ve tatminide o kadar yüksek olur. Ancak ilk yapmanız gereken sorunu çözmek istemek. 

            Bok ve tuvalet metaforu yapmak istemiyorum. Sorunlarınızı çözün ki, hayatınıza onlardan kaçarak, onları düşünürek devam etmeye çalışmayın. Sorunlar çözülmek içindir, kederleriyle, sıkıntıları ile kendimizi sarıl sarmalamamız için değil.
 
            Ve kesinlikle unutmayın; eğer sorunu çözmek için dışarıdan yardım almışsanız ASLA AMA ASLA söylenenleri harfi harfine uygulamayın. Kendinizce yorumlayın, kendinizden bir şeyler katın. Daha önce kendi kendimizin düşmanı olduğumuzu ima etmiştim. Eğer bunu yapmazsanız gelişmeden değişirsiniz. Daha iyiye doğru değil, sadece farklı olmaya doğru ilerlersiniz. Bu satırları yazan beni bile çok ciddiye almayın. Neticede herkesin bilgisi, tecrübesi bir seviyeye kadar. “Bilinmeyene” ve şans faktörüne saygılı olun.

İşte size “Küresel Terör”ü yaratan adam...


Fotoğraftan gördüğünüz gibi kendisi Usama Bin Ladin değil. Ortadoğudan değil, müslüman değil. Hatta dindar bile değil. Kendisi ABD Deniz Kuvvetlerinde teğmen rütbesiyle görev yapmış, zaman içinde Pentagon’da askeri istihbaratta çalışmaya başlayan eski bir subay. 1933 Trinity/Texas doğumlu ve 2010 yılında dünya ile yatay hale gelmiş. Aşağıda ismini yazdıktan sonra nasıl olsa Google’dan aratacaksınız, o yüzden kendisin hakkında çok fazla şey anlatmayacağım. Ama şunları da eklemem gerekiyor. Kendisi bir alkolik, hayatın verdiği hiç bir zevki kaçırmak istemeyen bir “serseri”. Hani filmlerdeki uçuk kaçık Texas’lılar vardır ya, onların rol modeli olabilecek bir “Demokrat”.

Peki bu adam nasıl küresel terörü yarattı? Cevabı “Operation Cyclone”. Kısa bir özet geçersem, herkes Rambo filmini seyretmiştir. Kahraman Mücahitlerin SSCB’ye karşı mücadelelerinde yanlarında omuz omuza savaşan ABD’li kahraman. Bu olay gerçek, en azından kısmen. Herkesin bildiği iki şey var, ilki eğer ABD, Afganları SSCB’ye açıktan, direk bir biçimde destekleseydi bunun politik sonuçları çok acı, hatta savaşa kadar gidebilirdi. İkincisi, başta El-Kaide olmak üzere bir çok terör örgütünün çıkış noktası Afgan Mücahitlerdir. İşte Operation Cyclone bu. ABD tarafından Afgan Mücahitlere sağlanan silah, para ve askeri eğitim yardımı. Eğer ki bunu bilmiyorduysanız Ladin için söylenen “önce ABD tarafında savaştı, sonra karşısına geçti” klişesinin sebebini öğrendiniz. Bu operasyon CİA tarihindeki en büyük operasyon olmuş bu arada.

Nedenlerine, sonuçlarına çok fazla girmenin anlamı yok. Benim yapacağım bir analizinde bir geçerliliği yok zaten. Peki kim tüm bunlara ön ayak olan beyefendi? Bayanlar, baylar, karşınızda Charlie Wilson.

“Vatansever” bir ABD’li senatorün bu şekilde anılması aslında hoş değil. Ama SSCB’nin yıkılmasında önemli bir rol oynadığı ve soğuk savaşı bitiren adamlardan biri olduğu için kahraman olabiliyorsa, sanırım dolaylı yoldan milyonlarca kişinin hayatını mahfeden biri olduğunu söylemektede bir sakınca yoktur.
Son olarak; “Charlie Wilson’s War” belgeselini seyretmenizi tavsiye ederim.

Ladin öldü.



Bütün Türkiye, hatta dünyanın önemli bir kısmının sabah uyanır uyanmaz aldığı ilk haber bu idi. Almayanlar ise zaten haber açıklandığında uyanık olanlar. Şudur budur dolandırmayacağım. Ladin’in öldürülmesine üzüldüm. El Kaide sempatizanı falan değilim. ABD’den ve “müttefiklerinden” sivil, savunmasız, masum vatandaşlarının ölmesini isteyecek kadar nefret ediyorda değilim. Biraz düşünürseniz, Ladin aslında bir çok şeyi temsil eden bir karakter. “İnsan” sıfatını kullanmak istemedim bilerek. Bu şahıs insanları öyle etkliyor ki, neler yaptırıyor. Evet, İslam dini “intihar bombacısı” kavramına çok yatkın, yoksa Hasan Sabbah bu kadar başarılı olamaz, dünya dillerinde kendine yer etmezdi. Neyse, Ladin’in yaptığı bir kaç şeyi sıralayıp, anlatıma güç kazandırmaya çalışmayacağım, hemen herkes biliyor. Benim gelmek istediğim nokta, iyi ya da kötü, Ladin’in durumunda ÇOK KÖTÜ “bir tek insanın bir şeyleri değiştirmesinin mümkün olduğunu” bir kez daha göstermiş olması. Ladin gibiler yüzünden, Ankara’da olmasa bile, evinden çıkarken hırsız girmesin diye kapısını kilitlerken “umarım bu gün havaya uçmam bir yerlerde” diyen insanlar var. Ya da ailesinden birilerini terör örgütüne militan olarak kaptırmaktan korkan, hatta daha kötüsü bunu isteyen ve bununla gurur duyan. Bu satırları bir çok terorist için bir çok kimse yazabilir, yazmalı da. Ama hiç biri küresel boyutta etkili olabilecek bir organizasyon kurmayı başaramıştı. Baba parasına bağlamayın bunu lütfen. En önemlisi bu adam yüzünden artık şehirlerde yüzlerce kamera ile her hareketimiz izleniyor. Modern çağın sözde Robin Hood’ları... Şanslı olanlardan özel hayatlarını, şanssızlardan canlarını alıp, korku ve nefret olarak başkalarına veriyorlar. Nefret ve korkuda kendilerine yeni kurbanlar arıyorlar.

Ladin sayesinde bütün müslümanlar bir anda Batı’nın gözünde terorist konumuna geldi. Şu an belki “Nazi ise kötüdür“ bakış açısından farkı yok. Tek bir kişi etrafında toplanan bir gurüh yüzünden 1 milyardan fazla kişi “katil” olarak anılmaya başladı. Duyulan nefretten bahsetmiyorum bile.
Şimdi ABD’yi eleştireceğim biraz. 40dk çatışmışlar, tek kursuşla kafasından vurulup ölmüş Ladin. DNA testi ile teyit etmişler, sonra da İslami kurallara uygun bir biçimde denize defnetmişler, çünkü hiç bir ülke almazmış onu. Adalet yerini bulmuşmuş. Falan filan. Bana masal gibi geldi. Önce, yargıç kim, cellat kim? Yargılayan operasyonu yürüten Staff Sgrt., uygulayanda Corp. (Staff Sgrt “Kıdemli Çavuş”, “Corp” Onbaşı oluyor).Oh ne güzel adalet. Süper eğitimli askerleri, uzaylı düzeyi teknolojileri ile övünüp duran ABD, bir Türkiye kadar olamıyor, kendisine savaş açmış bir terör örgütünün liderini “canlı” ele geçiremiyor. Yine sonuca atlıyorum; bence canlı ele geçirmek istemediler. Bakın, biz apoyu canlı ele geçirdik ne oldu? Bazı insanlık onurundan pay alamamış kişiler peygamber bile ilan etti. Hukuk, hak diyince akla gelen kurum, kuruluşlar bu adamın serbest bırakılması için fikir belirtiyorlar. Aydın olmaktan kasıtları “vatanının, vatandaşın işine gelmeyecek, içine sindiremeyeceği şeyleri aleyhinde düşünce üretmek ve pazarlamak” olan bir kaç “herif” bile şimdi diyor ki “pazarlık yapılsın, görüşme yapılsın, şu yapılsın bu yapılsın”. “Şehit sayılmasın” diye “canlı” ele geçirilen çocuk katilinin “şehit olması” aslında daha hayırlı olacakmış. Bizimkilerde yapardı bir örtülü haber “çatışmaya girildi, 2 saat sürdü, ölü ele geçirildi” diye. Yardakçılarınında işine gelirdi “savaşarak öldü” hikayesi.

Arkadaş ortamlarından yeri geldikçe söylediğim bir şey var; Yeni bir Rönesans dönemi yaşıyoruz fakat içerisinde olduğumuz için farkında değiliz. Bizim de dahil olduğumuz ve sanırım “Y” olarak adlandırılan kuşak belki bir dünya savaşı görmedi, henüz yeni bir gezegene iniş yapıldığını görmedi. Veya çok ciddi bir doğal felaketle karşılaşmadı. Ancak dünya ekonomisinin ve siyasetinin neredeyse tamamen değiştiği olaylar gördük. Ve 11 Eylül saldırıları bunlardan biriydi. Şu an farkında değiliz ama, garip bir biçimde “bizi biz yapan” parçalardan biri artık yok. Ve umarım Ladin’in korku ve nefret imparatorluğunu devralacak biri yakın zamanda ortaya çıkmaz.

Aslında bu aralar Recep Tayyip ERDOĞAN’ın “çılgın projeler kapsamında” açıkladığı tünel projesinin aslında çok mantıklı, hatta geç bile kalınmış olduğunu düşündüğümü ve sırf AKP tarafından açıklandığı için yerden yere vuran zihniyetin kendi cehalet ve hoşgörüsüzlüğü hakkında bir yazı yazmayı planlıyordum fakat, bu kezde böyle oldu. Sanırım bu paragraf kafamdakileri anlatabilmiştir.
Şimdi gidip kendi çılgın projemle uğraşmaya devam edebilirim.
 

Ben bir zamanlar şiirde yazarmışım

2 tane defterim var. Biri sarı kapaklı, üstünde bir kısım desenler var. Diğeri mavi renkte. Düz. İkisininde arka kapakları düz beyaz. İkisi de telli, düz çizgili. İkisininde içinde 1997’de itibaren yazdığım şiirler var. Şiir yazmaya orta okul edebiyat öğretmenimiz Muttalip Nuh “MUTTO” ÖZCAN’ın verdiği ödev ile başlamıştım aslında. En azından destekleyici, zorlayıcı olmuştu. Şimdi, geçtiğimiz hafta, aslında bir önceki girdiyi yazarken bulduğum bir şiirimi paylaşmak istiyorum. Şiiri defterde bulmadım, bilakis, orjinal yazdığım kopyayı buldum. Defterde bazı düzeltmeler var, ama bu versiyonu daha sade, öyle ki, adı bile yok...

Aşıp gelemedim bu yalnızlıkları sana
Dönüp yolumu çeviremedim, güzel yüzünü göremedim
Bir cesaret “sen gel!” diyemedim;
Gelip göremiyorum seni; içim hasret dolu bilmiyorsun!

Ellerimde sesini duyma imkanım var,
Fotoğrafların var, güzel yüzün ellerimde
Anılar var ellerimde, hayallerimde, hatıralarda
Ama sen yoksun yanımda, gittin uzaklara istemesemde
Tüm sıkıntılar bizi sınamak için sıralanmış gibi sanki...

Hasretin dolar taşar yüreğimden
Arasıra ararsın beni, hayata bağlanmam dudaklarından çıkan sesinle olur
Bana artık ne sesin yeter, ne resimler, ne de saçından tutamlar
Sana dokunamadıkça, doya doya öpemedikçe...
Zaten ne istedikte sahip olabildik ki...

Saatim geçen zamanı saymaz olmaz oldu artık,
Sana kalan zamana ayarlı hepsi...
Gözyaşlarım aka aka anladı sonunda; boşuna ağaçları büyüten bu çabalar
Kalbim umut etmeyi bıraktı bıraktı, inanır oldu artık;
O da dayanamaz böyle ayrılığa...
Terketsen bir kez daha yaşadığın yeri, dönsen bana;
Öpsen beni!
Tüm sıkıntılar bu iki dudak için değilmiş gibi sanki...

Artık senden başka ihtiyacım olmaz oldu
Ne yemek, ne uyku, ne su, ne dost, ne arkadaş...
İnadım çoştu, ben bu sevdayla bin yıl daha yaşarım,
Yeter ki yanımda sen olasın!
Düşünmekten vazgeçti, gerçeği kavradı aklım artık;
O da dayanamaz böyle ayrılığa...
Dönüp gelsen geri, öpsen beni yine,
Tüm sıkıntılar bu iki dudak için değilmiş gibi sanki...

09.04.2003 Çarşamba

Şimdi bakıyorumda, ne kadar zayıf. Ne kadar kuvvetli. Ne kadar sade. Söylemek istediğim şeyler ortada. Ne eksiği ne fazlası. Bana çok güzel geliyor, olmadığını bilsem bile. Sayfanın dibinde bir not var;

“Yazacak başka rahat kalemim yok”

Bunu yazmamın sebebi, şiiri hem fosforlu hemde alacalı yazan bir kalemle yazmış olmam. Hatta, aynı kalemi bulamamışım ki, şiirin adını aynı türden başka bir kalemle yazmışım... Ama yukarıda ki yazıyı 0.7 ile yazdığım çok belli ... 6 yıl geçmesine rağmen kendimi şaşırtabiliyorum...